- Kısaca Ermeni tarihi
- Osmanlı döneminde Ermeniler
- 1915 katliamı
- Cumhuriyet döneminde Türkleştirme politikaları
- Meslek yasakları
- Vatandaş Türkçe konuş
- 20 kura askerlik
- Varlık vergisi
- Gayrimüslim vakıflarının mal edinememesi sorunu
- Din
- Farklı olma durumu
1. Kısaca Ermeni Tarihi
İlk Ermenilerin Anadolunun doğusuna (Ararat dağı eteklerine) M.Ö. 12yy-9yy.’da geldikleri varsayılıyor. M.Ö. 6yy’da bu halka Pers’lerin Ermeni demeye başladığı biliniyor. Ermeniler liderleri Hayk’a atfen kendilerine Hayk, ülkelerine de Hayastan adı verirler.Tarih boyunca bir çok imparatorluğun egemenliğin altında yaşarlar: Persler, Roma, Bizans, Sasani, Arap ve Osmanlı…
Osmanlılar için Ermenistan 11. yy’dan itibaren sürekli bir geçiş yolu, savaş alanı veya cizye almak için uğranılan bir bölge iken 16 yy’de işgal edilerek egemenlik altına alınır. Bursa’daki Ermeni Patriği İstanbul’a getirtilerek “millet başı” yapılır. İstanbul işgali sırasında ve sonrasında da bir çok yerden İstanbul’a göç ederler.
19. yy uluslaşma sürecinden Ermeniler de etkilenir ve bu yönde çalışacak örgütler kurulur. Özellikle Rus Çarı 1. Nicholas’ın Ermenistan Krallığı’nı kabul etmesiyle süreç ivme kazanır. Bu dönemde Ermeni’lere karşı bir çok hak ihlali, yasadışı uygulama ve vergi zamları raporlanarak kaydedilir. Berlin kongresinde Avrupalı devletler ve Osmanlı arasında konu masaya yatırılır. Fakat sonuç tam bir fiyaskodur. Ermenilerin güvencesi Osmanlıların kontrolüne bırakılır. Osmanlı devleti Ermenileri, Kürtlere ve Çerkeslere [[dipnot1]] karşı koruma görevini üzerine almıştır. Özellikle Çerkes’ler Osmanlı Rus savaşını yaşadıkları için gayrimüslim azınlığa karşı kin ve nefrete ve dolayısıyla gönüllü cellad olma potansiyeline sahiptirler. Ermeniler Çerkeslerin saldırılarından korunmak için Berlin kongresindeki 61. maddeye dayanarak güvenliklerinin sağlanmasını talep ederler. Bunun üzerine meşhur Hamidiye alayları kuruldu. Ancak bu birlikler, düzensiz bir ordudur. İçerisindeki askerler bir çok yağma ve talan olayına karışır. Açılan soruşturmada kurucuları olan Mareşal Zeki Paşa’nın huzuruna çıkarılarak çoğunlukla beraat ederler.
1895 yılında katliamlar belirgin bir şekilde artar. Özellikle İstanbul’da katliamları protesto eden bir mitingde Ermenilerden ve gösteriye müdahale edenlerden 20 kişi hayatını kaybeder. Olay diplomatik savaşa dönüşmüştür. Osmanlı bir yandan katliamları savunmaz, bir yandan da Anadoluda patlak veren katliamların sorumlularına da ceza vermez. Özellikle bu tarihlerde Muş, Kilis, Akbaş, Şeyhkale, Sason ve Van’da soykırımlar gerçekleşir. Artık işler iyice çığrından çıkar. Van’da düzenli ordu ve Hamidiye alaylarının baskısına direnen Ermeniler, konsolosların araya girmesiyle ateş kes ilan eder ancak ilandan hemen sonra ordular şehre saldırır ve 20 bin kişi öldürülür. Osmanlı devletinin yaşanan insanlık dışı duruma karşı geliştirdiği söylem ise şöyledir: Hristiyan azınlık tarafından kışkırtılan Müslümanlar, kendilerini savunmakatadırlar. Tüm yaşananlar Batının müdahalesini haklı hale getirmek isteyen azınlıkların hileleridir.
Abdulhamid’in bir çok demecinde de görülebileceği üzere meselenin özü şurada yatmaktadır: Yunanistan, Romanya, Sırbistan ve Mısır’ın Osmanlı’dan ayrılarak egemenliklerini ilan etmeleriyle imparatorluk ağır kayıplar vermiştir. Bir anlamda imparatorluğun Avrupa’daki elleri kesilmiştir. Ancak Ermeniler imparatorluğun iskeleti olan Anadoludaki topraklarda dağınık bir yerleşime sahiplerdir. Üstelik de tarihleri ve kültürleri, diğer unsurlar kadar eskidir. Savaş sonrası büyük bir ihtimalle kurulması düşünülen bağımsız devletin ise Anadolu’ya sığınacağı açıktır. Öte yandan Anadolu coğrafyasının paylaşımı sürecine girilirse, bir Ermeni devleti kurulması büyük bir ihtimaldir. Dolayısıyla İttihat Terakki’nin nüfus planlamasına göre Anadolu coğrafyasını ellerinde tutmaları için geliştirdikleri Türkleştirme politikalarından, Ermenilerin en ağır darbeyi yemeleri gerekmektedir. Sonuç, ne yazık ki tarihteki en büyük katliamlardan biri olacaktır.
2. Osmanlı döneminde Gayrimüslimler: Ermeniler
Gayrimüslimler İstanbul’un işgalinden 1899’a kadar ana hatları çok değişmeyen millet sistemine göre yönetildiler. Millet sistemi kısaca şöyledir: Padişah emri altındaki gayrimüslim tebasını Rum, Yahudi, Ermeni vb. milleti diye ayırıyor, her grubun dini liderlerini de millet başı olarak kabul ediyordu. Ermeniler, Fatih’ten sonra ise kendi ibadetlerini serbestçe yerine getirme hakkına sahip olurlar. Ancak yüzlerce yıl gayrimüslimler kafir (imanlı olmayan) sözcüğü ile ifade edildi. Ayrıca hukuki zeminde de kendilerine Zımni (himaye etme, sahip çıkma) deniyordu.
Ancak belirtmek gerekir ki Osmanlı döneminde günümüze kıyasla daha özgür biçimde hayatlarını yaşayan gayrimüslimler sanıldığının aksine birçok kısıtlamaya da tabiydi. Örneğin;
- Müslümanların yaşadığı yerde kilise dışında haç çıkaramaz, yüksek sesle ayin yapamaz, çan çalamazlardı. Çan konusuna bazı bölgelerde bir çözüm bulunmuştu: Tahta çalma
- Silah taşıyamaz, ata binemez, evleri müslümanların evinin boyunu geçemezdi.
- Devlet başkanlığı, ordu komutanlığı, hakimlik gibi egemenlik içeren görevlere getirtilemezlerdi.
- Dış görünüş özellikle şapka ve ayakkabılar değişik renklerde olmalıydı. Ermeniler için renk olarak kırmızı benimsenmişti.
- Bir ortama müslüman girdiğinde ayağa kalkmak zorundalardı.
Not: Bu yasakların ne derece ve nerelerde uygulandığı hakkında pek bir bilgim olmasa da, 1699 Karlofça anlaşmasından sonra durumlarında iyileşmeye yaşandığı söylenebilir.
3. 1915 Katliamı
Osmanlı ordusu Ruslarla olan savaşta ağır kayıplar verir. Özellikle Sarıkamış’ta yaşanan felaket [[dipnot2]] hiç bir gerekçeye dayandırılamaz. Bu kayıpların kamuoyu nezdinde rasyonelize edilmesi gerekmektedir. Devlet, hainler retoriğine sarılır. Osmanlı, beslediği Ermeni azınlığı tarafından sırtından vurulmuş, Ermeniler Rus ordularına yardım ve yataklık etmişlerdir. İttihat ve Terakki 1 Haziran 1915’te resmi gazetede ancak Nazi Almanyasında, Yahudilerin yaşadıklarının boy ölçüşebileceği bir felaketi başlatacak kararı uygulayacağını duyurur. [[dipnot3]]
- 16- 55 yaş arasındaki herkes Bağdat demiryolu hattından en az 25 km uzakta, Suriye sınırları içerisinde olan bölgeye göç edecektir.
- Yerleştikleri bölgede nüfusun ‘unu geçemeyeceklerdir.
- Gittikleri yerde tüm ihtiyaçları karşılanacaktır.
Hikayeyi uzun uzadıya anlatmaya gerek yok.[[dipnot4]] Osmanlı döneminde Patrikhane verilerine göre Ermeni nüfus dağılımı şöyledir:
1 milyon 170 bini Doğu illerinde, 400 bini Kilikya’da, 530 bini de imparatorluğun Avrupa topraklarında yaşıyordu. Osmanlı devletine göre ise Ermeni nüfusu 1 milyon 300 bindi. Ancak vergilerden muhaf olmak için yüzbinlerce Ermeni’nin nüfus kaydına girmediğini not düşmek gerekir.
Zorunlu göç sonrasında ise Ermeni nüfusunun yalnızca 600 bin olarak kaldığı kabul edilir. 150-200 bini sürgünden sonra sağ kalanlar, 200 bini İstanbul’da ve İzmir’de oturduğu için Tehcirden muhaf olanlar, 250 binini de Rusya’ya sığınanlar oluşturur. Tabi Türk ve Kürt ailelerine teslim edilen kız ve erkek çocuklarının sayısının ne kadar olduğu ancak tahmin edilebiliyor. Bu konuda tahmin edilen sayı ise 200 bin.
İttihat ve Terakki’nin tehcir sonrası yargılamalarında öldürülen Ermeni sayısı 800 bin olarak kabul edilmiştir.
Sözlü tarih çalışmalarında, anı kitaplarında, Ermeniler arasında yaşlıların toplumsal hafızayı oluşturduğu görülüyor. Yaşanan olaylar çocuklara anlatılarak bir hafızanın yaratılmaya çalışılıyor. Piyasadaki kitaplarda birçok acı verici anıya rastlasam da bazı durumlarda da kelimeler yaşanan acıları anlatmakta kifayetsiz kalmakta:
Kaynanam gencecikmiş, kocası öldürülmüş, iki küçük çocukla kalmış tek başına! Onun bunun yardımıyla büyütmüş çocuklarını. Cahil kadındı ama, bir gün de ağzını açıp bir şeyler anlatmazdı bize. Yalnız kocamın yaşını sorduklarında, kesim çocuğudur, derdi… Bak kocam da söylemezdi hiç bir şey babası için. Olur böyle şeyler derdi. Yapanlar öldüler!.. Şimdiki gençlere yanlış anlatıyorlar bir sürü şeyi!.. Ama ne yapacaksın…
(Sen Gavur musun? Feryal Kaya/ Belge yayınları, syf. 32)
1915 katliamında Ermeni entelektüelleri özellikle hedef alınır.
“Çadırların arasında bir deli vardı. Kıçını ellerlerdi, deli gibi bağırırdı. O adamın kimliğini bilen yoktu. Bir gün Kayseri’li bir arkadaşla Fırat’ın kenarında böyle otururken baktık ki bu deli geliyor. Ben “Deli geliyor” dedim. Arkadaşım, “Çerkezyan, o deli değil. Bizim aydınlarımızdan Aram Andonyan Efendi ” dedi. Geldi yanımıza, deli gibi davranıyor. Kayserili arkadaşı, “Aram efendi, böyle davranmana gerek yok. Bu arkadaş güvenilir bir arkadaştır. Sizin kim olduğunuzu söyledim.” demiş. Söylemesen iyi olurdu diyerek oturdu. O günlerin kritiğini yaptı. Türklerin yenilgisinin kaçınılmaz olduğunu savaşın ne kadar süreceğini anlattı. Kimliğinden kimseye bahsetmememiz gerektiğini söyledi ve yanımızdan uzaklaştı.”
(Hatırlıyorum- Türkiye’de gayrimüslim hayatlar. Yahya Koçoğlu /Siyah Beyazdizisi – Metis Yayınları syf 39.)
Ermenilerin günümüzdeki sayılarının 50-60 bin civarında olduğu düşünülmektedir. Özellikle röportajlarda kendilerini Ermeni diye tanıttıktan sonra şaşkınlıkla karşılanmaları, “Ermeni bir arkadaşım daha var ismi … tanır mısın?” gibi diyaloglardan bezginlik geldiği bazı şikayetler arasında. Kendilerinin az olduğunu kabullenmekle beraber, egemen olan tarafın kendilerini çok daha az hatta küçük bir akraba grubu olarak görmelerinden de rahatsız oldukları göze çarpıyor.
4. Cumhuriyet Döneminde Türkleştirme
Meslek Yasakları
Osmanlı döneminde ticaret, ağırlıklı olarak gayrimüslimlerin elindeydi. Yeni kurulan T.C’de ulusal burjuvazinin yaratılmasının emeklemeleri olarak sayılabilecek meslek yasağı 1 Haziran 1932’de çıkarıldı. Buna göre;
Türk vatandaşı olmayanlar; Ayakkabı satıcılığı, çalgıcılık, fotoğrafçılık, berberlik, mürettiplik, simsarlık, ebelik, elbise, kasket ve kundura imalatı, borsalarda mubaayacılık, devlet tekeline tabi maddelerin satıcılığı, seyyahlara tercumanlık ve rehberlik, inşaat, demir ve ahşap sanayi işçiliği, umumi nakliye vesaiti ile su ve tenvir ve teshin ve muhabere işlerinde daimi ve muvakkat işçilik, şoförlük ve muavinliği, karada tahmil ve tahliye işleri, her çeşit amelelik, her türlü müesseselerde ticarethane, apartman, han, otel ve şirketlerde bekçilik, kapıcılık, odacılık, otel, han, hamam, kahvehane, gazino, dansing ve barlarda kadın ve erkek hizmetçilik (garson barmen ve oyuncu ve kadın şarkıcılığı ) baytarlık, kimyagerlik yapamayacakalardır.
Yukarıdaki liste soykırım sonrası geride kalanlara da “artık yeter, gidin!” anlammına geliyordu. Günümüzde meslek yasaklarının bu derece katı uygulandığı söylenemese de gayrimüslimlerin hala pilot, host-hostes, yüksek askeri ünvanlar, memurluk vb. yapma hakkına sahip olmadığını bir kere daha söyleyelim. Herhangi bir devlet ve ya özel kuruma başvururken hala sorunlar yaşanabilmekte. Özellikle anlatılardan birinde yüksek lisans kaydı için bir üniversiteye başvuran Ermeni gencininin mülakat sırasında Ermeni olduğu öğrenilince mülakattan kovulması ile ilgili olay ise o günkü zihniyetten kaç adım ilerde olduğumuza dair çarpıcı ipuçları veriyor.
Vatandaş Türkçe Konuş
1930’lu yıllarda çıkarılan bir kanundur. Müslüman olmayan azınlıkların kendi dillerini kamusal ortamda kullanmamaları için çıkarılır. Amaç asimilasyon politikası gibi gözükse de, uzun vadeli olarak uygulanan planın aşamalarından biridir: Gayrimüslimlerin Türkiye’den sökülüp atılması. Özellikle İstanbul’un yerlileri hedeftir.
Bir gün böyle konuşa konuşa gidiyoruz. Moda’da kızımla, laf arasında mama dedi bana, yanımızdan geçen adam, sen dön, kızıma bir tokat at! Türkçe konuş diye! Bak hepiniz Amerika’da yaşıyorsunuz, bazen Amerika’yı çekiştiriyorsunuz aranızda ama bir Amerikalı da size Türkçe konuşuyorsunuz diye bir şey söyleyebilir mi?
(Sen Gavur musun? Feryal Kaya/ Belge yayınları, syf. 20)
Belki de ana dil kavramının en güzel tanımı aşağıdaki satırlarda.
Bir seferinde seneler önce, kocamla minibüse bindik, Balıklı’ya mezarlığa gidiyoruz, minibüsün içi çarşaflı kadınlarla dolu, bir ara şöyle bir eğildim, örtülerin arasında ay parçası gibi bir surat! Nubar Terziyan’ı bilirsin? Eski artistlerdendir. Ben de ne heyecan! Eğildim bağırıyorum! Baron Nubar Terziyan, Baron Nubar Terziyan, sizi öyle çok seviyorum ki! Kocam kızıyor sus diyor bana, ermenice bağırıyorsun arabada. Duymuyorum bile kocamı. Biliyor musunuz, diyorum sizi niye bu kadar çok seviyorum? Adını değiştirmedin başkaları gibi de ondan! Güldü Nubar Terziyan, kızım dedi, insanın ana dili ağzındaki şeker gibidir!…
(Sen Gavur musun? Feryal Kaya/ Belge yayınları, syf. 31)
20 Kura Askerlik
1941 Mayısında, devlet gizli ve ani bir karar alır: Karara göre, 48 saat içerisinde 26-45 yaş arası tüm gayrimüslim erkekleri sokak ortasında da dahil olmak üzere kimlik sorgusu yapılarak tutuklanacak ve askere alınacaklardır.
Yaşları 25 ile 45 arasında değişen bu insanların yanında, nüfusa geç kayıt gibi sebeplerle 60 yaşında olanlar bile vardır. Evlerinden çıkmışlar, sokakta kimlik kontrolüne girmişler ve yalnızca gayri müslim oldukları için gözaltına alınarak askere gönderilmişlerdir.
(Aşkale yolcuları, Rıdvan Akar, Belge yayınları, syf.174-177)
Aynı sıralarda Nazi Almanyası’nda Yahudiler büyük bir trajedinin içerisindedirler. Hatta T.C.’deki gayrimüslim vatandaşlar kaderlerinin benzer olacağında şüphelenmeye başlarlar. Yine Ermenilerle yapılan anlatılarıdan ve röportajlardan, o dönemde halk arasında bir takım efsanelerin yayıldığı dikkat çekiyor. İnşaat halindeki bir fabrikanın, Yahudilerin yakıldığı fırınlar benzeri bir yapıya dönüştürülüp, içerisinde tüm azınlık vatandaşlarının öldürüleceği zannediliyor… Hatta mecliste soykırım kararının çıkmasını Mareşal Fevzi Çakmak’ın önlediği düşünülüyor.
Aslında bu karar çok da ani olmamış kaza geliyorum demiştir:
“Arkadaşlar, nerede gayri Türk bir yer varsa, muhakkak biliniz ki casus yuvasıdır! Münevver arkadaşlarımızın dahi gittikleri klüpler böyledir. Mesela Büyükada’ya gidiniz. Oradaki Anadolu klübü yahudilerle doludur.”
(Kazım Karabekir / 21 ağustos 1940 / CHP grup toplantısı)
Zorla askere alınan gayrimüslimler üzerlerine kahverengi çöpçü kostünleri giydirilerek angarya işlere koşulurlar. Angarya, çünkü örneğin bir çukur kazıyorlarsa, neden kazdıklarını ne işe yarayacağını bilmeden çalışıyorlar.
Devletin politikası nettir: Azınlık vatandaşlarını askere alarak ticaretten ve stratejik mevkilerden uzaklaştırmak. İşkence, 14 ay sürer. 27 Temmuz 1942’de salıverilirler. Ancak 3 ay sonra yani 11 Kasım 1942’de devletin tam olarak ne demek istediğini açıkça belli ettiği olay gerçekleşir: Varlık Vergisi…
Günümüzde ise Ermeniler askerde şoför yazıcı gibi aşağı ve basit mevkilere getiriliyorlar. Yapılan röportajlardan ve benim tanıdığım Ermeni dostlarımdan bu durumun, 80’lerden beri düşük yoğunluklu iç savaş yaşayan T.C koşullarında çok da şikayet edilen bir şey olmadığını söyleyebilirim. Askeri bürokrasinin bu politikasının altında iki gerekçe vardır:
- Sırttan vurabilecek hainler retoriğinin devam etmesi. Örneğin medyada PKK’nin Ermenistan bağlantılarını duyuran haberleri ile Ermenilerin hain potansiyelini taşıdıkları ima edilmiş olur.
- Yükselen ırkçılık nedeniyle askerde azınlık vatandaşlarının her hangi bir istismara uğramasının önlenmeye çalışılarak uluslararası kamuoyuna koz vermemek. Kollandıkları zaman zaman bizzat üst düzey komutanlar tarafından da dile getiriliyor. “Bir sorunun olduğunda haberim olsun” gibi nasihatlere bir kaç anlatıda rastlamak mümkün.
Varlık Vergisi
Hakkında çokça yazılıp çizilen, yaşanan bir başka rezalet olan Varlık Vergisi ile ilgili çokça ayrıntıya girmeyeceğim. Ancak bir takım çarpıcı veriye değinmek gerekli.
Bu dönemde 1 milyon insan silah altındadır. Savunma masrafları çok yüksek olduğundan bütçeyi desteklemek için para basılır. Doğal olarak zaten ikinci dünya savaşı döneminin ekonomik buhranına ek olarak bütçe büyük zarar görmeye devam eder. Devlet olağanüstü kazançları bir defaya mahsus vergilendirerek çözüm bulacaktır. Bu politika, Nazi Almanya’sından esinlenerek hayata geçirilmitir. T.C.’nin PKK’yi kendi teröristi ilan edip dünya aleme duyurarak, 11 Eylül sonrası A.B.D’nin terörizmle savaş retoriğini ödünç almasına benzer şekilde, 40’lı yıllarda da devlet Almanya’dan ırkçılığı örnek alır.
Kararda dikkat çeken hususlar şöyledir:
- İstenen vergi tutarı 15 gün içerisinde ödenecektir.
- Ödeyemeyenler 2 lira yevmiyeyle çalışarak Aşkale’de sürgünde çalışacaktır.
- Kimin ne kadar vergi vereceğini, bağlı bulunan vilayetteki mülki amir belirleyecektir. Ama bu çoğu zaman üstün körü bir şekilde, işyerinin kapısından şöyle bir bakılarak ne kadar verileceği kestirilerek vergiler belirlenir.
- Vergi müslüman işadamlarına da uygulanacaktır. Ama vergi oranları gayrimüslimlere göre oldukça düşüktür.
Azınlık iş adamaları yaşanacak felaketi önceden görmüşlerdir. Dönemin başbakanı’na çıkıp toplanacak para ne kadar ise kendi aralarında denkleştirip vermeyi bile teklif ederler. Verilen cevap devletin en üst makamlarından geldiği düşünülürse oldukça çarpıcıdır: “Biz modern bir devletiz…” İşadamlarının sorusundan uygulamanın haraç olarak görüldüğü açıktır. Devlette bunun böyle olduğunun bilincindedir ancak modern bir devlet olmanın arkasına sığınarak yaşanan hukuk dışılığın üstünü kapamaya çalışmaktadır.
Sonuç:
- Bütçenin 3’te biri miktarda para toplanır: 221 milyon
- Aşkale kamplarında 25 kişi ölür.
- 1948’de 37 bin yahudi göç eder.
- Ekonomi ağır bir darbe yer. Müslüman burjuvazi yaratmanın son halkası kabul edilen bu olay ilk başta ters teper. Ticaret ağır bir darbe alır. Pek çok işyeri kapanır, ulusal sermaye dünyanın değişik ülkelerine kaçar. Bir sürü müslüman ve Türk işsiz kalır.
Aşkale kamplarında şöyle bir fıkranın dolaştığı da rivayetler arasındadır:
Bir gün bir Yahudi, Rum ve Ermeni vergilerden dolayı birbirlerine ahlanıp vahlanmaktadırlar.
Yahudi demiş ki benim vergim 40 bin lira ben o parayı nasıl öderim? Rum olan ise; benimkisi 30 bin ben nasıl ödeyeceğim bu parayı? Ermeni ise; yahu benimkisi 60 bin ben bu parayı kimden bulayım? der. Yanlarına bir Türk gelir. Hep birlikte sorarlar. Sen ne kadar vereceksin? Türk olan: Benim vergi 500 lira. Bunu duyan diğerleri hep bir ağızdan: Vay be o zaman Ne Mutlu Türküm Diyene!
6-7 Eylül olayları
Geçtiğimiz yıl, bir fotoğraf sergisiyle de gündeme gelen 6-7 Eylül olaylarının perde arkası kısaca şöyledir:
6 Eylül 1955’de Atatürk’ün Selanik’deki evinin bomalanması nedeniyle önce Rum vatandaşlarının evleri ve dükkanlarıyla başlayan yağmalama olayları yayılır ve tüm gayrimüslimler çemberin içine alınır.
- Sonradan adli takipler sonucu bombalayanın Oktay Engin adlı bir Türk olduğu ortaya çıkar.
- 6 Eylül sabahı Express gazetesinde Selanik’te Atatürk’ün bombalandığı haberi yayınlanır ancak o saatlerde henüz bir bombalama eylemi gerçekleşmemiştir.
- Resmi tarihte Atatürk’ün evinin bombalanması bahane olarak gösterilerek, yağma talan ve cinayetler meşrulaştırılır. Ancak geçtiğimiz yıllarda emekli orgeneral Sabri Yirmibeşoğlu yaşananları net bir şekilde açıklar : 6-7 Eylül olayları bir özel harp işidir ve muhteşem bir örgütlenmeydi. Amacına da ulaştı.
http://www.radikal.com.tr/haber.php?haberno=175296
- Her şeyin tasarlandığı açıkça bellidir. İstanbul dışından kamyonlarla binlerce insan yağma ve talan için gayrimüslimlerin yaşadıkları yerlere getirtilir.
Elbette katliamları ufak sıyrıklarla ve ya hiç bir zarar görmeden atlatanlar vardır:
Ahh, o 6 Eylül gününü unutmama imkan yok… Şişli’deyiz o sıra, apartmanın tamamı bizimdi, bizim ailenin. Beş kat, her katta akrabalar, alt katta da, bodrum katında yani, kapıcı Şevket, karısı Kiraz ve beş çocukları. Şevketi babam küçükken yanına aldı yetiştirdi. Hem kapıcımız, hem şoförümüzdü bizim. Bayramlarda Şevket’in bütün ailesini baştan aşağı giydirirdi benim babam. Çok severdi onu. Hepimizi severdik ya. Tam karşımızdaki evlerden birinin önünde, şişman bir adam otururdu öğleden sonraları, pijamasıyla. Kapının önünde sandalyesi, elinde sigara, geleni geçeni seyreder. Ne iş yapardı, kimin nesidir bilmiyorum, ama camdan hep görüyoruz adamı.
O sabah 6 Eyül sabahı Amerika’dan bir misafir bekliyoruz, havaalanına gidilecek. Ben babamla evde kaldım. Şevket arabaya abimi, çocukları, annemi aldı. Son anda kendi annesini de oturtmuş yanına… Bunlar yola çıktılar, yarım saat sonra uzaktan gürültüler başladı… Bizimkiler arabayla ancak ana caddeye çıkabilmişler. Bir anda etrafları sarılıyor. Şevket hemen camları açıyor., hepiniz Kıbrıs Türk’tür, Kıbrıs Türk’tür diye bağırın avazınız çıktığı kadar, diyor… Çocuklar korkudan çişlerini yapmışlar arabaya. Dükkanlar yağmalanıyor, camlar, çerçeveler kırılıyor. Birisi arabanın bagajını açın diye yumrukluyor arabayı. Şevket mecburen inip açıyor, bagaja top top kumaşlar, tencereler doldurmuş adamla! Geri dönüp eve geliyorlar. Zar zor evin önüne park etti arabayı, perdeleri kapatın, içeri girin diye bağırıyor Şevket. Annem fenalaştı merdivenlerde, kolonyalı su içirdik, odasına taşıdık…
Biz perdenin arkasında kamyonun boşalmasını seyrettik babamla… O sırada karşıdaki pijamalı adamı da gördük. Bizim evi gösteriyordu parmağıyla…Evin içinde ayılanlar bayılanlar! Çocuklar ağlıyor! Dış kapı yumruklanmaya başladı. Şevket kapının arkasındaydı zaten, açtı kapıyı, uzun boylu zayıf bir adamdı. Kollarını kaldırdı, beni öldürmeden içeriye giremezsiniz, dedi. Bu kadar senedir bu evin ekmeğini yedim, içeride hasta kadın yatıyor, ölmek üzere, bu kapıdan içeriye kimseyi sokmam! Adamlar baktılarŞevket kararlı, dönüp bir alt sokaktaki Rum evlerine gittiler.
(Sen Gavur musun? Feryal Kaya/ Belge yayınları, syf. 105-107)
Bazıları kapı komşusu, arkadaşı vs. tarafından korunarak saldırıyı atlatmıştır ancak bir çokları da anlatıdaki kadar şanslı değildir.
Sonuç:
- 3 kişi öldülülür, 7 kişi yaralanır.
- 3584’ü Rumlara ait, 5538 gayri menkul,1 havra, 8 ayazma, 2 manastır yağmalanır.
- Rumlara ait 74 kilisenin 70’i yakılır.
- Milyonalarca dolarlık mal sokaklara saçılır yağmalanır.
Binlercesi daha fazla acı çekmemek için ait olmadıkları topraklara göç etmek zorunda kalırken şu an aramızda bulunan binlercesi de inatla yaşamaya devam eder:
Öbür yanda bir Ermeni kadın yaşardı, çok korkusuz bir kadındı, yandaki Türk komşusuyla kavga yaptılar bunlar. Türk komşusu camdan, hepinizi keseceğiz zaten, diyor, madem kesecektiniz, dün kesseydiniz, bu kadar malı mülkü ziyan etmeden, hem şeriatın kestiği parmak acımaz diye bağıryor!..
(Sen Gavur musun? Feryal Kaya/ Belge yayınları, syf. 34)
Gayrimüslim vakıflarının mal edinememesi sorunu
Sorunun köklerinin Osmanlı dönemine kadar gider. Padişah, tüm toprakların sahibiydi. Gayrimüslimler kilise, okul vb.yaptırmak isterse, padişahdan izin almak zorundaydı. Osmanlı döneminin sonuna doğru topraklar kayda geçirilmeye başlandı. Gayrimüslimler ise Osmanlı hukuk sisteminde şirket, vakıf, dernek gibi bir tanım yer almadığından ötürü ellerindeki malları ya hayali kişilere (Meryem Ana kilisesinin sahibi Meryem adında biri olurdu) ya da güvenilen kimselerin üzerlerine yaptırdı.
1936’ya gelindiğinde yeni devlet gayrimüslimlerden ellerindeki taşınmazları bildirimelerini ister. Bu dönem, kiliseler, okullar, havralar vakıf malı statüsünde olmamasına rağmen vakıf tanımı altına sokuldu. 1964’de ise T.C- Yunanistan arasındaki kriz, gayrimüslim azınlık üzerindeki baskının artmasına yol açar. Üzerinizde size ait olmayan ama resmi olarak size ait gözüken vakıf malı var diyelim; insan kendisine miras ya da satın alma nedeniyle herhangi bir taşınmazı üzerine geçireceği için tapu dairesine gittiğinde, talebinin reddedildiği kendisine bildirilir. Çünkü vakıfların mülk satın alması yasaklanmıştır. Bu durum üzerinizde her hangi bir taşınmaz olduğu durumda da geçerlidir. Yüzlerce yıldır yaşadığınız topraklarda artık kiracı olmuşsunuzdur.
1974’de azınlıklerın yeni mal edinmeleri devletin güvenliği açısından tehlikeli bulunur: Kanunda “amaç dışı edinilen mallar” eski sahiplerine devretmek yasa gereğince zorunlu hale getirilmiştir. Amaç dışından kasıt, gayrimüslimlerin 1936’da yaptığı mal beyanını referans vermek anlamına gelir. Özcesi bu mal beyanı gayrimüslimlere tanınan taşınmaz limitdir. Örneğin;
bir vakıf malı olan Tuzla Ermeni Çocuk kampı gibi yapılar, en son sahibi ortada olmadığı için eski sahiplerine devredilir.
En önemlisi ise; yakınları olmadığı için taşınmazını bağlı olduğu kiliseye vb. bırakanların gördüğü muameledir: Malları devletin eline geçer. Bu taşınmazlar büyük bir rant kapısı olur: Gizli kapılar ardında, rüşvet vb. ile ucuza satılırlar.
- Bir çok taşınmaz şu an otopark, özel hastane vb. amaçlarla işletilmektedir.
- Vakıf arazisine bir bina vs. yapılmak istenirrse 1936’daki mal bildirimine göre böyle bir amaç belirtilmediği için red kararıyla karşılaşılır.
- Vakıfların mütevelli heyetine seçiminde tam bir çifte standart yaşanmaktadır. Bir Türk her hangi bir ilde mütevelli heyetine seçilebilirken, bir Ermeni bağlı bulunduğu ilçe sınırları dışında üyelik hakkına sahip değildir.
- Vergi verirken çifte standard görmeyen gayrimüslimler, ellerindeki vakıfların tüm masraflarını kendi çabalarıyla çekmek zorundadırlar. Örneğin gayrimüslim okulları MEB’den para alma hakkına sahip değillerdir.
- Vakıf, okul [[dipnot5]] gibi kurumlarında çivi çakmaları dahi devlet iznine bağlıdır.
5. Din
Dinin cemaat içerisinde bir arada tutucu bir özelliği var. Kiliseye gelen sayısında son yıllarda belirgin bir düşüş olduğu belirtilse de özellikle evliliklerde hristiyan birisiyle eş olmak önemli bir kriter. Genç kuşak, yaşlılara göre bu konuda hayata daha esnek baksa da ailelerin son sözde etkili olduğu görülüyor.
6. Farklı olma durumu
Kızım diyorum bana dışarıda mama deme tamam mı? Tabi çok küçük daha anlamıyor.
Niye diye soruyor çocuk. Kızım deme işte diyorum. Açıklayamıyorsun ki! Bir de küçüklüğün vermiş olduğu bir inatlaşma var. Bu sefer inat etmeye başlıyor. En son bağırıp azar çekiyorum. Demeyeceksin işte! Geçen gün taksiye bindik beraber. Yolda birden, Mama diye başladı ermenice bir şeyler söyledi. Ben de bozuntuya vermedim. Dedim, Ne güzel İngilizce konuşuyosun kızım! Ne zaman öğrendin bunları dedim. Taksici şöyle bir döndü. Hanımefendi Ermeni misiniz? diye sordu…
(N. A., ermeni, yaş: 33)
Yukarıdaki anlatı, bazı Ermenilerin, gündelik hayattaki baskıyı ve ayrımcılığı nasıl kabullendiklerini, otosansür mekanizmasının nasıl işlediğini gösteriyor. Röportajlardan birinde; baskı ve ayrımcılık diş sızına benzetilmiş. Dişiniz ağrıyor ama dişçiye gitmiyorsunuz.
Ermenilerin (diğer gayrimüslimler de hesaba katılabilir) farklılıklarını çok küçük yaşlardan itibaren öğrediklerini anlıyoruz.
Bize çok ufakken öğretilir. Mama derken zaten, baştan farkınızı ortaya koyuyorsunuz. Camdan mama bana su ver, dediğinizde, öbürleri anne diyor, ben mama diyorum. Ben de bir farklılık var, diyorsunuz.
(Azınlık Gençleri Anlatıyor, Siyah Beyaz dizisi-Metis yayınları, syf. 143)
Anlatının devamı ise egemen kültürün “hoşgörü” nosyonunun saçmalığını işaret ediyor. Kime hoşgörü göstermeliyiz? Neden? Karşımızdaki farklı diye hata mı işlemiş oluyor.
Bunun bir sürü külfeti var; daha anlayışlı olmak zorundasınız., daha hoşgörülü olmak zorundasınız. Herkese neden onların anne derken sizin mama dediğinizi, neden onlar camiye giderken sizin kiliseye gittiğinizi, inancınızı şunu bunu her şeyi anlatmak zorunda kalıyorsunuz. Bu belki kötü bir şey değil ama, insanlara çok fazla bir şeyler anlatmak zorundasınız, çok yorulmak zorundasınız, azınlık olunca.
(Azınlık Gençleri Anlatıyor, Siyah Beyaz dizisi-Metis yayınları, syf. 143)
Enteresan bir şekilde bir çok röportajda ayrımcılık yaşadınız mı sorusuna hayır yanıtı verilmiş. Ancak bu daha çok bir kanıksamanın göstergesi anlamına geliyor. Çünkü röportajın bir yerinde bazı haklardan mahrum olduklarının bilincinde oldukları anlaşılıyor (meslek yasakları, takma ad kullanma vb.) ancak bu tarz insan hakkı ihlalleri değiştirilmesi gereken bir durum olmaktan çok var olan eski bir gelenek gibi algılanabiliyor.
Özellikle genç kuşak, arkadaşlarının çoğunlukla Türk olduğunu söylüyor. Birisi ise farklılığının espri konusu haline getirerek aştığını belirtmiş.
Ben bir milyonumuzu kesmişsiniz. Cebinden 1 milyon düşürsen ararsın diyorum. O da bana biz kendi vezirlerimizi paramparça eden milletiz, size mi acıyacağız? diyor. Ben bu arkadaşlarıma tamamen güvenirim.
(Azınlık Gençleri Anlatıyor, Siyah Beyaz dizisi-Metis yayınları, syf. 152)
Onlarca röportajı ve tarihi bilgiyi derlemeye çalışırken, kitaplardan birinde kısacık br fıkra ile karşılaştım. Cumhuriyet tarihimiz boyunca, bu topraklarda yaşanan ayrımcılık ve ırkçılığı, Sarkis Çerkezoğlu, anlattığı fıkra ile hem özetlemiş hem de ufak bir kıssadan hisse alalım istemiş.
Bu benim babamdan dinlediğim hikayedir. Sanki bugünleri düşünerek anlatmış gibi.
Üç arkadaş var. Bu üç arkadaş bir yaz günü yaya olarak yolculuk yapmak zorunda kalıyorlar.Bir Türk, biri Kürt, biri de Ermeni. Ama Ermeni olan aynı zaman da papaz. Sıcak, bir süre sonra susuyorlar. Etrafta su yok. Bağların olgun zamanı. “iki salkım üzüm yiyelim de ağzımız ıslansın” diye bir bağa giriyorlar. Bağın sahibi bir Türk ama onu görmemişler. “Kaç paraysa veririz” diyerek yemeye başlamışlar. Bu sırada bağın sahibi gelmiş. Bakmış üç kişi üzümü yiyorlar. Fena bozulmuş ama üç kişiyle de başa çıkılamayacağını düşünmüş. Birine bakmış, kıyafetinden Ermeni ve papaz olduğu belli. Diğerine bakmış, konuşmasından Kürt olduğunu anlamış. Üçüncüsü de Türk.
Dönmüş Ermeniy’ye, “Bak bu adam Türk, yesin malımı. Benim kanımdandır. Helali hoş olsun. Bu da Kürttür ama din kardeşimdir. Sen niye yiyorsun benim üzümümü? Demiş. Bu las üzerlerine sorumluluk yüklenmeyen Ermeni’nin hoşuna gitmiş. Adam papazı bir güzel dövmüş. Kıpırdayacak hal bırakmamış, yere uzatmış.”
Bağ sahibi biraz sonra Kürt’e dönmüş. “Müslümansın da niye sahipsiz bağa giriyorsun. Bu adam benim kanımdan yediyse afiyet olsun, çünkü o Türk’tür. Kardeşimdir,” diyerek bir güzel onu da dövmüş ve yere uzatmış. Bu durum Türk’ün çok hoşuna gitmiş.
Biraz sonra Türk’e dönmüş ve “Tamam anladık Türk’sün, aynı kandanız, aynı dindeniz ama sahibi olmadan başkasının bağına girilir mi? Diyerek Türk’e de vurmaya başlamış. Türk yumrukla yere yuvarlanınca Kürt’e dönmüş ve “Biz” demiş “papazı dövdürtmeyecektik”.
(Hatırlıyorum, Türkiye’de Gayrimüslim Hayatlar, Siyah Beyazdizisi-Metis Yayınları, syf 51-52)