Bu yazı, Boğaziçi Üniversitesi Kadın Araştırmaları Kulübü (BÜKAK) Bülteni BÜ’de Kadın Gündemi’nin Güz 2008 sayısında yayınlanmıştır.
Giriş
Bu yazıyı yazarken başörtüsü yasağının arka planındaki algıları, günümüze değin hangi süreçlerden geçerek bugünkü halini aldığını ve temelinde yatan sebepleri anlamaya ve özetlemeye çalıştık. Bunu yaparken başörtüsü yasağının kadının görüntüsü üzerinden yürütülen modernleşme süreci cephelerinden biri olduğunu düşünerek; yazıyı modernleşme sürecinin başlangıç tarihi olarak kabul edilen Tanzimat Dönemi’nden başlatmayı uygun bulduk. Başörtüsü yasağı modernlik arayışı içindeki aydın-yönetim kesim ile Müslüman halk arasında kalmış kesimin serüveni olarak araştırılmaya değer bir konudur. Türk modernizm tarihini anlamak ve kritiğini yapmak için bakılabilecek kilit noktalardan biri olarak başörtüsü yasakları günümüzde de akademik dünyanın merakını kazanmıştır. Bu çalışmayı değerli kılan şey; bizce feminist ve başörtülü arkadaşlar olarak bir araya gelinmesinin, ortak tarihimizin ortak bir perspektifle yeniden okunmasının bir ürünü olmasıdır. Böylece yazının kendisi modern tarihe yeni bir aktör olarak eklenen feminist-müslüman kadınlar dayanışmasının da canlı bir örneği olma niteliği taşımaktadır.
Tanzimat Dönemi (1839-1876)
Türkiye’de başörtüsünün belirli kamusal alanlarda yasaklanmasını ve başörtüsüne “siyasi” anlamlar yüklenmesini toplumca geçirdiğimiz batılılaşma sürecinden bağımsız değerlendiremeyiz. 19. yüzyıl Osmanlısı’nda da Tanzimat Dönemi ile beraber batılılaşma, Batı’yı referans alarak modernleşme yönelimi ciddi bir şekilde hız kazanmıştır. Osmanlı Devleti, Tanzimat Fermanı’yla (1839) “batının üstünlüğünü” resmen kabul etmiş oldu. Tanzimat Fermanı ile uygulanmaya başlanan kanunlar Osmanlı Devleti’nde birçok toplumsal dönüşümün yaşanmasını zorunlu kılıyordu. Batı’nın modern görüntüsüne sahip olabilmenin öncülü kılık-kıyafetin değişiminden geçmekteydi.
Kılık-kıyafet alanında yaşanan değişim ve dönüşümden en çok kadınlar etkilenmiştir. Tanzimat Dönemi’ne kadar kadınlar evlerinden dışarı çıkarken örtünmek için ferace adı verilen bir tür bol pardösü giyiyorlardı. Tanzimat Dönemi’nde çarşaf yaygınlaşmaya başladı. Bu dönemde Osmanlı giyim kuşamından farklı olan çarşaf tepki toplamıştır. Osmanlı padişahı II. Abdülhamid döneminde çarşaf Hıristiyanların kıyafetine benzemesinden ve iffet için tehlikeli açıklıkta olduğundan yasaklanmıştır (1892)[[dipnot1]]. Fakat genel olarak devlet bu dönemde örtünmeye dair çok fazla söz söylememiştir. Bu konuda genellikle dönemin aydınları; kadınların kamusal alana çıkması ya da çıkmaması, kadının rolü ve hakları üzerine tartışmalar yapmışlardır. Dönemin aydınları kadınların yeni toplum düzeninde nasıl yer alacakları üzerinde yazılar kaleme almışlar ve başta eğitim olmak üzere kadınları uzak tutuldukları alanlara yakınlaştırma çabaları başlamıştır.[[dipnot2]]
Kadınlara yönelik sadece kadınların yazdığı yayınlar ilk defa Tanzimat Dönemi’nde ortaya çıktı. Günlük bir gazete olan Terakki’nin eki Terakki-i Muhaddarat kadınlar için ilk gazete özelliği taşımaktadır.[[dipnot3]] Gazetede genelde güzel ahlâklı, iyi Müslüman ve iyi eş modellerine vurgu yapılmaktadır. Kadınlar kamusal alana çıkma isteklerini burada dile getirmeye başlamışlardır. Erkeklerin toplumsal hayata kadınları dahil etmemek için engel olarak “örtü”yü öne sürmeleri ve hiçbir şekilde kamusal alana çıkmamaları gerektiği görüşü ise kadınları bu konuyu araştırmaya ve çeşitli referanslar bulmaya yönlendirmiştir.[[dipnot4]]Anadolu’da başörtüsüyle tarlada bağda bahçede çalışan kadınlar örnek gösterilmiş ve Asr-ı Saadet kadınları[[dipnot5]] referans alınmıştır. Bu dönemde örtü çıkarmak ne kadınlarca ne de iktidar tarafından söz konusu bile olmamıştır. Kadınların kamusal alana çıkmak için alternatif yollar aramaları bu nedenledir.
Meşrutiyet Dönemi Düşünce Akımları ve Tesettür Tartışmaları
II. Meşrutiyet’e yaklaşılırken basımevlerindeki sansüre karşı oluşturulan muhalefet, basılan kitapların artmasına ve dolayısıyla kadına yönelik yayınların da çoğalmasına zemin hazırladı. Bu konuda kadın yazarların ve muhalif yazıların artması da başka bir etkendir. Fatma Aliye, Emine Semiye, Niyer Hanım, Makbule Leman gibi dönemin tanınmış yazarlarının bulunduğu Hanımlara Mahsus Gazete[[dipnot6]] bunlardan en göze çarpanıydı. Kadınlara özel gazeteler olması kadının toplumda ve ailede nasıl yer alması gerektiği ve kadının rolü üzerine alternatif tartışma alanları yaratması açısından önemli bir yere sahiptir. Ayrıca kadın söylemlerinin hep iktidar olan erkek tarafından oluşturulduğu bir toplumda ve dönemde bu tür kadınların kendilerine ait cümlelerle ortaya çıkışları takdire değer bir olaydır. Örneğin; Fatma Aliye Hanım yazdığı makalelerde kadının yüzünü kapamasını doğru bulmuyor ve peçe karşıtlığını (“Örtünmenin şekli yoktur”) İslami temellere dayandırıyordu. Bunun yanında, Tanzimat ve İkdam[[dipnot7]] gibi gazetelerde tesettürün kalkması, kadın ve erkeklerin bir arada bulunması ve görücü usulü evlilik gibi konulara yer veriliyordu. Peçeye karşı çıkmak tesettürle ilgili genel tepkilerdendi. Peçeye karşı çıkan grupların bazıları batılılaşmaya bazıları İslam’a referansla düşüncelerini meşrulaştırmaya çalışıyordu. Daha sonra kadın ve örtünme tartışmaları bir süre kesildi ve meşrutiyetin ilanına kadar alevlenmeyi bekledi.
II. Meşrutiyet (1908) döneminde tesettür arttıkça buna yönelik tepki de yükseldi. İttihat ve Terakki hükümeti yıllarında da sokak giyimini belirleyen kararnameler batılı tutum arttıkça gitgide yumuşayan bir üsluba sahiptiler.[[dipnot8]] Bu dönem Jön Türkler için özgürlük anlamına geldiğinden kadınların giyiminde de bir rahatlıkla sonuçlanıyordu. Zaten bu dönemde idealize edilen “erkekle eşit, eğitimli kadın”dan söz edilmeye başlanmıştı. II. Meşrutiyet’e geldiğimizde Osmanlı’nın geleceği adına söz söyleyen ve belirli bir biçimde ayrılık gösteren üç tane akımdan bahsetmek gerek: İslamcılık, Batıcılık, Türkçülük. Örtü tartışmaları bu dönemde alevlenip bu akımlar arasında kırılma noktası haline gelmiştir. Çünkü kadın toplumsal alana çıkışıyla bir vitrin görevi görmekte ve bu vitrinin en önemli değişkeni olan kılık-kıyafet dikkat çekmekteydi. Ve kadının kıyafeti Batıcılık, İslamcılık veya Türkçülük adına söz söylenebilecek ve tartışma oluşturabilecek bir alan olarak görülmekteydi. İslamcılar açısından batılılaşma ile kadın, maneviyatını yitirmekteydi ve buna bir şekilde dur denilmesi zorunluydu. Mesela kadınların çarşaflarını batı giyimine benzetmek için değiştirmeleri ve giyim konusundaki genel başıboşluk üzerine Musa Kazım “çarşaf giyilmesini zorunlu kılan bir yasa” ile hükümete başvurduğunda Batıcıların ve Türkçülerin tepkileriyle karşılaşmıştır.[[dipnot9]] Tam karşıtı ile Abdullah Cevdet, şimdiye kadar söylenmeyeni söylemiş ve Pek Uyanık Bir Uyku adlı makalede tesettürün kalkmasından bahsetmiştir.[[dipnot10]] Tabii ki Türkçüler de bu tartışmalarda kendi tavırlarını ortaya koymakta gecikmemişlerdir. Ziya Gökalp, II. Meşrutiyet’ten önce teksir makinesinde gizlice basılıp çoğaltılan bir risalede “kadınların örtünmesini ve haremlere kapatılmasını” yermişti.[[dipnot11]] Halide Edip’ in “yeni Turan”[[dipnot12]] giyimi ve bu konudaki ısrarı da Türkçülük akımının bir başka örneğidir. Milli Mücadele Dönemi’nde de Türk kadını başörtüsü ile cepheye yardım götüren bir simgeydi. Bu dönemde üç ayrı akımı benimseyen kadınlar vardı; ancak bu kadınlar örtünmeye dair keskin bir tavır ortaya koymuyorlardı.
Kadınlar Dünyası dergisi bu dönemde ortaya çıkan kadınların yazdığı yayınlar içinde en göze çarpanıydı. Yine bu dergide kadınlar eğitim hakları, feminizm, ahlâk gibi konulara değiniyordu.[[dipnot13]] Kısaca Kadınlar Dünyası’ndaki görüşe bakılırsa; kadınlar modern yaşam tarzı sürdürürken, çalışma hayatına ve eğitim hayatına katılırken tüm bunlar için İslami referans noktaları gösteriyorlardı. Aynı zamanda “modern” yaşam tarzı algısının tam oturmamış ve üstten gelmiş olması kadınlara bocalamalar yaşatıyor bu da doğal olarak kadınların kıyafetlerine yansıyordu. Sonuç olarak, Meşrutiyet Dönemi ve sonrasında seçkin sınıfın kadınları değişen ve batılılaşan yaşam tarzları ve bu değişimi yansıtan kılık kıyafetleriyle çeşitli düşünce akımlarının ve politik arenanın tartışma nesnesi haline geliyorlardı.
Erken Dönem Cumhuriyet ve Ulusal Kadın Modeli
29 Ekim 1923’te cumhuriyet ilan edilmişti ve ardı ardına gelen kanunlarla batılılaşma yolunda Türkiye Cumhuriyeti adım adım ilerliyordu. Erken dönem cumhuriyetin göze çarpan özelliği laikleş(tir)me çabasıydı. Yeni Türk devleti artık laik bir yapıya sahipti. Halifeliğin kaldırılması (1924), diyanet işleri başkanlığının kurulması (1924) ve de Tevhid-i Tedrisat (öğretimin birleştirilmesi) kanunlarıyla düzenlemelere başlanmış oldu. Batılılaşan ve laikleşen bir toplum gereğince giyim kuşamda da yeniliklere gidildi ve kılık kıyafet alanında büyük bir değişim olan şapka kanunu uygulamaya konuldu. Cihan Aktaş’a göre “Şapka kanunu Türkiye Cumhuriyeti rejiminin batılılaşma, batılı ülkeler ailesi içinde yer alma isteğinde ne kadar kararlı olduğunun bir ifadesidir.” [[dipnot14]] Aslında çarşafa dair bir kanun olmamasına rağmen halk çarşafı yasak olarak algılıyordu. Aktaş’a göre, “Mustafa Kemal kadın giyiminin tıpkı erkek giyimi gibi uygar batılı ülkelerin giyimlerine benzeyecek biçimde değişmesini istiyor; ancak bu konudaki doğrudan söz ve yaptırımların henüz tasarladığı hedeflere zarar verebileceğini hesaba katıyor olmalıydı.”[[dipnot15]] “Çarşafın yasaklandığı kanunlarca belirtilmemiş olsa bile toplumca laiklik ve modernlik seferberliği başlatılmıştı. Devlet memurları, eğitimciler giyimleri ve konuşmaları ile çağdaş uygar kadının nasıl olması gerektiğini gösteriyorlardı. Bunun yanı sıra çarşafın yerel yönetimlerce yasaklanması -o dönem için yerel yönetimlerin yerel yasakları olabiliyordu- böyle bir algının oluşmasında başka bir etkendi.”[[dipnot16]]
Yeni rejim dolayısıyla yeni bir ulus yaratılıyordu. Bunun doğal bir sonucu ise yeni ulusal Türk kadını modeliydi. Meşrutiyetle başlayan “eşit ve sosyal kadın” Cumhuriyetle beraber ete kemiğe bürünüyordu. Fakat kadına kim olması gerektiğini söyleyen, onu küçük bir kız çocuğu gibi gören ve eğiten zihniyet yine erkek egemen zihniyetti. Yeni kadın vatansever, ahlâklı, milliyetçi ve modern olmalıydı. “Modern olmak” giyim-kuşam ile de “modern olmak” anlamına geliyordu. Balolarda ve halkevlerinde çalışma yürüten yeni ulusal Türk kadını batılı kılık-kıyafeti ile de modernleşmeyi simgeler hale gelmişti. Her ne kadar vatana iyi evlatlar yetiştirmesi gereken anne rolü, vatanseverliği, kültürüne bağlı ve namuslu olması gibi kısıtlamalar olsa da bunlar göz ardı edilmiş ve asıl kısıtlayıcı örtü olarak görülmeye başlanılmıştı. Çünkü örtülü kadın geri kalmıştı ve yeni kadına alternatif olmamalıydı. Aktaş’a göre, “Yeni kadın bu yüzden kendisini önemsetmek, varlığını doğrulatmak adına zaman içinde örtünme eğilimlerine ve örtülülere en belirgin ve ısrarlı karşıtlığı üstlendi.” [[dipnot17]]
Milli Şef Dönemi
Mustafa Kemal’in ölümünden sonra yeni cumhurbaşkanı İsmet İnönü oldu ve laikleş(tir)me çabası kaldığı yerden daha hızlı bir şekilde devam etti. İktidar tarafından laikliği koruma endişesiyle sıkı yaptırımlar uygulanırken bu yaptırımlara karşı tepkiler dindar kesim tarafından kurulan çeşitli muhalefet partileri ile ortaya koyuluyordu. Dine yönelik yasaklar, sınırlamalar ve yaptırımlar bu dönemde ciddi bir muhalefet oluşturmuştu.[[dipnot18]] Aynı zamanda bürokrasi ve halk kitlesi arasındaki uçurum artmış ve halk bürokrasiye yabancılaşmıştır.
1950’ler: Demokrat Parti ve “Ilımlı İslam” Politikaları
Türkiye’deki İslami hareketlerin varoluşu ve daha özelde başörtüsüne yüklenen anlamlar 1950’li yıllarla birlikte ciddi kırılma noktaları yaşamıştır. Başörtüsü sorununun bu topraklar üzerindeki tarihçesini ve 1950’li yıllarla birlikte yaşananları anlamak istiyorsak kesinlikle II. Dünya Savaşı sonrası değişen dünya ve bu dinamiklerden etkilenen Türkiye konjonktürüne bakmak gerekecektir. II. Dünya Savaşı sonrası ABD ve SSCB arasında yaşanan soğuk savaşın Türkiye’deki yansımaları ABD’nin SSCB’yi güneyden çevreleme projesi ile başlayacaktır. İran, Irak, Suriye ve Mısır gibi Müslüman ülkelerin de içinde bulunduğu NATO benzeri bir ittifak oluşturmaya çalışan ABD, bu ülkelerle iletişim kanallarını Türkiye üzerinden kurmaya çalışacaktır.[[dipnot19]] ABD ittifak kurmak için Demokrat Parti (DP)’yi uygun görmüştür; çünkü DP yıllarca yaşam biçimleri hor görülen, cahil, eğitimsiz muamelesi yapılan ve çoğu kırsalda yaşayan Müslüman halkın değerlerine sahip çıkan, onlara haklar veren “Ilımlı İslam” politikalarıyla ciddi bir nüfusun desteğini sağlamıştır. Müslüman köylü nüfusun sürekli desteğini kazanabilmek, CHP’nin tek parti iktidarı döneminde oluşturduğu hegemonya ile baş edebilmek için DP’nin ihtiyaç duyduğu bir politikaydı.[[dipnot20]]
Ezanın Arapça okunması, Kuran kurslarının açılması, imam-hatip okullarının yaygınlaşması, tesettüre[[dipnot21]] hoşgörü Müslüman halk arasında ciddi bir coşku yaratırken bir yandan da gelecekte yaşanacak gerilimlerin habercisi niteliğindeydi. Kemalist ideolojinin TC’nin kuruluşundan beri yegane politikası laiklik anlayışı üzerine kurulmuştu. Tanzimat Dönemi’nden bu yana batılı olduğumuzun ölçütü en çok da kılık–kıyafetin ne kadar batıya uygun olup olmadığı üzerinden tartışılıyordu. Ve tabii ki üzerine en çok söz söylenen ve siyasileştirilen kıyafet yine kadınlarınkiydi. Bu asırda medeni olmak, çağdaş olmak japone kollu elbiseler ya da tayyör giymeyi gerektirmektedir. Kemalist solun “mini etek çağı” diye tabir ettiği çağın gerekleri bunlardır. Kadınların okur-yazar olması, siyaset, ekonomi ile ilgilenmesi ya da yaşadığı çağın gündemlerine dair söz söyleyebilmesi, kendilerini güçlendirebilmesi çok da dert değildir. Fakat bedenleri saran giysilerin boyları ya da vücudun hangi uzvunu örtüp örtmediği ciddi bir mesele ve ne kadar modern olduğunun sembolüdür. Daha modern, batılı, çağdaş olmak tartışılamaz mitler olarak kabul görmüşken yok edilmeye çalışılan ve Batı’ya karşı kara bir leke gibi sürekli aklanmaya çalışılan İslami pratikler ve bunun kamusal alandaki en görünür hali tesettür, yeni konuşulmaya başlanan irtica mevzusunun en görünür ve kamusal alanda en göze batan sembolü haline gelecektir.
Endişe Duyulan Kadınlar: Çarşaflı Kadınlara Karşı Açılan Savaş
Nükhet Sirman, Türkiye’de kamusal alanın bir endişe alanı olduğunu söyler ve “Kamu bir vitrin olduğu için kamuda sergilenen bedenler de hep bir siyasi metin olarak algılanıp okunmaya çalışıldı. Başı açık, tayyörlü kadınlar Cumhuriyet’in kadınını simgelediklerine göre, başı örtmek ancak başka bir siyasi projenin sembolü olabilirdi; çünkü bu ülkede doğup büyüyen herkes siyasi simgeyi nerede bulacağını ve bunu nasıl okuyacağını biliyordu.”[[dipnot22]]
Sirman’ın bahsettiği cumhuriyetin kadınlarından oluşan Türk Kadınlar Birliği 1935 yılında kadınlara seçme seçilme hakkı tanınması ile kendisini işimiz bitmiştir diyerek fesh etmişken, kadınların gelişimini sağlamak amacıyla 1946 yıllında yeniden kurulur ve başka bir siyasi projenin kadınlarına, örtülü kadınlara “kadınlar için kadınlara rağmen” felsefesi ile savaş açar. Bu kadınlar 1950’li yıllarda daha çok çarşaf şeklinde olan tesettürün Türkiye’yi küçük düşürdüğünü savunurlar. En büyük hedef manto alacak paraları olmayan ve bu yüzden çarşaf giyen cahil kadınları eğitme[[dipnot23]] 1956 yıllında meclise çarşafın yasaklanması için yasa teklifi götüren üç kadın milletvekili de Türk Kadınlar Birliği içerisindendir.[[dipnot24]] Kamu vitrininin nötr olması gibi bir durum söz konusu olmadığı için “estetik olmayan” ve cumhuriyet kadını modeline ters düşün her türlü simge yok edilmeli ve bunun için yasaklar icat edilmeliydi. Bu bağlamda, çarşafın yasaklanmasını içeren yasa teklifi kabul edilmese de ciddi bir destek bulmuş ve bu kadınlar takdirle karşılanmıştı.
60’lı Yıllar: Darbe Öncesi Yükselen İslami Muhalif Hareketler ve Tesettüre Yaklaşımı
Dünya’da 60’lı yıllarda artan muhalif hareketler bu dönemde Türkiye’ye de yansıdı. Bu süreçte yoksulluğa, kapitalizme, ABD emperyalizmine hayır diyen solcu öğrenci ve işçi hareketleri bir yanda; milli değerlere bağlı, ülkeyi “gavur komünistlerden” arındırmaya çalışan mukaddesatçı sağcılar bir tarafta kamplaşıyorlardı. Tüm bu polarize olmuş ortamda ordunun, Kemalistlerin bir diğer korkusu artık DP’yi de aşan ve giderek artan İslami muhalefetin hareketliliğiydi. 27 Mayıs 1960 sabahı ortada o an için elle tutulur bir sebep yokken alaşağı edilen aslında DP iktidarı değil, onun temsil ettiği partinin tabanıydı.[[dipnot25]] 60 darbesinden birkaç yıl sonrasına kadar tüm bu yasaklar ve irtica suçlamaları tesettür üzerinden yürürken yükselen İslami muhalif hareketlerde ya da İslami yayınlarda tesettür mevzusu, kadınların maruz kaldığı bu şiddet tartışılmıyordu. Tartışılsa bile tartışmaların ana eksenini tesettürlü kadınların namusu, iffeti ya da mini etek karşıtlığı oluşturuyordu.[[dipnot26]]
Dindar kadınların hiç beklenmeyen, şok edici varoluşlarının sembolü olacak 68 yılına yaklaşırken 68’de yaşananlara arka plan oluşturan mevzulardan da bahsetmek gerekecektir. Cihan Aktaş’ın da dediği gibi “60 darbesinden sonra Müslümanlar altlarında toplandıkları çatıların kendi kimliklerine ne kadar uygun olup olmadıklarını sorgulamaya başladılar.[[dipnot27]] Tüm bu sorgulama süreçlerinde dünyadaki Müslüman alimlerin eserlerine erişim, çeşitli çeviri faaliyetlerinin yapılması, eğitim erişimlerinin artması ile İslami kaynakların daha fazla okunması çok büyük bir etkiye sahip olacaktı.[[dipnot28]] Ayrıca DP’nin 1951 yıllında açtığı imam hatip liselerine 60’lı yıllarla birlikte kadınlar da alınmaya başlanacaktı. Sibel Eraslan yaşanılanlara tepki olarak “kız çocuklarını okutmama” gibi bir gerçekliğin dindar aileler arasında var olduğunu söyler. Fakat kız imam-hatip liseleri ve kız meslek liseleri sayesinde dindar kesim arasında kız çocuklarını da okula gönderme yaygınlaşacaktı. [[dipnot29]] Tüm bu süreçler yaşanırken İslami çevreler arasında yıllardır siyasi hesaplaşmaların hep kadınların kılık–kıyafeti üzerinden yürütülmesi yavaş yavaş tartışılmaya başlanılacaktı.
60’lı yılların sonlarına doğru tesettürle çarşafın yerini yaygın olarak eşarp ve manto şeklindeki kıyafet alacak ve bir zamanlar “Manto bulamadıkları için çarşaf giyiyorlar. Haydi, kadınlar mantolarımızı çarşaflılara verelim” sloganlarıyla kampanya başlatanlar bu seferde ete kemiğe bürünen irtica korkusu ile başörtüsüne ve mantoya saldıracaklardı.[[dipnot30]] Geçmişten gelen ve sürekli saldırılacak bir “şey” olarak görülen başörtülü kadınlar 68 yılına kadar sanki içerisinde bir insan yokmuşçasına kendilerine yapılan saldırıları sessiz sedasız sineye çekmişlerdi.
“Hey sen başörtülü…” ile Başlayacak Cümlelerin Kurulduğu İlk Dönem: Yıl 68
1968 yıllında Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi öğrencisi Hatice Babacan başörtüsü ile amfiye girmek istemesi sonucu hocası tarafından o yıldan sonra dillere pelesenk olacak “Hey sen başörtülü bu şekilde buraya giremezsin!” cümlesi ile yanıtlanacaktır. Hatice Babacan, başörtüsünün onun inancı gereği olduğunu ve asla çıkarmayacağını söyleyince önce amfiden çıkarılacak daha sonra da fakülteden ihraç edilecekti. Hatice Babacan’a yapılan adaletsizliği protesto etmek için elli kadar İlahiyat Fakülteli öğrenci boykot kararı aldılar. Gazetelerde boykota katılan öğrencilerin ve Hatice Babacan’ın irticacı oldukları ve tarikatlar tarafından yönlendirildikleri yazılıyordu.[[dipnot31]]
Hatice Babacan’ın tavrı büyük bir şok yaratmıştı. Her zaman köylü ve cahil görülen, eğitilmeye çalışılan ve hor görülen başörtülü kadınların artık susmama ihtimalleri olduğu büyük bir endişe yaratmıştı. İmam-hatip liseleri ile kendilerine eğitim alabilecekleri alanlar bulan başörtülü kadınlar 70’li yıllarda başlarındaki örtülere sahip çıkarak üniversite kapılarını zorlamaya başlayacaktı. 70’ler aynı zamanda birçok hakim, öğretmen ve yazar başörtülü kadının ortaya çıktığı ve talip oldukları tüm alanlardan “yasaklanmaya” başlandıkları yılları beraberinde getirecekti Yaşadığımız topraklarda bir yandan fetişizm derecesinde yüceltilen laisizm bir yandan bu topraklardaki bir çok insanın atsan atılmaz satsan satılmaz Müslüman kimlikleri, kamusal alanı şizofrenik uygulamaların vuku bulduğu bir sahneye çevirmişti. Çünkü hakim ideoloji ve bu ideolojinin neferlerinin İslam’la kurdukları ilişki asla tümden reddetmek değil, belirli ve çok keskin kırmızı hatlar oluşturmaktı. Bu yüzden sahnenin en “şizofren” oyuncuları, başrol oynasalar da figüran muamelesi görenler başörtülü kadınlar olmuşlardı. Fakat çatlak da olsa sesleri duyulmaya başlayan bu kadınlar hiç olmadığı kadar paniğe; baskıların daha da cinsiyetçi ve antidemokratik dozunun artırılarak devamlılığına sebep olacaktı. Çünkü yıllardır daha “modern” daha da “modern” olma pratikleri günah keçisi ilan edilen başörtülü kadınların bedenleri masaya yatırılarak uygulanmıştı. Bu kadınlar sadece hakim ideoloji tarafından değil kendi bulundukları topluluklar içerisinde de yalnızlaştırılmıştı. Şimdi bu mağduriyeti yaşayan özneler başörtülerinden vazgeçerek değil tam da sahip oldukları başörtüleri için, örtüleriyle her alanda var olabilmek için isyan ediyorlardı. Hem de tüm bu yaşananlara rağmen şaşırtıcı bir şekilde sayıları azalarak değil çoğalarak. Bu kadınlar içerisinde döneme damgasını vuran ve birçok başörtülü kadını örtünme ile ilgili sorgulatan Şule Yüksel Şenler’den[[dipnot32]] de bahsetmek gerekir. Şule Yüksel Şenler başörtülü kadınlara yönelik saldırılara cevap oluşturduğu, Müslüman kadınları öven köşe yazıları ve batı özentisi kıyafeti yeren yazılarıyla dikkatleri üzerine çekmişti. Türk Kadınlar Birliği, Üniversiteli Kadınlar Derneği gibi “çağdaş” bazı kadın grupları tarafından ciddi suçlamalara maruz kalacak fakat bunların hepsine cevap oluşturacak, mücadele edecektir.
12 Mart dönemine yaklaşılan tarihlerde kamusal alanda görünmeye başlanan Hatice Babacan, Şule Yüksel Şenler gibi kadınlar da her zaman görünmez kılınan ve asla bahsedilmeyen “başörtülü kadınların mücadele tarihlerine” her gün bir yenisinin ekleneceği eylemlilikler döneminin yakında olduğunun habercisiydi.
70’li Yıllar
70’li yıllara gelindiğinde İslam artık sağcılıktan ayrışmış; tek başına, kendi dinamikleri olan bir güç olarak görülmeye başlamıştı. Bu tarihten sonra tesettür ile mücadelenin de rengi değişecekti. Aşağılanmaların ve hor görmelerin yerini “eğitemezsek yasak ederiz” zihniyeti alacaktı.[[dipnot33]] Her ne kadar başörtüsü ile mücadelede yasaklar git gide sistematik hale gelecekse de henüz başörtülü kadınlara asla doğru yolu bulamazlar gözü ile bakılmıyor, bitmek tükenmek bilmeyen aydınlatma misyonu devam ediyordu. 70’li yıllara kadar başörtüsü ile avukat olabilme, öğretmenlik yapabilme ya da memur olma gibi mevzular çok da tartışılmıyordu. Zaten bu meslekleri yapan ve başörtülü olan kadınlar o kadar azdı ki, olanlarda üst orta sınıf ailelerin çocuklarıydı ve bu kadınların örtüleri sineye çekilebiliyordu. Fakat 70’lerde ciddi bir başörtülü kadın nüfusu üniversiteden mezun oluyor; tıpkı Emine Aykenar gibi avukatlık yapmak istiyor ve mahkemeye girerken “modern” olma zorunluluğu hatırlatılıyordu. Aykenar başörtüsü ile mesleğini yapamayacağı gerekçesi ile avukatlıktan ihraç edildi; fakat başörtüsünün mesleği ile hiçbir ilişkisi olmadığını savunup, durumu en yüksek makamlara kadar taşıyacağını ve sonuna kadar mücadele edeceğini açıkladı. Aykenar’ın bu çıkışı Avrupa basınında da yer buldu. Uzunca bir mücadele sonucunda başörtüsü ile avukatlık yapmanın “mesleki ahlâk”a zarar verdiği gerekçesiyle görevine bir daha asla dönemeyeceğini anladı ve Milli Gazete’de köşe yazarlığı yapmaya başladı.[[dipnot34]]
Bu günden yaklaşık otuz beş yıl önce yaşanan bu mevzu hala benzer biçimlerde tartışılıyor ve benzer yöntemler uygulanıyor. Cumhuriyet’in kadınlarının eğitimli olması zorunluluğu artık başörtülü kadınlara öğretilmiş görünüyor. Başörtüsünün altında görünen ya da görünmeyen saçlar bir işin ne kadar iyi yapılıp yapılamayacağının göstergesi oluyor. Dindar, başörtülü bir kadın başörtüsü ile asla tarafsız olamıyor ve onun aldığı hukuk eğitimi makbul sayılmıyor. 70’li yıllar boyunca Aykenar’ın yaşadığına benzer bir sürü mevzu tartışılıyor, basına yansıyor ve yargıda benzer kararlarla bağlanıyordu.
70’li yılların ortalarına doğru “itaat” etmeyi reddeden ve örtüsü ile yüzlerine kapanan devlet dairelerinde, eğitim kurumlarında var olmak isteyen kadınların çıkışları çoğalarak devam etti. Bununla birlikte başörtülü kadınlar kendi derneklerini, örgütlenmelerini kurmaya başladılar. Bu derneklerde yer alan kadınlar genellikle üniversite mezunu “eğitimli” kadınlar oluyordu. 1973 yıllında kurulan Hanımlar İlim ve Kültür Derneği bunlardan ilkiydi. Daha sonra Şadırvan adlı bir dergi de çıkartmaya başladılar. Ayrıca Şule Yüksel Şenler’in öncülüğünde kurulan İdealist Hanımlar Derneği ve Mukaddesatçı Hanımlar Derneği de bunlardan bazılarıydı. Bu derneklerin gündemleri; genelde Kuran’ın öğrenimi, iyi anne ve eş olma, Ramazan, kandil gibi günlerde toplanma ve okumalar düzenleme gibi faaliyetlerdi.[[dipnot35]]
Ayrıca 70’li yıllarla beraber tesettürlü kadınların tesettür amaçlı kullandıkları kıyafetler ciddi anlamda farklılaşmaya başladı. Bu farklılaşmada modanın kılık-kıyafetlerin belirlenmesinde önemli bir belirleyici olmaya başlaması önemli bir etkendi. Artık örtülü kadınlar “ipekbaşörtülüler”, “pardösülüler” ve “çarşaflılar” olmak üzere üç farklı gruba ayrılıyordu.[[dipnot36]]
12 Eylül ve İlk Yasaklar
1981 Şubatıydı. Bir genelge yayınlandı. Bundan böyle derslikler, yemekhane, kütüphane ve tüm birimler olmak üzere, başörtülü alınmayacak diyordu. Ben eczacılıkta okuyan on arkadaşımla birlikte kapıdan alınmadım. Diğer bölümlerde de yaklaşık elli başörtülü öğrenci vardı 80 darbesiyle hız kazanacak bu yasağının ilk mağdurlarıydık… Yıldız Ramazanoğlu
12 Eylül 1980 yılında sağ ve sol kutuplaşmayı önlemek adına yapılan askeri darbe ve ardından kurulan askeri rejimle birlikte sağ ve sol kesim askerin törpüsüyle “düzeltilirken” başörtülü öğrenciler de eğitim hayatlarındaki kısıtlanmaların hızla arttığı bir döneme girdi. Henüz 82 Anayasası düzenlenmeden, Evren’in ilk yaptırımlarından biri okullardaki “irtica” tehlikesini başörtülülerin kampüslere girişini yasaklayarak bertaraf etmek olmuştur. Yasağın kanuni değil fiili bir durum olarak uygulanabilir olması ve hukuki yollarla çözülebilmesinin önüne de böylece set çekilmesinin temel sebeplerinden biri, bu yıllarda yasağın yeni anayasa yapılanmadan önce Kenan Evren’in talimatıyla uygulamaya geçilmesidir. Yasak ilk defa kendisinden öğrendiğimiz üzere Yıldız Ramazanoğlu’nun da o sırada Eczacılık Fakültesi öğrencisi olduğu Ankara’daki Hacettepe Üniversitesi’nde uygulamaya geçildi ve buradan diğer üniversitelere yayıldı.
Ardından 1981 yılında o zamandan beri başörtüsü dahil üniversitelerdeki her şeye müdahale eden YÖK kuruldu. “YÖK kurucusu, yaratıcısı ve başkanı olan İhsan Doğramacı’nın keşfi ile başörtüsü sorunu türban sorununa dönüştürülmüş ve türbanın ‘modern giyim tarzı’ olduğu Vakko’dan alınan bir yazıyla onaylanmıştı.” [[dipnot37]]
“Türban TDK’da kelime anlamı olarak ‘ince kumaştan yapılmış, başı sıkıca bağlayan bir baş sargısı’ olarak geçer. Aslında Osmanlılarda tülbent olarak bilinen bu kelime Fransızlar tarafından türban olarak dillerine ve dolayısıyla bizim dilimize geçmiştir. Farkı ise başörtüsünün ve türbanın başı kapatma, yani bağlanma biçimidir.” [[dipnot38]]
İhsan Doğramacı’nın bu “türban” keşfi fazla uzun yaşayamamış, 1989 yılında Anayasa Mahkemesi’nin kararı ile yasaklanmıştır. Fakat bu ayrımın günümüze değin uzanacak başörtüsü-türban kavramsallaştırmasına bir giriş niteliği taşıdığını da söylemeden geçemeyiz.
Yine arada geçen zaman yasaklar, yeni yönetmelikler ve belirsizliklerle doludur. YÖK Disiplin Yönetmeliği’nde değişiklik yapılır ve başörtüsüne özgürlük sağlayan yeni yasa Aralık 1988’de Meclis’ten geçirilir. Evren yasayı bu defa veto etmez, önce imzalar, sonra da Anayasa Mahkemesi’ne götürür. Mahkeme, 26 Mart 1989 yerel seçimlerinden hemen önce başörtüsü yasasını iptal eder. YÖK ve Cumhurbaşkanlığı arasındaki bu paslaşmalar sonucu neticesiz kalan sorun İstanbul başta olmak üzere ülkenin pek çok şehrinde geniş katılımlı protesto mitingleri düzenlenmesine sebep olacaktır.[[dipnot39]] Bu arada İslami kesimin sorunlarına eğilerek politika üreten sırasıyla Milli Nizam, Milli Selamet ve ilerde bahsedeceğimiz Refah Partisi ismiyle politik serüvenine devam eden Necmettin Erbakan ve siyasi kitlesinin bu eylemlerde aktif rol oynadığı söylemek gerek.
Hukuki boyuta dönecek olursak, başörtülü öğrenciler için o zamandan bugüne kadar uzanacak belirsizliğin ve keyfi uygulamaların temelleri zamanın cumhurbaşkanı Kenan Evren tarafından Resmi Gazete’de yayınlanan bir “uyarı” ile tam olarak gerçekleşmiş olur. Böylece bölücü kuvvetler başlığı altındaki yoğun gündeme “anarşist komünistler” ve “dağlı Kürtler”in yanı sıra “irticacı başörtülüler” de dışlanması/yok edilmesi gereken bir kitle olarak eklenmişti.
1980’lerde sosyalistsen “Sus, olay çıkarma, okuluna git”; Kürtsen“ ‘Ben Türküm’ de, tüm sorunlar bitsin”; ve başörtülüysen“ Aç başını, gir okula” söylemleri eşliğinde yetişen bir neslin evlatları olarak suskun ve tepki vermeye korkan bir nesil geliyordu.
Başörtülü Kadının Aktif Siyasete Katılımı ve 28 Şubat Darbesi
Tam da böyle bir dönemde başörtülü kadının “kentte üretilen değerlerden ve zenginliklerden payını alma”[[dipnot40]] talebine karşılık Refah Partisi’nin kurulmasıyla birlikte Kadın Kolları başörtülü kadının siyasete katılamamaktan ötürü içine düştüğü boşluğu, büyük bir gayretle doldurma çabasını üstlenerek gelecek ve başörtülü kadının taleplerini karşılama iddialarıyla örgütlenecekti. Refah Partisi 1991 seçimlerinde meclise girdi. 1995 seçimlerinden birinci parti olarak çıktı. 1997’de Refahyol Hükümeti’ni kurdu. Osmanlı’dan Cumhuriyet’e Kadının Tarihi Dönüşümü adlı kitapta Sibel Eraslan, Refahyol Hükümeti hakkında şöyle der: “Binlerce kadının bu vesileyle aktif siyasetin içinde yer alması, gönüllü çalışması, ‘işlerin’ coşku ve heyecan içinde görülmesi herkesin de fark ettiği gibi siyasi hayatımızın ilk kez tanık olduğu bir şeydi.” Fakat bu dönemi de pembe bir dönem olarak görmemek gerekir. Bu dönem karar mekanizmalarında kadınların rollerinin erkeklere göre oldukça sınırlı olduğu dolayısıyla kadının ancak araçsal bir rol üstlendiği bir dönemdir. Ayrıca başörtüsünden dolayı milletvekilliği, belediye başkanlığı gibi resmi görevlerde bu kadınların yer alması mümkün olmadığı için politikaya verilen emeğin görünürlük kazanmakta yine de pek başarılı olmadığı söylenebilir. Zaten bunun en sert örneği büyük tepkiler ve imkânsızlaştırmalar ışığında engellenmeye çalışılan Merve Kavakçı’dır. Kavakçı’yla birlikte büyük bir kırılmaya uğrayan başörtülü kadının aktif siyasete katılım hikâyesi bugün de sadece gönüllülük üzerinden devam etmektedir.
Ve 28 Şubat’a uzanan bir iktidar sürecinden sonra Refah Partisi kapatıldı. Hükümet her başa geldiğinde başörtüsü yasağını kaldırmak için uğraş vermişti. Fakat 28 Şubat darbesiyle birlikte durum daha da zor ve içinden çıkılamaz bir hal aldı. Askeri tehditlerle karşı karşıya kalan Erbakan başörtüsünü yasaklayan ilgili maddeyi imzalamak zorunda kaldı. Böylece İslamî kesimin ve başörtülülerin gündemine ağır bir ümitsizlik hâkim olacak, başörtülüler çözüm için yeni arayışlar içine gireceklerdi.
28 Şubat dönemini biraz daha analiz etmek gerekirse; Erbakan’ın arka bahçesi imam-hatipler, başbakanlığa çağrılan cemaat liderleri, Kudüs mitingleri derken askeri müdahale bu sefer de İslamcı Refah Partisi’ni ama aslında toplumdaki “İslamcı” büyümeyi törpülemek üzere gelmişti. Bu noktada şunu da ifade etmek gerekir ki, Türkiye’de bunlar olurken dünyada da tehlike algısı komünizmden İslam’a geçmekteydi. Artık ABD’de de komünizm yerine İslam’ı birincil düşman ilan edecek onunla savaşmaya başlanacaktı. İslami terör kavramının ABD güvenliğiyle birlikte gündeme gelişi ile Türkiye’de de birincil tehlikenin komünizmden şeriata geçiş yapması ilginç şekilde paralel olarak gelişmiştir. Bu bağlamda Türkiye’nin bir NATO ülkesi olması, ABD ile sağlam ilişkilerde bulunması ve küresel dünya trendlerine uyum sağlamış olması bu durumla açıkça ilişkilendirilebilir.
Bu süreçle birlikte yükseköğretim kurumlarında başörtüsü yasağı hızla uygulanmaya başlanmış ve 2002 yılı itibariyle farklı şekillerde de olsa yasağın uygulanmadığı hiçbir üniversite kalmamıştır. Düşünce yasağı sadece üniversitelerdeki başörtülü öğrencileri değil İstanbul Üniversitesi’nin dekanlığa gönderdiği 11 Mart 1998 tarihinde uygulanan genelgeye göre “kıllı”[[dipnot41]] öğrencileri de kapsıyordu. Böylece sakallı öğrenciler de okullara alınmamaya başlandı. Okul kapısı önünde traş olma eylemleri yapıldı. Fakat yasak sadece öğrencileri de kapsamamıştı. İstanbul Üniversitesi öğretim üyesi Prof. Dr. Ahmet Ağırakça da İslami duruşu yüzünden görevden alındı. Aynı şekilde ekonomi bölümündeki Doç. Dr. Sevgi Kurtulmuş da başörtüsü yüzünden okuldan atıldı. Bu yasaklardaki rolünden dolayı İstanbul Üniversitesi rektörü Kemal Alemdaroğlu’nun ismi başörtüsü yasağının tarihine hiç unutulmamak üzere kazındı.
Böylece 28 Şubat’la tarihe gömülen RP kadın hareketi 1999 yılında Fazilet Partisi’nin Merve Kavakçı’yı milletvekilli adayı olarak ikinci sıraya koyması ile birlikte tekrar canlandı. Kavakçı seçimlerden milletvekili olarak çıktı. Fakat sonra Merve Kavakçı’yı “haddinin bildirilmesi”[[dipnot42]] ve sonrasında ölüm tehditleri alarak ülkeyi terk etmesiyle sonuçlanan bir süreç bekliyordu.
90’larda Başörtüsü ve Eylemlilik
Devlet siyasetinde gerek erkek hegemonyası yüzünden, gerekse başörtüsü bahanesiyle geri plana itilen başörtülü bir kadın, STKcılığa yönelmeye başladı. 28 Ocak 1991’de insan haklarını savunmak için kurulan Mazlumder, 11 Ekim 1995’te geleneksel kadın imajını masaya yatırmayı hedef alan Hidayet Şefkatli Tuksal ve arkadaşları tarafından kurulan Başkent Kadın Platformu, 1999 Şubat’ında Haksöz Dergisi etrafında şekillenerek kurulan ve anti-emperyalist muhalefeti İslami bir perspektifle gerçekleştiren Özgür-der ve 15 Şubat 1999’da başörtüsü yasağı yüzünden ayrımcılığa uğrayan çeşitli meslek gruplarından kadınlar tarafından kurulan AKDERbu kadınların aktif rol oynadığı STK’lar içinde önemli bir yer tutar. Başkent Kadın Platformu üzerine doktora tezini yazan İhsan Toker tezinde bunu şu şekilde ifade eder: “Benim için bu kadınlar; kadın toplumsal cinsiyeti ile din ve modernlik arasındaki etkileşimin anlamlı bir tezahürü olmuşlardır. Gerçekten de, Başkent Kadın Platformlu kadınlar, din, modernlik, sivil hareket, feminizm gibi çok sayıda kavramın bir araya geldiği bir çerçeveyi temsil etmektedirler. 1995 yılında kuruluşundan bu yana platform mensubu kadınlar, kendilerini çoklu bir mücadele alanı içerisinde bulmuş görünmektedirler.” [[dipnot43]]
Ankara’da bunlar olurken Hülya Şekerci başkanlığında kurulan Özgür-der tüm Türkiye’de başörtüsü eylemleri silsilesi oluşturacak kadar çok eylem düzenledi. Bu konu tartışıldı, politika üretilmeye çalışıldı. “Kemalist İdeoloji ve TSK’nın Kapıkulu Olmayacağız!”, “Eğitimde Atatürkçülük Dayatmasına Son!”, “Militarizme Boyun Eğmeyeceğiz!”gibi binlerce sloganla günümüzde bu eylemlerin sayısı Van’da 107, Sakarya’da 158, Ankara’da 139, Kocaeli’nde 179, Konya’da 53, İstanbul’da yüksek sayılara ulaşacaktı.[[dipnot44]]
2000’lerde Çözüm Arayışı: Yurtdışı Çözümü
Başörtülü öğrencilerin eğitimlerini tamamlayabilecekleri herhangi bir eğitim kurumu bulunmadığından binlerce öğrenci okulu bırakmak zorunda kalır. Bazı öğrenciler ise, eğitimlerini tamamlamak üzere yurt dışı arayışına girerler. Şu da bir gerçektir ki Türkiye’den başka sekülerizmini örnek aldığımız Fransa dahil hiçbir ülkede üniversitede başörtülü eğitim görme engellenmemektedir. Fakat yurtdışında eğitim görmenin maliyetleri de çok yüksektir. Bu da Türkiye’de eğitim hakkını alamayan başörtülülerden sadece üst sınıfın bu seçenekten yararlanması anlamına gelir. Bunun yanı sıra ÖSS’deki puanı dikkate alınarak başarılı öğrencilere de başörtülü kadınlar tarafından kurulan AKDER ve imam-hatip mezunları tarafından kurulan Önder gibi kuruluşlardan yurt dışı bursu verilir. Fakat başörtülü öğrencilerin eğitim almaya başladığı üniversitelerin denkliği YÖK tarafından kaldırılmaya başlanır. Eğitimi tamamladıktan sonra aldıkları diplomanın Türkiye’de geçerli olması için yine Yükseköğretim Kurumu’nun denklik vermesi gerekmektedir. Yükseköğretim Kurumu başörtülü öğrencilerin Türkiye’de eğitimlerini tamamlamalarına izin vermediği gibi, başka üniversitelerden aldıkları diplomalara da denklik vermez.
Özellikle başörtülü öğrencilerin tercih ettiği üniversitelerin denkliği, Avrupa’da ilk üçe veya ilk ona girse dahi kaldırılıyor. YÖK’ün denklik sorunu çıkardığı üniversitelere son beş yıl içinde Londra’daki Kraliçe Mary Tıp Okulu, ABD’deki John Hopkins Üniversitesi, Frankfurt Üniversitesi ve Roma Üniversitesi de katıldı. John Hopkins dünyanın ilk beş yüz üniversitesi listesinde ilk üçte, diğerleri de ilk yirmide. YÖK ayrıca, başörtülülerin yoğun biçimde tercih ettikleri Viyana Üniversitesi’nin pek çok bölümü için “eş program eksikliği” uygulamasını getirdi. Mezun olanlar tekrar ÖSS’ye girmek zorunda. Moskova Üniversitesi ile Ukrayna Devlet Üniversitesi Tıp Fakültesi uluslararası prestijlerine rağmen YÖK’ten denklik alamayan üniversitelerden diğer ikisi. [[dipnot45]]
Günümüzde de her sene bu dernekler tarafından bir gurur tablosu olarak İstanbul’da mezuniyet törenleri yapılan gurbetçi başörtülüler Viyana başta olmak üzere, Avustralya, Bulgaristan, Amerika, Tataristan, Kuzey Avrupa, Almanya, Romanya, Üsküp, Saraybosna ve Macaristan’da nüfus olarak gitgide yoğunlaşan kalabalıklarla okumaya devam etmektedirler.
İkna Odaları
..Senden sadece başını açmanı istiyoruz.
İkna odalarında kullanılan ikna metotlarını Psikolojik Bir İşkence Metodu Olarak İkna Odaları adlı kitabın yazarı ve bunu bizzat tecrübe etmiş Gülşen Demirkol Özer “Etiketleme, bir seçime zorlama, yalan, iddia, düşman tespiti, otoriteye sığınma, övgü, tehdit, tecrit ve teklif” olarak özetlemiş. [[dipnot46]] Aynı kitapta geçen bazı söylenmiş sözler bu durumu gayet güzel özetliyor aslında: “Yazık değil mi? Son sınıfa gelmişsin. Ne güzel mezun olursun kariyer yaparsın.” vb. şeyler söyledi. “‘Nasıl örtündün, kendi isteğinle mi?’ tarzındaki sorulardan sonra, ‘sağlığın için iyi değil başörtüsü. D vitamini kemiklerin için gerekli.’” “Ailemizi soruşturuyorlar. İnancımızı yargılıyorlar. Dünyanın ve bu ülkenin sahibi gibi davranıyorlardı. Egemen güç olduklarını hissettiriyorlardı. ‘Bu kararları biz koyduk buna uyacaksınız’ diyorlar ve kendilerini tartışılmaz bir yere koyuyorlardı. “’Başını açtıktan sonra, benim koluma gireceksin, birlikte okulun içinde bir tur atacağız’ dedi. Aksi takdirde, 1 aydan 6 aya kadar uzaklaştırma alıyorsunuz. Bu devam etmek istemeyen öğrenci için mesele değil. Ama devam etmek isteyen için çok önemli.” “’Sana burs veririz. Bu okulda daha iyi bir gelecek sağlarız.’ Yani vakıflardan, şuradan buradan sağlanan bursların dışında, rektörlük bursu veririz deniliyor. Ayrıca iş imkanları sağlanıp, okulda kalabilirsin, kariyer yapabilirsin şeklinde şeyler de söyleniyor. Daha çok parayla ilgili teklifler…” “’Neden örtündün? Babanla aranız nasıl? Nasıl bir çocukluk geçirdin? Seni dövüyorlar mıydı? Annen çocukken sana çok bağırır mıydı?’ gibi sorularla bizi ağlatana kadar ardı ardına çocukluğumuzla ilgili sorular soruyorlardı… Ağlayınca da ikna olmadığımız için dışarı çıkartılıp, kapı önündeki topluluğun önünden geçerek okuldan çıkarılıyorduk.”
span class=”Apple-style-span” style=”line-height: normal;”>
Bu örnekler de ikna odalarının, tam da başörtülü kadını çağdaş kadın “seviyesine” getirmeye çalışan Kemalist zihniyetteki kadınların 50’li yıllarda daha modern olabilmesi için tesettürlü kadınlara kendi mantolarını hediye ettikleri gibi şimdi de başörtülü kadını başörtüsünden kurtararak kendine biçtiği yurdu çağdaşlaştırma misyonunu yerine getirmek istemektedir. Fakat başörtülü kadının aslında başörtüsünden kurtulmak istemediği, bu kurtarma operasyonunun onu özgürleştireceği yerde daha da sınırlandırdığı gerçeğinin Kemalist elit tarafından kabul edilememesi veya görmezden gelinmesi; başörtülü kadının iyiliği veya kötülüğü açısından değil, bu ülkede kim kimden daha güçlü mantalitesiyle değerlendirilmesine sebep olmuştur. Bunun ekonomik arka planına bakacak olursak bu dönemde artık İslami kesimin kendine ait bir burjuva sınıfının oluştuğu ve bu elit zümrenin kendine ait sermaye birikimiyle artık Kemalist burjuvaya rakip, onun oturduğu üst sınıf koltuğunu paylaşmaya talip bir zümre olduğunu söylemekte fayda var. Bizce 2000’li yıllarda iyice sert bir hal alacak olan şeriat korkusunun da arkasında yatan önemli nedenlerden biri Kemalist ideolojinin de ötesinde elit kimliğini ve elit olmanın getirdiği ayrıcalıkları kaybetme korkusu yaşayan ülke elitiyle, yükselen yeni orta sınıf arasındaki sınıf mücadelesidir.
AKP Dönemi Çözümsüzlüğü
28 Şubat sürecinin etkileri 2002 seçimlerinde yeni kurulmuş, birkaç aylık AKP’yi yüzde 34 oyla iktidara getirdi. AKP iktidarından seçmenlerinin beklediği en önemli girişimlerden biri başörtüsü serbestisiydi. Ama AKP iktidarı 2007’ye kadar bu konuyu gündemine almadı.
Başörtüsü yasağı AKP rejim krizi etrafında bir kısır döngü olarak dönüp dolaşıp her sene okula giremeyen başörtülü öğrencilerle sonuçlanıyordu. Her sene başörtülü öğrenci üniversite sınavına yeni bir umutla hazırlanıyor, her sene aynı sorunla karşılaşıyordu. Çözüme yaklaşma hissi, yeni hayal kırıklıklarını da beraberinde getirdi.
Altı çizilmesi gereken başka bir nokta da, AKP iktidarı ile birlikte başörtüsü mücadelesi ve umudun, sivil siyasetten meclis siyasetine doğru ani bir geçiş yaptığıdır. AKP başörtülü seçmene sorunu çözme sözü vermişti. Böylece AKP’ye güvenen İslami kesimin büyük bir kısmı eylemlilik ve mücadeleden vazgeçti. Hatta hükümeti yıpratmamak adına başörtüsü yasağıyla ilgili dahi olsa hiçbir sorun çıkarmamaya azami gayret gösterildi. Tabi birazdan bahsedeceğimiz gibi İslami kesim içinde de bu politik tavra ve AKP’ye karşı bir muhalefet gelişiyordu.
Direnişin azalmasının sebeplerine gelirsek, bu durumun sebeplerinden birinin yirmi beş yılı aşkın bir süredir bu sorunla mücadele eden İslami kesim entelektüellerinin artık bu durumu ve başörtülü mağdurları kendi kaderine bırakmış olmasıdır diyebiliriz. Dönem dönem sorun gündeme geldikçe tartışılsa da herkesin inandığı bir gerçek vardı. Her mağdur kendi çözümüyle bir şekilde durumu idare ediyordu. Bu süre zarfında başını açanlar buruk bir kariyerin sahibi olmuşlardı; okulu bırakanlarınsa okulu neden bıraktığı zamanla unutulmuş, geriye sadece okulun bir şekilde yarım bırakıldığı gerçeği kalmıştı.
AKP dönemi çözümsüzlüğünün en önemli göstergelerinden biri de gittikçe artan sayıda -hatta içlerinde Başbakan Erdoğan’ın kendi kızının da bulunduğu- başörtülü öğrencinin yurtdışında eğitime gitmek zorunda kalmasıydı.
AKP İktidarı Döneminde İslami Kesimde Muhalefet
İslami kesimin tamamı AKP hükümeti zamanında da meydanlardan çekilmeyi tercih etmedi. Muhalefetten geri durmayan örgütler arasında en çok faaliyet gösterenler Özgür-der ve Anadolu Gençlik Dergisi etrafındaki Saadet Partililerdi. Bu gruplar halen AKP muhalefetine devam etmekte, sık sık başörtüsü eylemleri düzenlemektedirler.
Ayrıca İslami kesim arasındaki antiemperyalist ve anti Amerikancı gruplar ve hiçbir gruba dahil olmayan muhalif Müslüman bireylerin sol muhalefet, sosyal demokrat kesim ve feminist mücadele ile yakınlaşması açıkça gözlemlenebilir hale gelmiştir. Gençsiviller’in başörtülü öğrenciler ve aktivistlerle birlikte düzenlediği darbe karşıtı eylemlerin yanı sıra birçok başörtüsü eylemi de yapıldı ve yapılıyor. Genç Siviller’in: “Hayır! Benim Babannem gibi olsun!”; Boğaziçi’nde Kardeşlik İstiyoruz’la birlikte düzenlenen “Henüz Özgür Olmadık!”, feminist kadınlar ve İslamcı kadınların düzenlediği aynı zamanda bu kadınların yeni bir platform olarak da devam ettirdiği Birbirimize Sahip Çıkıyoruz, ve feminist kadınların da katımlıyla düzenlenen “Bu bir başörtüsü eylemidir!” eylemleri bunların en dikkat çekicilerindendir. Ve bu eylemler başörtüsü açısından yeni ve farklı bir çizgi oluşturmuştur. Boğaziçi’nde 2008-2009 Güz Öğretim Dönemi’nin ilk iki gününde yaşanan kriz ve bugünlerde Eğitim Fakültesi’nde ve Yabancı Diller Yüksek Okulu’nda devam eden kriz boyunca sol ve feminist çevreler bu mücadelede başörtülü kadınların yanında durmaktan geri kalmamıştır.
Bu bağlamda BÜKAK da bu konudaki belgesel projesi, yazın yürüttüğü başörtüsü okumaları ve BÜ’de kadın gündemi’nin bu dönemki sayısı için hazırladığı başörtüsü dosyası ile bu yeni politik akımın, bir araya gelme sürecinin üniversite öğrencileri olarak belki de en hızlı ve en verimli ayağını oluşturmuştur.
Bir araya gelme süreci sadece üniversitelerde değil politik yaşamın diğer bölgelerinde de kendini göstermiştir. Örneğin İslamcı Özgür-der; EMEP, Irak’ta İşgale Hayır Koordinasyonu, ESP, Haklar Özgürlükler Cephesi gibi sosyalist örgütlerin antiemperyalist eylemlerine katılmakta ve iki farklı antiemperyalist akım birleşebilmektedir. Feminizm açısındansa bu konuda ilk akla gelen isim Hidayet Şefkatli Tuksal ve 1995 yılında kurduğu Başkent Kadın Platformu’dur. Burada da yıllardan beri Müslüman kadınlarla birlikte feminizmi ve kadın bakış açısını ele alan tartışmalar, okumalar yapılmaktadır.
Cumhuriyet mitingleri
Başörtüsünün politikaya belki de en çok dahil olduğu dönemlerden biri AKP hükümeti ve eşleri başörtülü milletvekilleri döneminde oldu. Kadınların bu pasif siyasi dahiliyeti cumhurbaşkanlığı seçimlerinden hemen önce cumhurbaşkanı adayı Abdullah Gül’ün eşi Hayrunnisa Gül’ün Kemalizmin kalesi Çankaya Köşkü’ne “first lady” olarak çıkma ihtimali büyük bir tahammülsüzlüğe sebep oldu. Bu sebeple 14 Nisan’da Ankara-Tandoğan’da, 29 Nisan’da İstanbul-Çağlayan’da, 5 Mayıs’ta Çanakkale’de ve Manisa-Sultan Meydanı’nda, 13 Mayıs’da İzmir-Gündoğan’da toplam beş tane olmak üzere, adına “Cumhuriyet Mitingleri” denen mitingler silsilesi gerçekleşti. Ayrıca 27 Nisan gecesi TSK’nın internet sitesinde benzer eleştiriler yapılarak muhtıra niteliğinde bir bildirge yayınlanarak hükümete uyarı gönderildi. Bu muhtıradan sonra da Cumhuriyet Mitingleri düzenlemeye devam eden Kemalist kesim bazı çevreler tarafından militarizmle suçlandı. Cumhuriyetçi kesim tarafından AKP’nin ve başörtülülerin Amerikancılığından şikayet edildi. Bu dönemde tüm başörtülüler AKP seçmeni ve dolayısıyla “Amerikan projesi” ilan edilerek başını örten herkes tekrar bir çatı altında homojenleştirildi. Durumun yarattığı ya İslamcısın, ya cumhuriyetçi ayrımı 2007 seçimlerine yansıdı. Cumhuriyet elden gidiyor telaşesi diğer tarafta da “din elden gidiyor” telaşesine yol açınca AKP hükümeti ezici çoğunlukla tekrar bir hükümet kurdu. Foucault’ya göre normalin tanımı ancak deliyi tanımlayarak yapılabilir. Dolayısıyla aslında söylemler toplumda kendi zıddıyla var olmaktadır. Burada biz de Foucaultcu bir perspektiften yola çıkarak CHP’nin üniversite ve diğer kamu kuruluşlarındaki başörtülüler olmadan, AKP’nin de Cumhuriyet Mitingleri ve dindar halka yapılan baskı olmadan oy toplamasının yani varlığını sürdürmesinin oldukça zor olduğunu söylersek çok da yanlış bir şey söylemiş olmayız. Bu açıdan bakınca Cumhuriyet Mitingleri oldukça AKP de olacak ve şeriat korkusunu ayakta tutmadan CHP’yi de ayakta tutmak mümkün değil.
Bugün
Farklı boyutlarda da olsa YÖK’ün baskılarına direnen birkaç özel üniversite ve Boğaziçi Üniversitesi’nde de yasak uygulanmaya başlandı. YÖK, başörtüsü yasağı uygulamayan ya da uygulamakta yetersiz gördüğü özel üniversiteleri kapatmakla tehdit etti. Fatih Üniversitesi, yüzlerce başörtülü öğrenciye disiplin soruşturması açmasına ve bazı öğrencilere ceza vermesine rağmen YÖK tarafından cezalandırıldı. Başörtüsü yasağının son aşaması olarak İslam dini üzerine öğretim verilen ilahiyat fakültelerinde de başörtüsü yasağı uygulanmaya başladı.
Üniversitede başörtüsü yasağına karşı yapılan gösterilere katıldığı tespit edilen kadın öğrenciler okullarından atıldılar. Kampüs alanı içerisinde başörtülü olarak bulunanlara uzaklaştırma cezaları verildi. Kayıt yaptırırken peruklu olduğu gerekçesiyle bazı öğrencilerin kaydı yapılmadı.
En son dönemlerde başörtüsünün yasaklanması, ardından serbest bırakılır gibi yapılıp ve tekrar yasaklanması yani ikinci dönem AKP hükümeti tecrübesiyle birlikte başörtülü öğrenciler bir şekilde ümit ve ümitsizlik arasında tutuldu. Günümüzde çözümsüz bir şekilde rektörlerin, dekanların, öğretmenlerin ve kapılardaki güvenlik görevlilerinin keyfine göre farklı şekillerde yasak uygulanmaya devam ediliyor.
Sonuç
Şöyle bir literatür taraması yapıldığında aslında Tanzimat’tan bugüne kadar yazılmış binlerce “başörtüsü yasağı tarihçesi” bulunmakta. Bizim yazdığımız bu yazı ise biraz daha bu yasakla ilgili bilmediğimiz ama yasağı tecrübe eden aktörlerin aynı zamanda nasıl da aktivizm ürettiklerini göstermeye çalışmaktı. Aslında yapmak istediğimiz görünmez kılınan “başörtülü kadınların mücadele tarihini” görünür kılmaktı.
Batılı modern bir ülke olmanın en önemli ön koşulu olan “kılık kıyafette modernlik” anlayışının temelleri Tanzimat Dönemi devrimlerinde yatmaktadır. Tesettürden vazgeçmeyen kadın bu politika içinde feracesi, çarşafı, mantosu, pardösüsü, başörtüsüyle devlet eliti tarafından modernleşme sürecinin önünde her zaman engelleyici bir faktör olarak algılanmış ve batılı modernleşme süreci boyunca da entegrasyona zorlanmıştır. Geleneksel toplum yapısı ve devlet baskısı arasında başörtüsüyle sıkışıp kalan Müslüman kadın arada kalmanın verdiği sancıdan yeni bir fay hattı doğurmuş ve topluma beklenmedik ve güçlü bir aktör olarak geri dönmüştür.
Modernizmin önündeki “başörtülü engel” toplumda görünmez kılınmaya çalışılırken, bu görünmezlik üniversitelerde şapkalı ve peruklu dolaşan, okuluna başörtülü girmek için mücadele veren öğrencilerle birlikte görünmezlikten aşırı bir görünürlüğe keskin bir geçiş yapmıştır. Bu görünmezlik ve aşırı göze batma hallerinin ikisini aynı anda yaşayan başörtülü öğrenci içine düştüğü çıkmazdan ancak kendi duygu ve düşüncelerini, kendi diliyle ifade ederek kurtulabileceğini fark etmiştir. Belki de bu kadar eylem ve slogan da bu yüzden tüketilmiştir bu zamana kadar.
Bugün gelinen noktada bizim için önemli olan ve vurgulamak istediğimiz tam da kendisine yapılan haksızlıkların zirveye çıktığı bu zamanda başörtülü kadının kendini diğer haksızlığa uğrayanlarla empati kurarken ve onlara destek olurken buluvermesidir. Tüm kimlik siyasetleri, azınlık sorunları ve aidiyetle yabancılaşma arasındaki o ince çizgi başörtülü kadının sadece tecrübe ettiği değil, bu konudaki algısını da şekillendiren bir olgu haline gelmiştir. Bu sıralar bazı başörtülü kadınları sadece İslami örgütlenmelerde bulunmaktan alıkoyan ve başka başka ezilenlerin sorunlarına da çözüm ararken görüyor olmamızın sebebini bizce tam da burada aramak gerekiyor. Üniversite öğrencileri olarak özellikle toplumsal empati ve haksızlığa karşı hep birlikte direnme ahlâkı geliştirdiğimiz şu dönemde bu birlikteliğin bir ayağını da hikayesini dinlediğiniz başörtülü kadın oluşturmuştur.