Alexis Soloski’nin COVID-19 salgını sonrası kaleme aldığı “Salgın Tiyatronun Kapısına Dayandığında” adlı bu yazıda, tiyatronun salgından nasıl etkilendiği tarihselleştirilerek anlatılıyor. The New York Times adlı internet sitesinde 16 Mart 2020 tarihinde “When a Pandemic Arrives at the Playhouse Door” başlığıyla yayımlanmıştır. (Ç.N.)
Bubonik vebadan((Ç.n. Ortaçağda ortaya çıkan, kara ölüm ve hıyarcıklı veba olarak da adlandırılan, dünya nüfusunun dörtte birinin yok olmasına sebep olmuş veba türü. )) AIDS krizine, tiyatronun ve halk sağlığının birbirini şekillendirme konusunda uzun bir geçmişleri vardır; eleştirmenimiz yazdı. (NYT)
Perşembe öğleden sonra okulun hemşiresi aradı. Altı yaşındaki kızımın ateşi çıkmış ve boğaz ağrısından şikayetçiymiş. Gidip onu alabilir miydim? Kabul edelim, grip olmuş ya da boğazı iltihaplanmış olabilirdi. Hiçbirimiz başka bir ihtimali düşünmek istemedik. Okuluna giderken çocuklara bakan sağlık ocağımızı aradım ve boğaz enfeksiyonu testi için randevu aldım. Beraber beklerken kızım damlayan dondurmasını yalıyordu, ben de tedirgince telefonumu kontrol ediyor ve moralimi düşürmemeye çalışıyordum. O sırada bütün Broadway prodüksiyonlarının derhal kapanacağı ve en erken nisan ayı ortasında açılacağının duyurulduğunu gördüm.
Sağlık ocağına gittiğimizde ilk boğaz enfeksiyonu testi negatifti, ancak doktor ikinci bir test yapılması için ısrar etti. Dürüst olmak gerekirse bakteriyel bir enfeksiyon doğrulandığı için daha önce hiç bu kadar memnun hissetmemiştim kendimi. Daha sonra eczaneye yöneldim, telefonum titreşmeye devam etti. Her bildirim, bir başka ertelemenin ya da kapanışın duyurulduğu e-postalardı. Sanki New York’ta tiyatro şatafatlı bir avizeydi ve ampullerinin teker teker yanıp söndüğünü görebiliyordum. O gece bir oyuna gidecektim. Cuma günü bir başkasına ve hafta sonu birkaç tane daha… Hepsi kayboldu gitti. Biri hariç; oyuncular ve ekibin bir top havuzunda itiştiği, Taylor Mac’in The Fre [Fre] adlı oyunu açıklanamaz şekilde iptal edilmedi. Bu oyuna olan biletimi de ben kendim iptal ettim.
Tiyatroya gitmek, kamusal yaşamda herhangi bir faaliyette bulunmak her zaman muhtemel bir tehlikeyi göze almak demektir. (Ancak yine de her yıl yüzlerce insan yataktan düştüğü için ölüyor. Hiçbir yer güvenli değil.) Kendimizi bir topluluğa dahil etmek bir virüsün ya da bir fikrin bulaşıcılığına açık olmak anlamına gelir. Rahat bir koltukta yayılıp koronun bir tür zılgıt çekmesini dinlerken bunu unutmak mümkündür, ancak tehdit var olmaya devam eder. Canlı sanatsal aktiviteler, pek çok sportif müsabaka, dini faaliyetler ya da ekonomi sınıfında uçmak bizi diğer insanlarla belli bir yakınlığa sokar.
Doktorun ofisinde test sonuçlarını beklerken kızımı nasıl riske soktuğumdan ve başkalarına bulaştırmış olma ihtimalinden (kızım o sırada hâlâ açık olan bir devlet okuluna gidiyordu) endişelenmeye başladım. Bu sebeple, Broadway tiyatroları da dahil olmak üzere, 500 ve daha fazla koltuğa sahip tiyatrolar için kapanma talimatının verilmesini beni şaşırtmasına rağmen doğru bulmuştum.
Tiyatro ve salgınlar üzerine düşünmek için uzun bir zaman harcadım. Aralarındaki ilişki ile ilgili yaklaşık on yıl önce bir doktora tezi savunmuştum, ancak gerçekten böyle bir şey deneyimleyeceğimi hiç düşünmemiştim. 2009 yılında H1N1 salgınını takip ettiğimi, Meksiko’nun konser alanlarını ve tiyatrolarını kapattığını okuduğumu ve bunun özerkliğe ve bireysel seçimlere verilen önem sebebiyle New York’ta asla olamayacağını düşündüğümü hatırlıyorum. Ama oldu. Perşembe gecesi Twitter’da sanatçılar yeni kapanışları duyurdukça kederlenme ifadeleri kamu yararının gerisinde kalarak kayboldu. “Haydi Stephen Sondheim’in Şirket müzikaline gidelim.” diyen insanlar -ki o da iptal edilen gösteriler arasındaydı- kendilerini hem üzgün hem de müteşekkir ve mutlu hissettiler.
Elaine Strich, Alvin Epstein ve John Turturro; Samuel Beckett’ın, toplumun yok olma sebebi olarak hastalığın sebep gösterildiği Oyun Sonu adlı oyununda sahnede. BAM Harvey Tiyatrosu, Brooklyn, 2008. Sara Krulwich/The New York Times.
Hasta bir insanın toplumdaki yeri konusunda kararsız kalan Sofokles’in antik dönem oyunlarından, bir erken dönem aşı karşıtı oyunu olan ve sahnede konuşan bir mikrobun yer aldığı George Bernard Shaw’ın Too True To Be Good [İyi Olmak İçin Fazla Doğru] adlı oyununa ve AIDS krizinin harekete geçirdiği oyunlara kadar tiyatronun hastalıklarla her zaman tartışmalı bir ilişkisi vardı. Rönesans tiyatroları sık sık bubonik vebayı yavaşlatmak için kapatılmıştı. Herhangi bir tiyatral aktiviteyi korkunç günahlarla ilişkilendiren tiyatro karşıtı yazarların risaleleri (bugün yaşadığım için çok şanslı olmalıyım) salgından tiyatroları sorumlu tuttular. 1584 yılında Londra Belediye Başkanı şöyle söylemişti: “Veba zamanında oynamak, vebayı bulaştırmak; veba olmayan zamanda oynamak ise bu tür oyunlar oynayıp Tanrı’yı gücendirerek vebayı üzerimize çekmek demektir.”
Aydınlanma çağından beri teorisyenler, oyuncular fiziksel acıyı nadiren inandırıcı bir şekilde oynayabildikleri için seyircinin rahatsız olduğunu ve bu sebeple hastalığın sahnede canlandırılmaması gerektiğini savundular. (Şimdi bile sahnede ölümü canlandırmak bir problemdir.) Sigmund Freud’un söylediği gibi “Seyirci, kendisini fiziksel olarak hasta olan birinin yerine koyarsa eğlence ya da herhangi bir ruhsal aktivite için kapasitesinin kalmadığını fark eder.”
Yine de tiyatro, bulaşıcı veya başka türlü tehlikeli hastalıkların gerçeklikleri ve hissettirdiği korkular üzerine düşünmek, bunu toplum olarak düşünmek için bir alan açmıştır. AIDS krizini, sosyal, politik ve ruhsal matrisler içine yerleştiren Tony Kushner’in Angels in America [Amerika’da Bir Melek] adlı oyunu veya seyircilerden, HIV’in yayılmasını engellemek için kişisel olarak sorumluluk almalarını isteyen Larry Kramer’in The Normal Heart [Normal Kalp] adlı oyunu gibi oyunları izlediyseniz belki de bu tartışmaların bir kısmını yaptınız ve hatta davranışlarınızı değiştirdiniz.
Biliyoruz ki tiyatro; empati kurmak için bir kanal oluşturabilir, karmaşık durumları ve duyguları işlemek için bir araç sağlayabilir. Covid-19’a dair oyunların ortaya çıkması yalnız bir zaman meselesidir. Geçmişe dönüp bakar ve tiyatroların hâlâ bir önemi olduğunu varsayarsak tiyatronun bizi hastalıktan etkilenenlere merhamet göstermeye, bir destek topluluğu haline gelmeye teşvik ettiğini görebiliriz. Çünkü tiyatronun yapabileceği budur: Bizden; deneyimlerimizin sınırlarının ötesinde düşünmemizi ve hissetmemizi, çevremizdekilerle hemen ve samimiyetle bir dostluk duygusu kurmamızı isteyebilir.
Soldan sağa; Ellen Barkin, John Benjamin Hickey ve Joe Mantello. The Normal Heart [Normal Kalp] adlı oyunda sahnede. Golden Tiyatrosu, New York, 2011. Sara Krulwich/The New York Times.
Ancak şimdi topluluk halinde olmak çözüm olmak yerine bir problem. Bir dostluk duygusu istiyorsak, bunu Zoom, Skype ya da FaceTime’da aramamız gerekecek.
Bunun yanı sıra, daha önce tiyatronun bir empati vektörü olarak çığırtkanlığını yapmış biri olarak pek çok seyircinin oyunda öfkelendiğini, ağladığını ancak sonra güzel bir akşam yemeği için dışarı çıktığını ve bu sıradan akşam yemeğinin tadını çıkardığını da gördüm. Biliyorum ki katarsis eyleme geçmek kadar yararlı değil. Ve şu an geçebileceğimiz eylem evde kalmak ve sıvı sabun stoğu yapmamak.
Burada bir ironi var elbette. Zaten tehlikeli bir şekilde atomize edilmiş bir toplumu ayakta tutmak için daha fazla atomize olmamız gerekiyor. Toplumu korumak için toplumsal faaliyetlerden uzak durmamız gerekiyor. Samuel Beckett’in Oyun Sonu ya da Karel Capek’in Beyaz Hastalık adlı oyunları gibi bazı büyük modernist eserler hastalığı, sosyal bağların yok edilmesinin sebebi olarak gösterir. Ama şimdi gelin bu konuda epidemiyologlara((Ç.n. Toplumdaki hastalık, sağlık, kaza gibi durumların dağılımını ve sıklıklarını inceleyen bilim insanı.)) uyalım.
Aslında, evde kalmak istemediğimi ve doğru olanı yaptığım hissiyatıyla birlikte kişisel hayatıma dair yoğun bir panik içerisinde olduğumu söyleyebilirim. İşimden keyif alıyorum ve ailem bir eleştirmen olarak kazandığım paraya bağımlı durumda. Drama beni kendimden uzaklaştırmak için bir dayanak ve 18.45’te telaş içinde evden çıkıp saniyeler içinde metro kartımı unuttuğum için geri dönmediğim, metroda ruj sürmediğim, sahnede ya da seyirci koltuklarında onlarca, yüzlerce hatta binlerce insanla oturup birlikte nefes almadığım bir haftanın nasıl geçeceğini gerçekten bilmiyorum. (Ya da şimdi biliyorum. Ve tuhaf.)
Ama evde kalacağım. Çünkü doğru olan, sorumluluğumuz olan bu. Çünkü başka bir alternatifim yok, çünkü çocuklarımı grip olduklarında ya da karınları ağrıdığında hep evde tuttum. Çünkü toplum içerisinde yaşamak aynı zamanda toplumu korumak için çalışmak demektir. Katarsis, bir kahkaha ve hatta bazı seyircilerin alkol şişelerine göz devirmenin rahatlatıcı ritüeli bile tam şimdi gerçekten kullanabileceğim şeylerdi. Bekleyeceğim.
Oyun Sonu adlı oyunun sonunda herkes görünüşte ya ölü ya da ölmek üzere gibi durduğunda bile (Beckett, asla değişmez!) oyun bize karşılıklı yükümlülüklerimizi hatırlatır. Oyunun son konuşmasından bir replik: “Bu, birbirimize karşı yükümlülüğümüz.” Belki bu tiyatroyu üretenlerin, yapımcıların, yönetmenlerin, yazarların ve seyircilerin hatırlaması gereken bir şeydir. Evimizde ayrı ayrı otururken bile.