İfade Özgürlüğü Üzerinde Artan Baskılar ve Ülkede Özgür Gündem Gazetesi’nin Kapatılması

Taylan Doğan

13 Ağustos 2006

Türkiye’de ifade özgürlüğü üzerindeki baskılar giderek artıyor. Haziran ayında yayımlanan Türkiye Yayıncılar Birliği (TYB) Yayınlama Özgürlüğü Komitesi’nin verilerine göre, son bir yıl içinde 22 yayınevi, 47 yazar ve 49 kitap yargılandı. Bunlardan 11’i beraat, 11’i ise mahkumiyet ile sonuçlandı, 2 de takipsizlik kararı verildi. 25 kitap hakkındaki davalar ise devam ediyor. Bu veriler elbette Temmuz ve Ağustos 2006’da açılan davaları kapsamıyor. Terörle Mücadele Yasası’nın (TMY) yürürlüğe girmesiyle birlikte, 4 Ağustos’ta Ülkede Özgür Gündem Gazetesi’nin yayını ve dağıtımı İstanbul 12. Ağır Ceza Mahkemesi tarafından “sürekli olarak terör örgütünün propagandasını içeren yayınlar yaptığı” gerekçesiyle durduruldu. Yasal zemin olarak Basın Yasası ve TMY’nin 6. maddesi gösterildi. Mahkeme kararı, bir “mahkeme” tarafından alındı; ama hiçbir yargılama yapılmamıştı. Daha sonra yapılan itirazla gazete yeniden yayın hayatına döndü. Bu olay, Ülkede Özgür Gündem Gazetesi’nin ve diğer muhalif medya organlarının TMY’ye dayanarak kolaylıkla kapatılabileceğini gösterdi. Önümüzdeki günlerde muhalif medyanın, özellike de Kürt medyasının susturulması konusunda benzer örneklerin yaşanması yüksek bir ihtimal olarak görünüyor.

Türkiye’de ifade özgürlüğü üzerinde artan baskılar çeşitli şekillerde yorumlanabilir. Daha genel geçer bir çerçeve çizip, Türkiye’de sivil özgürlüklerin bir türlü yerleşmediği ve devletin resmi ideolojinin dışına çıkan görüşlere öteden beri sıcak bakmadığı söylenebilir. İfade özgürlüğü tamamen kendi başına bir alanmış gibi kabul edilebilir ve amacın yazarları, yayıncıları ve gazetecileri sindirmek olduğu öne sürülebilir. Kuşkusuz bu görüş doğrudur. Ama ülkemizde ifade özgürlüğüne yapılan saldırıların neden son dönemde skandal boyutlara varan bir artış gösterdiği üzerinde durmak daha aydınlatıcı bir perspektif sağlayacaktır. Böylece temel bir insan hakkı olarak ifade özgürlüğü ile diğer temel insan hakları arasındaki bağlantı daha bir somutluk kazanabilir.

2005 Newroz kutlamalarının ertesinde Genelkurmay Başkanı Özkök’ün “sözde vatandaş” çıkışıyla başlayan, Şemdinli olayları, Mart ayında Diyarbakır’da yaşananlar, Şemdinli iddianamesini hazırlayan ve Org. Yaşar Büyükanıt’ı suçlayan savcının meslekten ihraç edilmesi, TMY’nin parlamentoya sunulması, 250.000 askerin Güneydoğu ve Irak sınırına konuşlandırılması ve Danıştay saldırısıyla hız kazanan süreç, pek çok kişi tarafından militer bürokrasinin iktidarını hükümet aleyhine genişlettiği postmodern bir darbenin aşamaları olarak görülmüştü. Şimdi bu darbe sürecinin daha ileri aşamalarına tanık oluyoruz: TMY adeta jet hızıyla parlamentodan geçti. TMY, Meclis’te ciddi bir tartışmanın konusu bile yapılmadı. Batı medyasının bile “şahin yöntemler” benimsediğini söylediği Org. Yaşar Büyükanıt Yüksek Askeri Şura (YAŞ) toplantısı beklenmeden Genelkurmay Başkanlığı’na atandı. Ve hükümet Kuzey Irak’taki Kongra-gel varlığına dönük olarak sınır-ötesi bir operasyonu, o olmazsa Irak-Türkiye-ABD işbirliğiyle örgütün hareket alanının daraltılmasını Türkiye’nin uluslararası toplumla ilişkilerinin bir numaralı gündemi haline getirdi. Kitle medyası da İsrail’in kendisine yönelik “terörü” ezmek için Lübnan’a girebildiğini, dolayısıyla Türkiye’nin Kuzey Irak’a girmesinin en doğal hakkı olduğunu öne süren bir propaganda kampanyasıyla bu politikayı destekledi.

Bütün bu gelişmelere, Güneydoğu’da askeri operasyonların uzun süreden bu yana ilk kez bu ölçüde süreklilik kazanmasını eklediğimizde, hükümetin inisiyatifi askerlere devretmesinin ve Kopenhag kriterlerinin bir kenara bırakılmasının ardındaki politikayı daha rahat anlayabiliriz: 90’lı yıllarda denenen Kürt sorununun tamamen askeri yöntemlerle çözülmesi planı tekrar uygulamaya konuyor.

Liberal olduklarını iddia eden bazı yazar ve gazeteciler, Kürt sorununun ekonomik, toplumsal ve kültürel kökleri olduğunu; bunun için bir yandan askeri yöntemler sonuna kadar kullanılırken, diğer yandan demokrasiden taviz verilmemesini sık sık salık verirler. Halbuki askeri yöntemlerin başat bir karakter kazanması, zorunlu olarak sivil özgürlüklerin kısıtlanmasını beraberinde getirecektir. Hepimizin 90’lı yıllarda acı sonuçlarıyla birlikte öğrendiğimiz gibi, “terörle mücadele” açık ve şeffaf bir ortamda verilemiyor. Yaşanan can kayıpları ve insan hakları ihlalleri karşısında az sayıda da olsa aydınlar, insan hakları savunucuları, hukukçular ve bazı STK’lar seslerini yükseltebiliyorlar. Bağımsız basın gerçekleştirilen hak ihlallerine yer veriyor ve bu nedenle Türkiye uluslararası kamuoyu nezdinde zor duruma düşebiliyor. En önemlisi ise, çatışmaların ve hak ihlallerinin yoğun olarak yaşandığı bölgenin daha uzağında yaşayanların, olan biteni öğrenip resmi politikadan desteğini çekmesi her zaman varlığını hissettiren bir ihtimal oluyor.

Üstelik, demokratik tepkiler üreten aydınların Kürt sorununda izlenen askeri çözümü eleştirmesi, hatta daha da ileri gidip Kürt muhalefetiyle ortak etkinliklere katılması bazen devlete pahalıya patlayan çözümler üretilmesine yol açabiliyor. Bu aydınların “terör örgütünün üyesi” olmakla suçlanması anlamsız, hatta komik oluyor. Dahası, yurtiçinde ve özellikle yurtdışında daha “görünür” oldukları için yasal kovuşturmalara uğramaları çıngar çıkmasına neden olabiliyor. Bu durumda söz konusu kişilerin baskı görmesi, Noam Chomsky ve Edward S. Herman’ın “Rızanın İmalatı” kitabında kullandığı ikili karşıtlığı ödünç alırsak, onları uluslararası kuruluşların ilgilendiği “değerli kurbanlar” haline getirebiliyor.

Türkiye’de Ermeni sorunu, Kürt sorunu gibi konularda yazıp çizen veya kitaplar yayımlayan insanların bir dava bombardımanına tutulmasını bu çerçevede değerlendirebiliriz. Eğer “askeri yöntemler sonuna kadar” kullanılacaksa, kirli bir savaş için ortam uygun hale getirilmelidir. Öyleyse liberal-demokrat aydınların yapacağı en iyi şey yerlerinde oturup fazla ses çıkarmamalarıdır. TCK’nın 301. maddesinin neredeyse uluslararası düzeyde bir üne kavuşması, ifade özgürlüğü ile askeri çözüm arasındaki ilişkiyi gözler önüne seriyor.

Bu durumda geriye, uluslararası kuruluşlar veya medya o kadar ilgilenmediği için daha kolay üstesinden gelinebilecek “değersiz kurbanlar” kalıyor. Onların köyleri boşaltılabilir, çeşitli zulümlere uğrayabilirler, işkence görebilirler, hapse atılabilirler, öldürülebilirler. Burada önemli olan, tüm bunların sessizlik içinde olup bitivermesidir ve bastırma sürecinin zayıflamasına neden olabilecek dış tepkiler ve kamuoyu baskısı oluşmamalıdır.

Öyleyse en azından Türkiye ve benzeri ülkeler için ifade özgürlüğünün, yaşam hakkı gibi daha temel hakların güvencesi olduğunu söyleyebiliriz. Daha temel insan hakları ihlallerinin sorunsuz bir şekilde gerçekleştirilebilmesi, ifade edilmemelerine, gazete ve kitaplarda yer almamalarına, yani “görünmez” kılınmalarına bağlıdır. Bu yüzden, çoğu zaman aydınlarla yetinmeyip medya organlarının kendilerinin ve çalışanlarının hedef alınması gerekir. İzledikleri yayıncılık politikasıyla “değersiz kurbanlara” da yer veren gazeteler basılmamalı, yayınevleri işlemez hale getirilmelidir. Bu yayın organlarında çalışanlar ürkütülmelidir; böylece ana-akım medyada çalışmaları da teşvik edilmiş olur. Daha da akıllanmazlarsa çeşitli cezalara çarptırılabilirler. İfade özgürlüğünün açık sansüre kadar varan ölçüde sınırlandırılması, askeri çözüm seçeneğinin doğal bir uzantısıdır.

Son dönemde, ifade özgürlüğünün kısıtlanmasıyla daha ağır insan hakları ihlalleri arasındaki bağlantıyı somutlaştırmak için bir örnek vererek yazıyı noktalayabiliriz. TCK 301., 216. madde ile diğerlerinin ve TMY’nin basınla ilgili 5. ve 6. maddelerinin neyin ifade edilmesini engellemeye yönelik olduğu böylece daha açıklık kazanabilir.

Aram Yayıncılık tarafından Nisan 2005’te çevirisi yayımlanan “Savaş Ganimetleri: Amerikan Silah Ticaretinin İnsani Bedeli” adlı kitap, Amerikalı bir akademisyen olan John Tirman tarafından yazılmıştı. Tirman kitabında, Ortadoğu’ya dönük Amerikan dış politikasını eleştiriyordu. Bu politikanın, ABD’deki askeri-sanayi kompleksin çıkarlarına göre biçimlendiğini, bölgedeki müttefik ülkelere bol bol silah satılmasına yol açtığını söylüyordu. Tirman’a göre, bu politika Türkiye, İran ve Irak gibi ülkelerin demokratikleşmesini engellemişti. Bu ülkelerde iktidar güçlerinin toplumsal sorunlar karşısında askeri yöntemlere başvurmasına zemin hazırlamış, sonunda trajik insan hakları ihlalleri gerçekleşmişti. Tirman örnek-olay olarak 90’lı yılların Türkiye’sini ve Amerikan silah ihracatıyla ağır insan hakları ihlalleri arasındaki ilişkiyi ele alıyordu.

Kitaba 2005 yazında dava açıldı. İddianame, ünlü 301. maddenin ve Mustafa Kemal Atatürk’ün manevi şahsını koruyan 5816 sayılı yasanın ihlal edildiğini öne sürüyordu. Buna göre yayınevi sahibi Fatih Taş 2 yıldan 7,5 yıla kadar hapis istemiyle yargılanmaya başlandı. Ardından, 2006 yazında ek bir iddianameyle kitabın çevirmenleri de aynı suçlamayla dava kapsamına alındılar.

İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı tarafından hazırlanan 2005/6508-89 No’lu iddianamede kitaptan seçilen aşağıdaki pasajlar ve varılan sonuç, ifade özgürlüğünün muhalifler ve iktidar yapıları arasında neden bir mücadele alanına dönüştüğünü açık bir biçimde ortaya koyuyor:

“… 23. bölümde “Korkunç Bedel: Türkiye’nin Beyaz Soykırımı” adlı kısımda 1993 yılından itibaren PKK isyanı ve Kürt bağımsızlığına karşı teknolojik araçlarla savaş yürütüldüğü ve Kürtler’e karşı soykırım uygulandığı; bölücü örgüt lideri Abdullah Öcalan’ın barış tekliflerine yer verildiği; parlamentonun büyük bir kısmının ve Başbakan’ın Genelkurmay tarafından hizaya sokulduğu; 33 adet askerin pusuya düşürülerek öldürülmesinin PKK tarafından yapılmadığı, başkası tarafında yapılıp örgüt üzerine atıldığı; bu dönemde gelen 57 adet Kara Şahin’in askerlere üstünlük sağladığı, ayrıca sağlanan imkanlarla ordunun bütün PKK gruplarını tespit edip onlara karşı savaş yürüttüğü; Özgür Gündem ve benzeri yayın organlarına sansür uygulandığı; köylerin boşaltıldığı, insanların helikopterlerden atıldığı, insanların ve evlerin yakıldığı; Özgür Gündem isimli gazetenin ofislerinin bombalandığı; kitaptaki deyimi ile “beyaz soykırım” uygulanarak çocukların Türk kimliğine ve Kemalizm’e asimile ediliyor, kendi kültürel kimliklerine kavuşmalarına izin verilmiyor denilerek … TCK’nın 301/1-2 fıkrasının ihlal edildiği ve Türklüğün, Türkiye Cumhuriyeti’nin, Askerlerin, Hükümetin alenen aşağılandığı [tespit edilmiş]; bu kuruluşların adeta ülkenin Güneydoğusu’nda yaşayan insanlara karşı ortak karar alarak fena muamelede bulunduğu iddia edilirken Güneydoğu’da meydana gelen asker ve sivil kişilere karşı yasadışı örgüt mensuplarınca yapılanlar gözardı edilmiştir ….”