Medya hakkında yazmamın nedeni, bir yönüyle, bütün entelektüel kültürle ilgilenmem. Medya ise entelektüel kültürün incelenmesi en kolay olan kısmı. Her gün yayımlanıyor. Sistematik bir araştırma yapabiliyorsunuz. Dünkü versiyonu bugünkü versiyonla karşılaştırabiliyorsunuz. Neye önem verilip neye verilmediği ve şeylerin nasıl yapılandığı konusunda pek çok kanıt var.
İzlenimim, medyanın akademik çalışmalardan veya diyelim, entelektüel düşünce dergilerinden çok da farklı olmadığı. Fazladan bazı kısıtlamalar var ama radikal bir farklılık yok. Karşılıklı olarak birbirleriyle etkileşim içindeler; insanların bu alanların arasında bu kadar kolaylıkla gidip gelebilmesinin nedeni de bu.
Medyaya veya anlamak istediğiniz herhangi bir kuruma bakarsınız. İç kurumsal yapısı hakkında sorular sorarsınız. Toplumdaki konumlanışları hakkında bir şeyler bilmek istersiniz. Başka iktidar ve otorite yapılarıyla ilişkisi nedir? Eğer şanslıysanız, bilgi sisteminde size neye hizmet ettiğini söyleyen önde gelen kişilerin yazdığı dahili belgeler vardır (bu bir tür doktriner sistemdir). Bununla halka ilişkiler amacıyla basılan bildirileri kastetmiyorum; neye hizmet ettikleri konusunda birbirlerine söyledikleri şeyleri kastediyorum. Çok miktarda, oldukça ilginç belgeler vardır.
Bunlar medyanın niteliği hakkındaki üç ana bilgi kaynağıdır. Medyayı, diyelim, bir bilim insanının karmaşık bir molekülü veya ona benzer bir şeyi inceleyeceği gibi incelemek istersiniz. Yapıya bakarsınız, ardından yapıya dayanarak medya ürününün muhtemelen neye benzeyeceği konusunda belirli bir hipotez ortaya atarsınız. Daha sonra medya ürününü incelersiniz ve hipoteze ne kadar uyup uymadığına bakarsınız. Medya analizindeki bütün çalışma neredeyse bu son bölümden oluşur: sadece medya ürününün ne olduğunu ve medyanın niteliği ve yapısı hakkındaki aşikar varsayımlara uyup uymadığını incelemeye çalışmak.
Pekâlâ, ne bulursunuz? İlk önce, medyanın, örneğin eğlence/Hollywood, Brezilya dizileri vs. gibi şeyler yapan farklı kısımları olduğunu, hatta ülkedeki gazetelerin çoğunun (ezici bir çoğunluğunun) böyle şeyler yayımladığını görürsünüz. Kitlesel okuyucuyu/izleyiciyi onlar yönlendirirler.
Medyanın başka bir kısmı, yani seçkin medya da vardır. Bazen bu tür medyaya gündem belirleyici (agenda-setting) medya da denir. Bunun nedeni, büyük kaynaklara sahip olmaları nedeniyle başka medya organlarının içinde iş gördüğü çerçeveyi belirlemesidir. New York Times‘ı, CBS’yi, buna benzer medya organlarını kastediyorum. Onların okuyucu/izleyicileri çoğunlukla ayrıcalıklı insanlardır. New York Times‘i okuyan insanlar – zengin veya bazen “siyasi sınıf” olarak adlandırılan sınıfın üyesi olanlar – aslında devamlı şekilde siyasi sistemin içinde yer alırlar. Esas olarak şu veya bu biçimde yöneticidirler. Siyasi yöneticiler olabilirler, (şirket yöneticileri vs. gibi) iş dünyasındaki yöneticiler olabilirler, (üniversite profesörleri gibi) doktora yöneticileri veya halkın olayları düşünme veya bakma tarzının örgütlenmesine girişmiş olan diğer gazeteciler olabilirler.
Seçkin medya, diğerlerinin içinde iş gördüğü bir çerçeve belirler. Sürekli bir haber akışı üreten Associated Press’e (AP) bakarsanız, şunu görürsünüz: Her gün öğleden sonra “Editörlerin Dikkatine: Yarınki New York Times‘ın ilk sayfasında şöyle şöyle bir haber yer alacak” diyen bir haber gelir. Bunun anlamı şudur: Eğer Dayton, Ohio’da bir gazetenin editörüyseniz ve haberin ne olduğunu bulacak kaynaklarınız yoksa veya bu konuda herhangi bir şekilde fikir yürütmek istemiyorsanız, bu size haberin ne olduğunu söyler. Yerel meselelerin veya okuyucularınızın dikkatini başka yöne kaydıracak haberlerin dışındaki şeylere ayıracağınız çeyrek sayfanızı bu haberlerle doldurursunuz. Bu haberleri oraya koyarsınız, çünkü yarın ilgilenmeniz gereken şeylerin bunlar olduğunu bize New York Times söylemektedir. Eğer Dayton, Ohio’da bir editörseniz bir anlamda bunu yapmak zorundasınızdır, çünkü elinizde pek fazla kaynak yoktur. Eğer çizginin dışına çıkarsanız, eğer büyük basının hoşuna gitmeyen haberler yayımlarsanız, yakında mutlaka bu yaptığınızın karşılığını görürsünüz. Aslında yakınlarda San Jose Mercury News‘te meydana gelenler bunun çarpıcı bir örneğidir. Eğer çizgiden çıkarsanız, iktidar oyunlarının sizi tekrar hizaya sokmak için başvurabileceği bir sürü yöntem vardır. Eğer kalıbı kırmaya kalkışırsanız, ömrünüz pek uzun olmaz. Bu çerçeve gayet güzel işler ve bariz iktidar yapılarının bir yansıması olduğu anlaşılabilir bir şeydir.
Gerçek kitle medyası esas olarak halkın dikkatini başka konulara kaydırmaya çalışır. Bırakalım başka şeylerle uğraşsınlar, ama bizim canımızı sıkmasınlar (burada “biz”den, gösteriyi yönetenler kastedilmektedir.) Örneğin bırakalım profesyonel sporlarla ilgilensinler. Bırakalım herkes, profesyonel sporların veya seks skandallarının ya da ünlü kişilerin veya onların sorunlarının çılgınlık derecesinde meraklısı olsun. Ciddi olmadığı sürece her şey olabilir. Tabii ciddi işler büyük adamlara göredir. Onlarla “biz” ilgileniriz.
Seçkin medya, gündem belirleyici medya hangileridir? Örneğin, New York Times ve CBS bunlardan bazılarıdır. Bir kere bu medya organları büyük, son derece kârlı şirketlerdir. Üstelik, çoğunlukla bu medya şirketleri General Motors, Westinghouse vs. gibi ya çok daha büyük şirketlere bağlıdır veya doğrudan onların mülkiyetindedir. Tamamen despotik bir yapı olan özel teşebbüs ekonomisinin iktidar yapısının en tepelerinde yer alırlar. Eğer yaptıkları şeyleri beğenmiyorsanız, çeker gidersiniz. Büyük medya basitçe bu sistemin parçasıdır.
Peki büyük medyanın kurumsal işleyişi nasıldır? Bu da aşağı yukarı aynı yapıya sahiptir. Başka büyük iktidar merkezleriyle – hükümet, diğer şirketler veya üniversiteler – etkileşim ve ilişki içindedirler. Medya doktriner bir sistem olduğu için, üniversitelerle yakından etkileşim içindedir. Örneğin, Güneydoğu Asya veya Afrika ya da buna benzer bir konuda haber yazan bir muhabir olduğunuzu farz edin. Büyük bir üniversiteye gitmeniz ve size ne yazacağınızı söyleyen bir uzman bulmanız beklenir. Ya da Brookings Ensitüsü veya Amerikan Girişim Enstitüsü (American Enterprise Institute) gibi kuruluşlardan birisine giderseniz ve onlar size ne söyleyeceğinizi anlatırlar. Bu dışarıdaki kurumlar medyaya çok benzer.
Örneğin, üniversiteler bağımsız kurumlar değillerdir. Belki içlerinde şurada burada bağımsız insanlar görebilirsiniz; ama aynı şey medya için de geçerlidir. Ve genellikle şirketler için de geçerlidir. Yine, aynı durum faşist devletler için de geçerlidir. Ama üniversite kurumunun kendisi asalaktır. Üniversite dışarıdaki destek kaynaklarına bağımlıdır. Ve üniversite esas olarak, özel servet, bağışlar yapan büyük şirketler ve (zar zor ayırt edilebilecek ölçüde şirket iktidarıyla iç içe geçmiş olan) hükümet gibi destek kaynaklarının ortasında yer alır. Üniversitelerin içinde olup da kendini bu yapıya uyarlamayanlar, onu kabul etmeyen ve içselleştirmeyenler (bu yapıyı içselleştirmeden ve ona inanmadan gerçekten üniversitede çalışamazsınız), bunu yapmayanlar muhtemelen süreç içinde kurumun dışında bırakılacaklardır. Bu süreç anaokulundan başlar ve daha üstteki kurumlara kadar devam eder. Hoşa gitmeyen ve bağımsız düşünen insanlardan kurtulmak için türlü türlü süzgeç düzeneği vardır. Üniversite okumuş olanlarınız, eğitim sisteminin tamamen uyum göstermeyi ve itaat etmeyi ödüllendirmek üzere düzenlenmiş olduğunu bilir. Eğer uyum göstermez ve itaat etmezseniz, sorun yaratın bir tipsiniz demektir. Dolayısıyla bu süzgeç düzeneği, toplumdaki kuşatıcı iktidar sisteminin inanç ve tutumlar çerçevesini gerçekten dürüst şekilde (yalan söylemiyorlar) içselleştirmiş olan kişilerin arta kalmasıyla sonuçlanır. Harvard veya Princeton gibi seçkin kurumlar veya örneğin küçük pahalı kolejler tamamen sosyalleşmeye hizmet ederler. Eğer Harvard gibi bir yere girerseniz, genellikle kibar görgü kuralları öğretilir: Nasıl yüksek sınıfların bir üyesi olarak davranılır; nasıl doğru fikirler düşünülür vs.
George Orwell’ın 1940’ların ortalarında yazdığı Hayvanlar Çiftliği, totaliter bir devlet olan Sovyetler Birliği üzerine bir hicivdir. Çok okunan bir kitap olmuştu. Herkes çok sevmişti. Sonradan Hayvanlar Çiftliği‘ne bir önsöz yazdığı ve bu önsözün hasır altı edildiği ortaya çıktı. Bu önsöz, ancak 30 yıl sonra yayımlandı. Birisi kağıtlarının arasında bulmuştu. Hayvanlar Çiftliği‘nin önsözü “İngiltere’deki Edebi Sansür” üzerineydi. Önsözde, bu kitabın açıkça Sovyetler Birliği’ni ve totaliter yapısını alaya aldığı söyleniyordu. Ama Orwell İngiltere’deki durumun çok da farklı olmadığını söylemişti. Etrafımızda KGB dolaşmıyordu, ama sonuçta durum büyük ölçüde aynı kapıya çıkıyordu. Bağımsız düşünceleri olan veya yanlış şeyleri düşünen kişiler dışlanıyordu.
Orwell kurumsal yapı hakkında çok az şey söyler; topu topu iki cümle yazmıştır. Neden böyle olduğunu sorar. Birincisi, basın halka sadece bazı düşüncelerin ulaşmasını isteyen zenginlerin elindedir. Söylediği ikinci şey ise şudur: Seçkin eğitim sistemine, Oxford’taki iyi fakültelere girdiğiniz zaman, söylenmesi uygun düşmeyen bazı şeyler ve sahip olunması uygun düşmeyen bazı fikirler olduğunu öğrenirsiniz. Seçkin kurumların sosyalleştirme rolü budur ve eğer buna adapte olmazsanız, genellikle dışarıda bırakılırsınız. Bu iki cümle aşağı yukarı hikâyeyi anlatıyor.
Medyayı eleştirdiğinizde ve “bakın işte Anthony Lewis veya başka birisi neler yazmış” dediğinizde, çok öfkelenirler. Gayet doğru bir şekilde şöyle derler: “Hiç kimse bana ne yazmam gerektiğini söylemiyor. Ben ne istiyorsam onu yazarım. Baskılar ve kısıtlamalar hakkında bütün bu söylenenler saçma, asla baskı altında değilim.” Bu tamamen doğrudur; ama mesele şu ki, kimsenin onlara ne yazmaları gerektiğini söylemesine gerek olmadığını, çünkü zaten doğru şeyleri yazacaklarını daha önceden kanıtlamışlardır. Aksi halde orada olmazlardı. Eğer şehir haberleri masasında işe başlamış olsalardı ve yanlış türde haberlerin peşinden gitselerdi, şimdi istedikleri her şeyi söyleyebildikleri konumlara gelmeyi asla başaramazlardı. Aynı şey, daha ideolojik disiplinlerin bulunduğu üniversite fakülteleri için de çoğunlukla doğrudur. Orada da sosyalleşme sisteminden geçmişlerdir.
Pekâlâ, bütün sistemin yapısına bakarsınız. Haberlerin nasıl olmasını beklersiniz? Aslında oldukça açıktır. Örnek olarak New York Times‘ı alın. New York Times bir şirkettir ve bir ürün satar. Ürün okuyuculardır. Gazeteyi satın aldığınızda, para kazanmazlar. Gazeteyi internete bedava koymak onları daha çok memnun eder. Aslında, siz gazeteyi satın aldığınızda, para kaybederler. Ama ürün okuyuculardır. Ürün ayrıcalıklı insanlardır; tıpkı gazeteleri yazan kişiler gibi toplumdaki üst-düzey karar alıcılardır. Bir pazara bir ürün satmanız gerekiyor ve tabii ki pazar da reklam veren kuruluşlardır (yani, başka şirketlerdir). İster televizyon olsun, isterse gazete veya başka bir şey olsun, okuyucu/izleyicileri satarlar. Şirketler başka şirketlere okuyucu/izleyicileri satar. Seçkin medya söz konusu olduğunda, işin içinde büyük şirketler vardır.
Peki ne olmasını beklersiniz? Bu koşullar kümesi karşısında medya ürününün niteliğinin nasıl olmasını beklersiniz? Hipoteziniz, yani başka bir varsayımda bulunmadan yapacağınız tahmin nedir? Aşikar varsayım şudur: Medya ürünü, neyin yayımlanıp yayımlanmadığı, yayımlanan şeyin kimin lehine olacak şekilde çarpıtıldığı, satıcıların ve alıcıların, kurumların ve bunların etrafındaki iktidar sistemlerinin çıkarlarını yansıtacaklardır. Eğer böyle olmasaydı, bir tür mucize olması gerekirdi.
Pekâlâ, bunun ardından asıl emek isteyen çalışma gelir. Sistemin, sizin öngördüğünüz gibi işleyip işlemediğini sorarsınız. Evet, buna kendiniz karar verebilirsiniz. Bu aşikar hipotezle ilgili olarak düşünülebilecek en zor testlere tâbi tutulmuş, ama yine de sapasağlam ayakta duran pek çok malzeme vardır. Sosyal bilimlerde herhangi bir sonucu bu kadar güçlü şekilde destekleyen başka bir şey neredeyse hiç bulamazsınız. Tabii bu da pek büyük bir sürpriz sayılmaz; çünkü güçlerin işleyiş biçimi göz önüne alındığında varsaydığınız sonucun testlerden sağlam çıkmaması mucize olurdu.
Keşfettiğiniz ikinci şey, bütün bu konunun tamamen bir tabu olduğudur. Eğer Kennedy Kamu Yönetimi Fakültesi’ne veya Stanford’a ya da başka bir yere gider ve gazetecilik ve iletişim veya akademik düzeyde siyaset bilimleri okursanız, bu sorunlar muhtemelen hiç gündeme gelmeyecektir. Yani, neyin ifade edilmesine izin verilmediğini bile bilmeden herhangi bir kişinin öne süreceği hipotez ve bununla ilgili kanıtlar tartışılamaz. Bunu da öngörürsünüz zaten. Eğer kurumsal yapıya bakarsanız, “tabii ki, böyle olması lazım, neden bu adamlar yaptıkları şeylerin teşhir edilmesini istesinler ki?” dersiniz. Çevirdikleri dolaplar konusunda eleştirel analize neden izin versinler ki? Cevap, buna izin vermek için bir sebep olmadığıdır; nitekim izin vermezler de. Bir kez daha, mesele bilinçli sansür değildir. Mesele, bu gibi şeyleri yazıp çizecek olanları zaten o konumlara getirmeyecek olmanızdır. Bu sol için (sol olarak adlandırılan şey için) de sağ için de geçerlidir. Bunun için bazı düşüncelere sahip olmayacak şekilde gerektiği gibi sosyalleşmeniz ve eğitilmeniz gerekir, çünkü eğer bu tür düşüncelere sahipseniz orada olamazsınız. Dolayısıyla ikinci dereceden bir öngörüde bulunursunuz: Birinci dereceden öngörünün tartışılmasına izin verilmediğini tahmin edersiniz.
Bakılması gereken son şey de bunların olup bittiği doktriner çerçevedir. Medya, reklamcılık, akademik siyaset bilimleri vs. dahil olmak üzere, bilgi sisteminde üst düzeyde yer alan kişilerin (mezuniyet törenlerine konuşurken değil) birbirlerinin okuması için yazarken ne olması gerektiğine ilişkin akıllarında bir resim var mıdır? Açılış konuşmaları yaparken, güzel sözler vs. söylersiniz. Ama söz konusu insanlar birbirlerinin okuması için yazdıklarında bu konuda ne diyorlar?
Bakılması gereken başlıca üç akım vardır. Birincisi, bildiğiniz gibi halka ilişkiler endüstrisi (PR), iş dünyasının başlıca propaganda endüstrisidir. PR endüstrisinin liderleri ne söylemektedir? Bakılması gereken ikinci yer, “kamusal entelektüeller” olarak adlandırılanlar, büyük düşünürler, “yorum yazıları”nı, buna benzer şeyleri yazanlardır. Bu kişiler ne demektedir? Demokrasinin doğasından ve bunun gibi şeylerden bahseden etkileyici kitaplar yazan insanlardan söz ediyorum. Bakılması gereken üçüncü yer ise akademik alandır; özellikle de, siyaset bilimlerinin son 70 veya 80 yıldır bir kolu olan, siyaset bilimlerinin iletişim ve enformasyon vs. ile ilgili kısmıdır.
Bu üç şeye bakar ve neler söylediklerini görürsünüz; bu konularda önde gelen şahsiyetlerin ne söylediğine bakarsanız. Hepsi şunu söyler (sadece kısmen alıntı yapıyorum): Halk “bu meselelerin dışında yer alan, cahil ve işgüzar takımıdır.” Onları kamusal alanın dışında tutmalıyız, çünkü aşırı derecede aptaldırlar ve eğer işe karışacak olurlarsa sorun yaratmaktan başka bir şey yapmazlar. Halkın yapması gereken, “katılımcı” değil “izleyici” olmaktır.
Halkın belirli aralıklarla oy kullanmasına ve aramızdan bazı zeki adamları seçmesine izin verilir. Fakat ardından insanların evine dönmesi ve futbol seyretmek veya onun gibi şeyler yapması beklenir. “Bu meselelerin dışında yer alan, cahil ve işgüzar takımı”nın katılımcı değil, izleyici olması gerekir. Katılımcılar “sorumlu insanlar” olarak adlandırılan kişilerdir ve bunları yazan da tabii onlardan birisidir. Hiçbir zaman “neden ben ‘sorumlu kişiyim’ de başka birisi şu anda hapishanede?” diye sormazsınız. Yanıt oldukça açıktır: Çünkü siz itaatkârsınız ve iktidara tâbisiniz; öteki ise bağımsız birisi olabilir vs. Ama tabii ki bu soruyu sormazsınız. O halde şovu yönetmesi gereken akıllı adamlar vardır, geriye kalanların da işin dışında kalması beklenir. Akademik bir makaleden alıntı yapıyorum: “İnsanların kendi çıkarları hakkında en iyi kararları verdiklerini söyleyen demokratik dogmatizmlere” asla boyun eğmemeliyiz. Hiç de öyle değillerdir. Kendi çıkarları konusunda korkunç derecede kötü kararlar verirler, dolayısıyla iyilikleri için bizim onların yerine karar vermemiz gerekir.
Aslında bu Leninizme çok benzer: Biz işleri sizin adınıza ve herkesin yararına olacak şekilde yürütüyoruz vs. Sanıyorum insanların coşkulu Stalinistler olmakla ABD iktidarının büyük destekçileri olmak arasında tarihsel olarak bu kadar kolaylıkla hareket edebilmesinin nedeni bir yönüyle bu. İnsanlar bir konumdan diğerine çabucak geçiyorlar ve ben de bunun nedeninin, temelde her ikisinin de aynı konum olması olduğu kanısındayım. Aslında pek büyük bir değişiklik yaşamıyorsunuz. Sadece gücün nerede olduğuna ilişkin farklı bir tahmin yürütüyorsunuz. Bir tarihte gücün orada olduğunu, başka bir tarihte ise burada olduğunu düşüyorsunuz. Aslında aynı konumu benimsiyorsunuz.
Bütün bunlar nasıl oldu? Aslında bunun ilginç bir tarihi vardır. Büyük bölümü, büyük bir dönüm noktası olan I. Dünya Savaşı’nda oluşmuştur. I. Dünya Savaşı ABD’nin dünyadaki konumunu önemli ölçüde değiştirdi. Daha 18. yüzyılda, ABD dünyanın en zengin yeriydi. Dünyanın başka yerindekiler bir yana, 20. yüzyılın başlarına kadar Britanya’daki üst sınıf bile Amerika’daki hayat kalitesi, sağlık ve uzun ömür standartlarına ulaşamamıştı. ABD devasa avantajlarıyla olağanüstü ölçüde zengindi ve 19. yüzyıl sonları itibarıyla açık arayla dünyanın en büyük ekonomisiydi. Ama dünya sahnesinde büyük bir oyuncu değildi. ABD’nin gücü Karayip Adaları’na, Pasifiğin belirli bölümlerine uzanmış, ama daha ötesine geçmemişti.
I. Dünya Savaşı sırasında ilişkiler değişti. II. Dünya Savaşı sırasında ise daha da çarpıcı bir şekilde değişti. II. Dünya Savaşı’ndan sonra ABD aşağı yukarı dünyayı ele geçirdi. Fakat I. Dünya Savaşı’ndan sonra da bir değişim olmuştu ve Amerika borç alan bir ülke olmaktan çıkıp borç veren bir ülkeye dönüşmüştü. Britanya gibi devasa bir güç değildi. Ama dünya sahnesinde ilk kez önemli bir aktöre dönüşmüştü. Değişikliklerden birisi buydu, ama başka değişiklikler de vardı.
I. Dünya Savaşı’nda ilk kez yüksek derecede örgütlü bir devlet propagandası tesis edilmişti. Britanyalıların bir Enformasyon Bakanlığı vardı. Hakikaten böyle bir bakanlığa ihtiyaçları vardı, çünkü ABD’yi savaşa sokmaları gerekiyordu; aksi halde başları belaya girecekti. Enformasyon Bakanlığı, “Hun” zalimlikleri vs. gibi bol miktarda uydurma haber dahil, propaganda yapmak üzere düzenlenmişti. Bu kişilerin son derece saf oldukları ve muhtemelen propagandaya inanacakları gibi makul bir varsayıma dayanarak, Amerikalı entelektüelleri hedeflemişlerdi. Nitekim bu kişiler propagandayı kendi sistemleri içinde de yayıyorlardı. Dolayısıyla propaganda büyük oranda Amerikalı entelektüellere göre ayarlanmıştı ve çok başarılı oldu. Britanya Enformasyon Bakanlığı belgeleri (ki pek çoğu açıklandı) amaçlarının, kendi deyişleriyle, bütün dünyanın düşüncesini denetlemek olduğunu söyler – ama esas hedef ABD’dir. Hindistan’daki insanların ne düşündüğüyle hiç ilgilenmediler. Enformasyon Bakanlığı önde gelen Amerikalı entelektüelleri kandırarak Britanya’nın propaganda uydurmalarını kabul etmelerini sağlamakta son derede başarılıydı. Bundan çok gurur duyuyorlardı. Buna da hakları vardı, çünkü hayatlarını kurtarmışlardı. Aksi takdirde, I. Dünya Savaşı’nı kaybedeceklerdi.
ABD’de ise bu konumu paylaşan birisi vardı. Woodrow Wilson 1916’da savaş-karşıtı bir kampanyayla seçilmişti. Amerika çok barışçıl bir ülkeydi. Her zaman da öyle olmuştu. İnsanlar yabancıların savaşlarında çarpışmak istemedi. Ülke I. Dünya Savaşı’na tamamen karşıydı ve gerçekte Wilson savaş-karşıtı bir konum benimseyerek seçilmişti. Sloganı, “zafersiz barış”tı. Ancak savaşa girmek istiyordu. Öyleyse sorun şuydu: Barışçıl bir halkı, bütün Almanları öldürmek isteyen, saçma sapan konuşan Alman-karşıtı delilere dönüştürmek için ne yapmalıydık? Bu, propagandayı gerektiriyordu. Dolayısıyla, Amerikan tarihindeki ilk ve gerçekte tek önemli devlet propaganda kuruluşunu oluşturdular. Halk Enformasyon Komitesi olarak (hoş bir Orwelci terim), aynı zamanda Creel Komisyonu olarak anılıyordu. Komisyonun başındaki kişi Creel’di. Bu komisyonun görevi, halkı şovenist bir histeriye sokmak için propaganda yapmaktı. İnanılmaz derecede iyi işledi. Birkaç ay içinde bir savaş histeri oluşmuştu ve ABD savaşa girebildi.
Pek çok kişi bu başarılardan etkilenmişti. Etkilenenlerden birisi de – ki bunun gelecek açısından bazı sonuçları olacaktı – Hitler’di. Eğer Kavgam‘ı okursanız, belli bir haklılık payıyla, Almanya’nın I. Dünya Savaşı’nda propaganda savaşını kaybettiği için yenildiği sonucuna vardığını görürsünüz. Kendilerinkini kat kat aşan Britanya ve Amerikan propagandasıyla kesinlikle baş edememişlerdi. Hitler bir dahaki sefere kendi propaganda sistemlerinin olacağına ant içer. Nitekim, II. Dünya Savaşı’nda bunu yaptılar. Bizim açımızdan daha önemlisi, Amerikan iş dünyası camiası da propaganda çabasından çok etkilenmişti. O zamanlar bir sorunla karşı karşıya bulunuyorlardı. Ülke, biçimsel olarak daha demokratik hale geliyordu. Pek çok kişi oy kullanabiliyordu vs. Ülke giderek zenginleşiyordu ve daha fazla insan katılım gösteriyor, bir sürü yeni göçmen geliyordu vs.
Bu durumda ne yaparsınız? İşleri özel bir kulüpteki gibi yürütmek gittikçe zorlaşıyordu. Bu nedenle, açık ki halkın ne düşündüğünü denetlemeliydiniz. Halkla ilişkiler uzmanları vardı, ama hiçbir zaman bir halka ilişkiler endüstrisi olmamıştı. Rockefeller’in imajını düzeltmek vs. için işe alınmış bir adam vardı. Ama, bir Amerikan icadı olan, çok büyük bir halkla ilişkiler endüstrisi I. Dünya Savaşı’nda gelişti. Bu işin önde gelen kişileri, Creel Komisyonu’nda yer almıştı. Aslında en önemelileri, Edward Bernays doğrudan Creel Komisyonu’ndan geliyordu. Kısa süre sonra Bernays’ın Propaganda isimli bir kitabı çıktı. Bu arda belirtmeliyim ki, o zamanlar “propaganda” teriminin bugünlerde olduğu gibi negatif çağrışımları yoktu. Terim II. Dünya Savaşı sırasında bir tabu haline geldi, çünkü Almanya’yla, bütün o kötü şeylerle birlikte anılmaya başlanmıştı. Ama o dönemde, propaganda sözcüğü sadece enformasyon veya ona benzer bir anlama geliyordu. Bernays, 1925 civarında Propaganda adlı bir kitap yazdı ve kitabın başında, I. Dünya Savaşı’nın derslerini uyguladığını söylüyordu. I. Dünya Savaşı’ndaki propaganda sisteminin ve üyesi olduğu komisyonun şunu ortaya koyduğunu belirtiyordu: “Bir ordu birliklerini nasıl düzene sokuyorsa, halkın düşüncesini de tamamen şekillendirmek mümkün”dü. Bernays’e göre, zihinleri şekillendirmeye yönelik bu yeni teknikler, aptal kitlelerin doğru yolda tutulabilmesini garanti etmek için akıllı azınlık tarafından kullanılmalıydı. Bunu şimdi yapabilirdik, çünkü şimdi yeni tekniklere sahiptik.
Propaganda, halkla ilişkiler endüstrisinin başlıca el kitabıdır. Bernays bu alanın gurusudur. O sahici bir Roosevelt/Kennedy liberaliydi. Aynı zamanda, Guatemala’nın demokratik hükümetini deviren ABD destekli darbenin ardındaki halkla ilişkiler işlerini yönetmişti.
Bernays’in esas başarısı, 1920’lerin sonunda onu gerçekten şöhrete götüren başarı, kadınların sigara içmesini sağlaması oldu. O günlerde kadınlar sigara içmezdi ve Bernays, Chesterfield için muazzam bir kampanya yürüttü. Bu teknikleri biliyorsunuz: Ağızlarında sigara olan modeller ve film yıldızları, buna benzer şeyler. Dolayısıyla Bernays halkla ilişkiler endüstrisinin önde gelen şahsiyeti haline geldi ve kitabı gerçek bir el kitabı oldu.
Creel Komisyonu’nun başka bir üyesi de Walter Lippman’dı. Lippmann, yaklaşık yarım yüzyıldır Amerikan gazeteciliğinde (ciddi Amerikan gazeteciliğini, ciddi düşünce yazılarını kastediyorum) en çok saygı gören kişidir. Demokrasi üzerine ilerici denemeler olarak adlandırılan (1920’lerde ilerici diye bakılan) yazıları yazmıştır. O da çok açık bir şekilde, propaganda üzerine çalışmalardan elde edilen dersleri uyguluyordu. Demokraside, “rızanın imalatı” denilen yeni bir sanat olduğunu söylüyordu. Bu, onun kendi ifadesidir. Edward Herman ve ben kitabımız için bu ifadeyi ödünç aldık, ama aslında Lippmann’ın ifadesidir. Demokrasi yönteminde işte böyle yeni bir sanatın, “rızanın imalatı”nın olduğunu söylüyordu. Rızanın imalatı ile bir sürü insanın biçimsel olarak oy kullanma hakkı olmasının üstesinden gelebilirdiniz. Biçimsel oy kullanma hakkını konu dışı kılabilirdik. Çünkü rızayı imal edebilir ve insanların tercihleri ve tutumlarının – biçimsel olarak katılım hakları olsa bile – her zaman onlara söylediğimiz şeyleri yapacak şekilde yapılandırılmasını garanti edebilirdik. Böylece gerçek bir demokrasimiz olacaktı. Gayet güzel işleyecekti. Bu şekilde, propaganda kuruluşunun dersleri uygulanıyordu.
Akademik sosyal bilim ve siyaset bilimleri de aynı kaynaktan gelirler. İletişim ve akademik siyaset bilimleri olarak adlandırılan disiplinin kurucusu Harold Glasswell’dir. Başlıca başarısı bir kitap, propaganda üzerine bir araştırmaydı. Daha önce alıntıladığım şeyleri – akademik siyaset bilimlerinden kaynaklanan demokratik dogmatizmlere boyun eğilmemesi gerektiğini vs. (Lasswell ve diğerleri) – son derece dürüst bir şekilde ifade eder. Savaş zamanındaki deneyimden ders çıkartan siyasi partiler de, özellikle İngiltere’deki Muhafazakâr Parti, aynı sonuçlara ulaştılar. Yakın dönemde açıklanan eski belgeler, Muhafazakâr Parti’nin de Britanya Enformasyon Bakanlığı’nın başarılarını takdir ettiğini gösteriyor. Muhafazakâr Parti’dekiler ülkenin gittikçe demokratikleştiğini ve artık bazı insanların özel kulübü olmayacağını görüyorlar. Dolayısıyla, kendi ifadeleriyle söylersek, şu sonuca ulaşıyorlar: I. Dünya Savaşı’nda gayet parlak şekilde işlemiş olan insanların düşüncelerini kontrol etmeye yönelik propaganda mekanizmalarını uygulamalı ve siyaseti, siyasi savaş haline getirmeliyiz.
Bu işin doktriner tarafı ve kurumsal yapı ile çakışıyor. İşlerin nasıl yürümesi gerektiği konusundaki öngörüleri güçlendiriyor. Öngörüler de gayet güzel doğrulanıyor. Ama bu sonuçların da tartışılmasına izin verilmez. Hepsi şimdi ana-akım literatürün bir parçası haline gelmiştir, ama bu durum sadece işin içindeki insanlar için geçerlidir. Üniversiteye gittiğinizde, insanların düşüncelerinin nasıl kontrol edilmesi gerektiğine ilişkin klasikleri okumazsınız.
Bu tıpkı Anayasa Toplantısı sırasında James Madison’ın söylediklerinin okutulmamasına benziyor. Madison, nasıl yeni sistemin başlıca amacının “zengin azınlığı, çoğunluğa karşı korumak olduğunu” ve bu amacı gerçekleştirecek şekilde tasarlanması gerektiğini söylemişti. Anayasal sistemin kuruluşu böyledir, dolayısıyla hiç kimse onu incelemez. Büyük zahmete girerek araştırmadıkça akademik çalışmalarda bile bunu bulamazsınız.
Sistemin kurumsal olarak nasıl bir yapıya sahip olduğu, gerisinde hangi doktrinlerin yattığı ve bunun kendisini nasıl açığa vurduğuna ilişkin benim gördüğüm resim kabaca böyle. Bir de, “bu meselelerin dışında yer alan, cahil ve işgüzar takımı”na yönelik başka bir kısım var. Medyanın bu kısmı şu ya da bu şekilde halkın dikkatinin başka yönlere çekilmesine hizmet eder. Bu resme bakarak, neyi bulabileceğinizi sanırım öngörebilirsiniz.