Dış Politika
Doğu Akdeniz’deki Gerginlik
Türkiye, 16 Ağustos tarihinde Yavuz sondaj gemisinin çalışmalarını yürüteceği alana yönelik 18 Ağustos-15 Eylül tarihleri için yeni Navtex (denizcilere duyuru) ilan etti. Ayrıca 1-2 Eylül tarihleri arasında Kıbrıs’ın kuzeydoğusunda gerçek mermilerin kullanılacağı bir deniz tatbikatı yapılacağını duyurdu.
Mısır ile Yunanistan arasında imzalanan deniz yetki alanlarının sınırlandırılması anlaşmasından sonra Türkiye sismik araştırma gemilerini savaş gemileri eşliğinde Girit ile Kıbrıs arasındaki bölgeye göndereceğini duyurmuş, Yunanistan da buna tepki olarak Girit açıklarında bir deniz tatbikatı yapacağını duyurmuştu. Fransa da 26 Ağustos’ta Yunanistan, İtalya ve Kıbrıs’a ait gemilerin katılacağı tatbikata katılacağını duyurdu. Birleşik Arap Emirlikleri de Girit’e F-16 uçakları konuşlandırdı. Yunanistan Savunma Bakanlığı’ndan yapılan açıklamada, “Bu tatbikat, dört Akdeniz devletinin tansiyonu düşürme politikası kapsamında hukukun üstünlüğüne yönelik taahhütlerini ortaya koyma amacı taşıyor” denildi.
Bu gelişmeler üzerine Almanya ve ABD devreye girerek Doğu Akdeniz’de tansiyonu düşürmek üzere görüşmelerde bulundu. Ankara ve Atina’yı ziyaret eden Almanya dışişleri bakanı Maas “doğrudan görüşme” çağrısında bulundu. Trump da Mitçotakis ve Erdoğan’ı arayarak itidal çağrısında bulundu. NATO Genel Sekreteri Jens Stoltenberg, Doğu Akdeniz’deki krizin “ittifak içinde dayanışma ruhuyla çözülmesi gerektiğini” söyledi. Yunanistan ve Kıbrıs ise AB’ye Türkiye’ye yaptırım uygulama çağrısında bulundu. Çavuşoğlu ve Erdoğan gerilimi tırmandırmaya devam eden açıklamalarda bulundu.
Sıcak çatışma ihtimalini de barındıran gerilimin önümüzdeki haftalarda daha da tırmanması bekleniyor. Nitekim 29 Ağustos günü Türkiye’nin Navtex yayınlandığı bölgeye yaklaşan Yunan jetleri Türk F-16’lar tarafından engellen radar kilitleyerek uzaklaştırıldı.
Türkiye Doğu Akdeniz’deki hidrokarbon yataklarının paylaşımından dışlanmak isteniyor ve burada hakkı olduğunu iddia ediyor. Ancak hakkını aramak için askeri güç gösterisinden başka bir seçeneği kalmamış durumda, çünkü İhvancı dış politika ekseni nedeniyle Akdeniz havzasında yalnızlaşmış durumda ve Libya’da Ulusal Mutabakat Hükümeti ve Filistin’de Hamas dışında diplomatik temasta bulunabildiği siyasi odak ya da ülke neredeyse kalmamış durumda.
Türkiye’nin yumuşak güç seçeneklerini tüketmesi AB blokunu karşısına almasına ve NATO içinde bölünmeye neden oluyor. Ancak Türkiye’nin askeri güç gösterisi ile dış politika hedeflerine varabilmesi için yüksek teknolojili silahlar satın aldığı ülkelerle ABD-AB-İsrail ilişkilerini düzeltmesi gerekiyor. Bu açmaz nedeniyle bir yandan iç politika malzemesi olarak askeri güç gösterisini sürdürürken bir yandan da diplomatik çıkış aradığı düşünülebilir. Bu konuda gelişmeleri izlemek gerekiyor.
Libya’da ateşkes
Libya’da Ulusal Mutabakat Hükümeti Başbakanı Fayez el-Sarraj, 21 Ağustos’ta ülkedeki tüm askeri güçlere ateşkes talimatı verdi. Tobruk’ta bulunan Libya Temsilciler Meclisi’nden yapılan açıklamada ise ‘bölgede tüm düşmanlıkların sona ereceği’ belirtildi. Sarraj bu nedenle, ateşkesin Hafter tarafından bozulmayacağına ilişkin Temsilciler Meclisi’nden güvence verilmesi gerektiğini de yaptığı açıklamaya ekledi. Uluslararası ajanslar, Hafter’in bu kez ateşkese destek verdiğini yazdılar.
UMH başbakanı Fayez el-Sarraj ve Temsilciler Meclisi’nin başkanı Akile Salih, birkaç dakika arayla yaptıkları açıklamalarla üzerinde uzlaşı sağlanan şu konuları da uluslararası kamuoyuna duyurdular:
- Etkin bir ateşkes uygulaması için tarafların almak için son aylarda yoğun mücadele verdikleri Sirte ve Cufra kentlerinin silahsızlandırılması
- Aylardır yapılamayan petrol üretiminin yeniden başlatılması ve gelirlerinin tarafsız bir hesapta tutulması
- Nihai amaç olan tam bağımsızlığın sağlanması için ülkedeki yabancı güçler ve paralı savaşçıların ayrılması
- 2021 yılının Mart ayında cumhurbaşkanlığı ve meclis seçimlerinin gerçekleştirilmesi
Hatırlanacağı üzere Türkiye’nin UMH’ne verdiği destek Hafter güçlerinin ilerlemesi durdurmuş, Hafter’e bağlı Libya Ulusal Ordusu Sirte-Cufra hattına kadar geriletilmiş, Mısır ve Rusya petrol yataklarının bulunduğu bölgeye açılan Sirte-Cufra hattını kırmızı çizgi ilan etmiş, bunun üzerine UMH’ne bağlı güçlerin Türkiye’nin desteği ile ilerlemesi durmuştu.
Fehim Taştekin’e göre[1] Türkiye bu ateşkese ilişkin sessizliğini korudu, ancak bu sessizlik Türkiye’nin hedeflerine askeri yoldan ulaşamayacağını kabullendiğini gösteriyor: “Başlangıçta Türkiye, Petrol Hilali’ne ulaşarak stratejik dengeyi tamamen değiştirmek ve Hefter’i denklemden düşürmek istiyordu. Bu olmayınca Ankara, Almanlar ve Amerikalıların geliştirdiği Sirte ve Cufra’nın silahsızlandırılması önerisine boyun eğdi. Hefter’in geri plana itildiği bir süreçte doğu güçlerinin siyasi kanadını temsilen Salih’le masaya oturmak itibarlı bir çıkış hâline geldi.”
Ancak yine Fehim Taştekin’in bildirdiğine göre hem Rusya hem de Türkiye Sirte-Cufra hattında kırmızı çizginin oluşmasından sonra da Libya’ya askeri yığınak yapmaya devam ediyor: “Saldırı seçeneği gerilese de Türkiye’nin Sirte ve Cufra’ya yüklenmek için oluşabilecek fırsatları kaçırmayacağı söylenebilir. Ayrıca askeri kargo uçaklarının izleri Türkiye’nin Vatiyye Hava Üssü’ne yerleşme, Mısrata’da bir deniz ve bir kara üssü edinme planlarından vazgeçmeyeceğini gösteriyor. Ankara müzakere süreci başlayana kadar askeri varlığını iyice perçinleyip pazarlık masasında göz ardı edilemeyecek bir ağırlık kazanmayı umuyor. Ateşkes çağrısındaki şarta rağmen Türkiye’nin çekileceği ya da milis kullanımına son vereceğine dair bir emare de yok. Hatta Suriye İnsan Hakları Gözlemevi’ne (SOHR) bakılırsa ateşkes çağrısından sonra Halep ve İdlib’den toplanan 120 kişilik yeni bir grup Libya’ya gönderilmek üzere Türkiye’de eğitim kampına alındı.
Libya’da bu sefer gerçekten ateşkes sağlanıp sağlanamayacağı büyük ölçüde Türkiye ve Rusya’nın savaşan taraflara verdiği askeri desteği kesmeyi ve ülkeye askeri yığınak yapmayı durdurmayı kabul etmelerine ve ve hamisi oldukları tarafları gerçek bir barış için zorlamalarına bağlı. Ancak gelişmeler ne yazık ki umut vermiyor; büyük olasılıkla bu ateşkes de daha öncekiler gibi uzun sürmeyecek. AB’nin önceliği Libya’dan petrol akışının başlaması ve istikrarlı bir şekilde devam etmesi ve Libya’dan mülteci akışının önünün kesilmesi, dolayıyla bir siyasi çözümü zorlayacaklarını söyleyebiliriz.
Ekonomi
Ağustos ayı içinde Türk Lirası ciddi bir değer kaybına uğradı, ABD Doları bayram sonrası 3 Ağustos’ta 6.95 TL’den 28 Ağustos’ta 7.35 TL’ye çıktı. 20 Ağustos’ta toplanan MB Para Politikası Kurulunun (PPK),bir hafta vadeli repo ihale faiz oranının (politika faizi) yüzde 8,25 düzeyinde sabit tutulmasına karar verdiği bildirildi. MB’nin politika faizini değiştirmeme ısrarını sürdüren ekonomi yönetimi, dövizdeki yüksekliği durdurabilmek için daha farklı sıkılaştırma politikalarına yöneldi.
Öncelikle bankalardan nakit efektif döviz çekimlerinde komisyon alınmaya başlandı, ancak yapılan itirazlar sonucunda bundan geri adım atıldı. Bazı bankaların nakit döviz çekiminde komisyon kesmeye başlaması, özellikle yüklü çekim yapmak isteyenlere zorluk çıkarması ilk başvurulan yöntem idi. Ancak daha sonra banka müşterilerinin itirazı ve hakem heyetlerine başvuruların ardından komisyon kaldırıldı.
MB’nin ikinci hamlesi bankaların dağıttığı düşük faizli krediler nedeniyle artan TL ihtiyacını karşılamak için 18 Ağustos’ta 8 Eylül vadeli repo ihalesi düzenlemek oldu. İhaleyle piyasaya 10 milyar lira verildi. İhalede en düşük ve ortalama faiz yüzde 11,30, en yüksek basit faiz yüzde 11,35 olurken, en düşük ve ortalama faiz yüzde 11,92, en yüksek bileşik faiz ise 11,98 seviyesinde gerçekleşti. Böylece faizler resmi enflasyon oranına çekilmiş oldu.
Ekonomist Uğur Gürses’in dikkat çektiği bir diğer “arka kapı” yöntemi[2] de Hazine’nin sattığı döviz tahvilleri: ”döviz kurunu tutabilmek için rezervler tüketildiği gibi, Hazine’nin kendi operasyonları için ilave döviz yaratabilmek amacıyla döviz tahvili ‘bastığına’ tanık oluyoruz. Kamu bankaları da nakit dövizlerini eritip, yerine Hazine’nin bastığı döviz tahvillerini koyuyor. […] Yani kamu bankalarındaki döviz cinsi mevduatların karşılığı olan döviz, bu tahviller vasıtasıyla Hazine’ye aktarılıyor. İki amaç var; birincisi, kamu bankalarının döviz operasyonlarına devam etmesi için döviz olmayan ama bilançoda döviz kabul edilen döviz varlığı yaratmak, ikincisi de bütçe açığının finansmanında TL faizlerini baskılamak için döviz cinsi borçlanmak. Bu yurtiçi döviz tahvillerinin yurtdışında işlem gördüğünü söylemek zor. Bunları döviz olarak kabul edip portföyüne alanlar da kısıtlı. Çünkü uluslararası hukuka tabi olarak ihraç edilmiyorlar.”
Nitekim, Uluslararası derecelendirme kuruluşu Fitch, 22 Ağustos’ta yaptığı açıklamada[3] Türkiye’nin BB- seviyesindeki kredi notunu teyit edip görünümünü ‘durağan’dan negatife düşürdü. Fitch raporunda “Döviz rezervlerindeki tükenme, zayıf para politikası kredibilitesi, negatif reel faiz oranları ve kredi teşvikiyle güçlenen büyük cari açık dış finansman risklerini kötüleştiriyor” yorumunda bulundu. MB rezervlerindeki erimeye de dikkat çeken raporda şu ifadeler yer aldı:
“Rezervlerdeki azalma, […] bankaların swap kanalıyla Merkez Bankası’na haziran sonuna kadar 40,5 milyar dolar vermesi ve Katar’la yapılan 10 milyar dolarlık swap anlaşmasına rağmen gerçekleşti. Swap dışındaki brüt rezervler aralıktaki 87,3 milyar dolarlık seviyesinden 29,3 milyar dolara geriledi. Swap dışı net rezervler ise eksi 30,2 milyar dolar seviyesinde.”
Türk lirasındaki hızlı değer kaybının, MB’nin döviz rezervlerindeki erime, pandeminin reel ekonomi üzerindeki etkileri ve düşen turizm gelirleriyle birleştiğinde ekonomik çöküşü hızlandırdığını söyleyebiliriz. Ekonomi yönetiminin kamu bankaları marifeti ile dağıttığı ucuz krediler kısa bir süre konut ve otomobil piyasasında hareketlilik yaratmış olsa da bunun etkisinin çok kısa sürdüğü ve kurdaki arışı frenlemek için örtülü faiz artışına devam eden Merkez Bankası’nın fonlama faizini çift haneli rakamlara yükseltmesi ile birlikte vatandaşın ve işletmelerin kullandığı kredi faizlerinin de yıllık yüzde 18 civarına yükseldiği görülüyor.
Bu faiz artışı dövizdeki yükselişin önünü şimdilik kesmiş görünüyor, ancak Türkiye’nin pandemi döneminde merkez ülkelerde yaratılan likidite bolluğundan nasibini alarak yabancı sermaye çekebilmesi ve geçmişte olduğu gibi bu yolla büyümesini sürdürebilmesi büyük ölçüde keyfi ve hukuksuz uygulamaların son bulmasına ve güvenin tesisine bağlı.
Bu tablo içinde RTE’nin verdiği “doğalgaz” müjdesi ancak halkı boş umutlara sevk etmek ve gündem saptırmak için bir gerçekte de tedavülde kalma süresi bir-iki günle sınırlı girişim olarak kaldı. Karadeniz’de 320 milyar metreküp doğalgaz bulunmasıyla ilgili kaleme aldığı yazıda gazeteci Murat Yetkin, bu rezervin Türkiye’nin 6-7 yıllık ihtiyacını karşılayabileceğini belirtti.[4] Uzmanlar, işletme başladığında yılda 5 ila 10 milyar m3 üretilebileceğini söylüyor, ki bu da Türkiye’nin mevcut doğalgaz tüketiminin yaklaşık yüzde 10 ile 20’si arası katkı demek. Üstelik de bu rezervin işletilmeye başlanmasının da yıllar alacağı hesaba katıldığında Türkiye’nin mevcut acil ekonomik sorunlarına bir çözüm olmayacağı çok açık.
[1] Fehim Taştekin “Erdoğan’ın hayallerine gölge düşüren ateşkes”, Al-Monitor, 26 Ağustos 2020
[2] Uğur Gürses: Hazine bir nevi ‘yerli doları’ basıyor, Gazete duvaR, 18.08.2020
[3] Türkiye’nin görünümünü negatife düşüren Fitch’ten açıklama: Swap dışı net rezervler eksi 30,2 milyar dolar seviyesinde, Independent Türkçe, 22.08.2020
[4] Murat Yetkin, Beş soruda Karadeniz’de doğalgaz gerçekleri, Yetkin Report, 21.08.2020