Boğaziçi Üniversitesi Mezunlar Derneği’nin “Tiyatro Boğaziçi Eğitim Araştırma Grubu”, “Boğaziçi Gösteri Sanatları Topluluğu- Dans Birimi’nin de katılımıyla, Alfred Jerry, Jaroslav Hasek ve Bertolt Brecht’in metinlerinden yola koyularak biçimlendirdiği ve de “Şvayk’ın Übü ile Tarihi Karşılaşmasi” başlığını koydukları bir çalışmalarını sergiledi. Oyunu izleyen pek çok “bacım, ağabeyim, kardeşim” eleştirmen, çalışmayı “kolaj” olarak nitelendirmişti. Ne var ki : “Kolajla ne ilgisi var?” diye kimse sormadi. Şimdi, bari ben sorayım: “Ne ilgisi var?”
İhsan Özçıtak’a ait olduğunu öğrendiğim kurgu önerisi, metnin kolektif bir çalışmayla oluşturulması yoluyla geliştirilmiş. Ömer Kurhan sahneye koymuş, koreografi ortak bir çalışmanın ürünü olmuş, müzikleri de Özgür Ay kotarmış. Yani, ortaya konan kuşu biri tutmuş, biri kesmiş, biri yolmuş, biri pişirmiş, izleyicilere de yemek düşmüş. Bize de, yemek “lezzetli mi”, yoksa tuzu mu eksik, yağı mı fazla ne, onu araştırmak kaldı.
Oyunda “Birleşik Güçler”in (yani emperyalistlerin) egemen olduğu bir dünya düzeni var. Übü Baba, Übü Ana ve Bakanlarının yağmalamaya dayalı bir düşünüş biçimi içinde yönettikleri ülkede, huzursuzluk ve dolayısıyla kriz kapıdadır. Esasında sorun, o ülkede yağmalanacak pek bir şeyin kalmamış olmasındadır. Savunma Bakanı’na bakarsanız çare, bu ortamda etrafı ‘paklayacak’ olan, ‘yağlıca’ bir savaş bulmak yolundan geçer. Bu savaşın çikarılması ise, elbette ki, “Birleşik Güçler’in onayı ve yönlendirmesiyle olanaklıdır. Savaş ortamında, uyanık halk insani Şvayk, nice can sıkıcı olay, nice korkulu, ölümcül durumdan sonra ve biraz da rastlantiların yardımıyla, yükselen bir yıldız olma olanağını yakalar.
Eleştirmen “ağabeylerimin, kardeşlerimin, bacılarımın” inatla “kolaj” diye tutturdukları bu çalışma, aslında savaş ve faşizm olguları karşısında, nasıl bir tavır alınmasi gerektiğini müthiş bir tempo içinde tartışan, deneysel bir çalışma. Yapımcılarin da, program broşüründe söyledikleri gibi, hem oyunun metni, hem de gösteri, izlenen çalışma yöntemine göre, her istenildiği an gelişmeye, olayların çelişmesine açık olarak düzenlenmiş. Çok doğru. Hatta bana sorarsanız, oyun “interaktif” olarak bile denenebilir.
İşin burasında, kendileriyle yola çıkılan yazarlara değinmekte yarar var. Alfred Jerry’den başlayalım. Gerçeküstücülerin tiyatro dalındaki önemli öncüsü Jerry’nin, kendinden sonra birçok yazar ve 2. Dünya Savaşı’ndan sonra güç bulan absurd tiyatro üzerinde büyük etkisi oldugunu günümüzde kabullenmeyen kimse yok. 1896 yılında yazdığı Kral Übü, o tarihten bu yana mitolojik bir olay gibi yaşatılıyor. Tiyatro bilgesi Özdemir Nutku, yazarın bu oyunu lise öğrenimi sırasında Pére Héb olarak anılan Hérbert adındaki öğretmeninden esinlenerek yazdığını söylemekte. Böylece “Héb Baba”dan, “Übü Baba” doğmuş. Übü tipi, gerçekten de bir lise öğrencisinin gözünde budala, bencil bir burjuvanın görünüşünü aksettiriyor. İnsanın hayvansal yanını simgeleyen bu acımasız tip, oyunda Polonya Kralı oluyor, öldürüyor, işkence ediyor, sonunda da karısı tarafından “boynuzlanıyor”, ülkeden kovuluyor. Çizilen bu tipin, 1896’da abartılı olarak görülmesi elbette çok doğal. Oysa 2. Dünya Savaşı sırasında kimler ne Übü’ler görmüş, öyle değil mi? Bu açıdan bakarsak, Jerry’nin insanoğlunun evrensel budalalığını, evrensel açgözlülüğünü, evrensel zorbalığını ve canavarlığını taaa o günlerden tanımladığına tanık oluyor ve şaşırıyoruz. “Tiyatro Boğaziçi” de, çalışmasında Jerry’nin çocuksu dilini, dilindeki açıklığı, hızla değisen sahneleri ve grotesk tiplemeleri kullanarak, insanlığın başında “demokrasinin kılıcı” gibi duran hain burjuvaziyi Jerry ile birlikte taşlıyor. Öyle “kolaj” molaj yapmadan!
Şimdi de, Jaroslav Hasek’in Şvayk’ına değinelim. Alçakgönüllü, kimseye aldırmadan işini gören, hiç kimseye zararı dokunmayan, kimseyi rahatsız etmeyen bir kişilik. Hasek, onu: ” Ben, Şvayk’ı çok seviyorum. 1. Dünya Savaşındaki serüvenlerini sunarken, sizlerin de bu adsız kahramanı benim kadar seveceğinize inanıyorum. O hiç olmazsa adı gazetelere ya da okul kitaplarına geçsin diye, Budala Herostratus gibi, Efes’teki Tanrıçanın tapınağını yakmamıştır” sözleriyle tanımlıyor. Şvayk’ın 2. Dünya Savaşı serüvenlerini ise, Hasek’in bıraktığı yerden Brecht sürdürmüş. “Tiyatro Boğaziçi”liler, bütün bunları bir güzel incelemiş, irdelemiş, hatta çok yerini de rendelemiş. Ama “kolaj” falan yok!
Bu satırları okuyanlar mutlaka biliyorlardir, geçtiğimiz yüzyılın kendi ülkesi dışında da en ünlenmiş ve de üzerlerinde en çok tartışma başlatılmış tiyatro adamları hiç kuşkusuz Brecht ve Piscator’dur. Piscator’un 1927 yılında Berlin’de kendi tiyatrosunu açtığını biliyoruz. Sanatçı burada, tiyatro tarihine geçen çalışmalar yapmış. “Miş, miş” diyorum, çünkü o günlere (iyi ki de) yetişemedim. Piscator, biçim üzerinde çalışmaya yönelmesiyle de, Marksçı öğretiden yana kaymış, ama daha çok dışavurumcu bir eğilim göstermiş. Max Brod ve Hans Reimann tarafından Hasek’in romanından sahne için uyarlanan “Asker Şvayk”ta Piscator, fabrikalarda kullanılan yürüyen bandı sahneye taşımış. Böylece Şvayk’ın bir yerden başka bir yere gitmesinin anlatımındaki kolaylığı algılayabiliyor musunuz? Yürüyen bant, yer değişimini anlatırken, bandın arkasında yer alan Georg Grosz’un karikatürleri de zaman geçişini belirtiyormuş. Ne güzel değil mi? İşte bir burada durakladım. Ekip ya da yönetmen, bu olgulardan nasıl olmuş da yararlanmayu düşünmemiş? Ne yalan söyleyeyim, bu konuda uzun uzuuun düşündüm. Bu arada, “kolaj” tartışmasını rafa kaldırmıştım.
Siz yukarıdaki serzenişime bakmayın benim. Ömer Kurhan oyunu başarıyla kurmuş. Koreografi, müzik, görüntü, ışık, giysi, dekor tasarımı, inanın hepsi yerli yerinde. Sahnelenişte, şarap satıcısı Bayan Kopeska’nın Kupa Meydanı’ndaki sahnesinde, fondan gelen: “Ayılana gazoz, bayılana limon” ezgisi hiç de hafif kaçmamış. Ama Polis Şefini oynayan genç oyuncunun diksiyonu kötü, sözcükleri çiğniyor. Sahne gerisinde “barkovizyon” düşüncesi fevkalade yerinde. “Birleşik Güçler Başkanı”nı kürsüden konusturmak da öyle. Başkana, “barkovizyon” gösterilerinde efekt yaptirmak da… ama Başkan’ın sözleri çoğu zaman, özellikle sesine “forte” kullandığı zamanlar mikrofonu iyi kullanamadığından anlaşılmıyor, kimi zaman da rezonans yapıyor. İşkence sahnelerini izlerken, Şvayk dışındakiler multivizyona hiç etkilenmeden boş boş bakmakta. Akıl Hastalıkları Uzmanı iki doktoru oynayanlar içinse, olanak olsaydı da, 60’ların sonunda mı, 70’lerin başında mı ne, “Arena Tiyatrosu”nda oynanan oyundaki “tenkiye” sahnesinda Tolga Aşkıner ile Ege Ernart’ı izleyebilselerdi diye hayıflandım. Bir eleştirim de program bülteni için olacak: Bültende rol dağılımına yer verilmemiş. Görev alan yirmi dört oyuncunun abece sırasına göre adlarının dizilmesiyle yetinilmiş. Eee, hal böyle olunca, doğal olarak, özellikle Übü’yü, Şvayk’ı, Giorgio’yu, Alphonso’yu, Bayan Kopeşka’yı oynayanları ben ileride nasil anımsayabileceğim ve ayrıştıracağım diye düşünmeden edemedim.
Özetlemek gerekirse, şubat ayından itibaren yeniden sahnelenecek olan bu oyunu, tüm tiyatro severlerin ve tiyatro sanatçılarının görmelerini öneriyorum. Oyun tarihlerini (0212) 287 02 32 numarali telefonun, 119 ya da 146 dahililerine başvurarak öğrenebilirsiniz. Böylesine tempolu, bu kadar heyecanla, şöyle böyle değil, tam on ikiden kusursuzluğu hedefleyerek oynanan oyun az bulunur gibime geliyor. Yüzde yüz eminim, oyundan çıkarken, Nüvit Özdoğru’yu, Engin Cezzar’ı, Beklan Algan’ı, Genco Erkal’ı, Meral Taygun’u, Tunç Yalman’ı, Nevra Serezli’yi, Ülkü Tamer’i, Ahmet Levendoğlu’nu ve daha nice tiyatrocuyu yetiştiren bu okula “Helal Olsun” diyeceksiniz. Benden de “Helal Olsun”…