Kürt sorunu, “galiba bu kez çözülecek” umutları arasında bir kez daha televizyonlardaki tartışma programlarının ve köşe yazarlarının favori konusu oldu. Tartışmalarda, çözüm olacağına dair umutlu bir hava estirilmesi yanında DTP milletvekillerinin de birçok programda davetli olarak bulunması önemliydi. Ancak ben daha çok Kürt sorunu konusunda yapılmaya çalışılan bir “tarih yazımı denemesinden” söz etmek istiyorum. Daha önceleri de dile getirilmiş olsa da, bu kez oldukça yaygın bir kabulle ve aralarında Kürtlerin de bulunduğu birçok kişi tarafından dile getiriliyor olması açısından ele alınması gereken bir tez var. Tez özetle şöyle: Kürt sorunu esas olarak 12 Eylül 1980 darbesinden sonra ortaya çıkmıştır. Darbecilerin hoyratça yasaklamaları ve özellikle de Diyarbakır cezaevinde yapılan işkenceler, bugün yaşadığımız Kürt sorununun temel nedenidir. Hatta işi biraz daha ileri götürenler de var. 12 Eylül darbesi Amerikan kökenli olduğuna göre, Kürtlere uygulanacak olan bu baskının kaynağı da Amerika olabilir. Yani Amerika Türkiye’de bir Kürt sorunu çıksın diye, darbecilerin Kürtlere bu şekilde baskı yapmasını sağlamış olabilir.
Bu görüşe çok fazla katılamamakla beraber, bu kadar çok kişi tarafından dile getirilmesi ve neredeyse hiç itirazsız kabul görüyor olması açısından dikkate değer bir durum oluşturuyor görüşündeyim.
Öncelikle buradan şöyle bir sonuç rahatlıkla çıkarılabilir; 1980 yılına kadar Kürtlerin hiçbir sorunu yoktu, her şey güllük gülistanlık gidiyordu, Kürtler dillerini rahatça konuşabiliyor, her türlü kültürel haklarını kullanabiliyor ve rahatça varlıklarını sürdürebiliyorlardı. Oysa 1980 öncesinde de sadece Kürtlerden bahsettiği için insanların hapislere atıldığını, devletin Kürtlerin varlığını asla kabul etmediğini, devlet söyleminde Kürtlerin Türk olarak kabul edildiğini ve bu konuda çalışma yapmanın bile hapislere düşmek için yeterli sebep olduğunu hepimiz biliyoruz. Sadece İsmail Beşikçi’nin başına gelenlere bakarsanız 1980 öncesinde de durumun ne kadar vahim olduğunu görebilirsiniz. Yine 1930’lu yıllarda “Vatandaş Türkçe Konuş” kampanyalarını ve çarşıda pazarda Kürtçe konuştuğu için insanların para cezasına çarptırıldığını biliyoruz. Tezimiz en baştan çuvallamış durumda, 1980 öncesinde de Kürtler üzerinde çok ciddi bir baskı vardır ve en önemlisi devlet zaten Kürt diye bir topluluğun varlığını tanımamaktaydı. Sadece bu yüzden, yani Kürtlerin varlığını kabul ettiği için TİP’in kapatıldığını, bu kıymetli kanaat önderlerimiz sanırım biliyorlardır.
Tezin diğer tarafı ise çok tanıdık, Kürt sorunu esas olarak dış mihrakların çıkardığı bir sorundur. Bıraksalar biz kardeş kardeş yaşarız. ABD gerçekten böyle bir plan yapmış mıdır bilemem ama 1980 öncesinde çıkmış olan onlarca Kürt isyanını nasıl açıklayacağız. Cumhuriyet tarihinde 1925 yılından itibaren onlarca isyan çıkmıştır. “Dış mihrakların”, sorun çıkartmak için çok müsait bir konu bulduklarını kabul etmek gerek.
Peki, Kürt sorunu olarak adlandırılan bu durum ne zamandır var? Osmanlı’dan miras kalan bu sorun ilk ne zaman ortaya çıktı? Devlet Kürtleri ne zamandan bu yana bir sorun olarak görüyor? Neden? Şüphesiz üzerinde çok çalışılması ve tartışılması gereken sorular bunlar. Özellikle Osmanlı arşiv kaynaklarının kullanılması ve bu konularda onlarca çalışma yapılması gerektiği açık. Ancak bu konudaki naçizane görüşlerimi özetle paylaşmak isterim. Burada yapmak istediğim bu konuda uzunca süredir çalışan biri olarak kafamdaki genel çerçeveyi ortaya dökmektir. Böylesine karmaşık bir sorun hakkında genellemeci olabilecek bir yazının sorunları olabileceğini kabul etsem de umudum bu konuda bir tartışma açılması yönündedir. Kim bilir belki ciddiye alıp bu sorular çerçevesinde tartışmak isteyenler çıkabilir.
Kürtlerin Devlet Söyleminde Sorun Haline Gelmesi
Kürtlerin devlet açısından bir sorun olarak algılanması ilk olarak II. Mahmut döneminde (1808- 1839) olmuştur. Daha net söylemek gerekirse kurulmak istenen yeni anlayışın uygulamaya konması ve 1826 yılında eyaletlerin durumunda yapılan değişikliklerle birlikte “Doğu Vilayetleri”nde büyük bir sorun patlak vermiştir.
Bilindiği gibi Osmanlı- Kürt ilişkilerinde 1514 dönüm noktası olarak ele alınır. Safaviler üzerine sefere çıkan Osmanlı hükümdarı I. Selim, bu seferde Kürtlerin desteğini almanın önemli olduğunu fark etmiş ve mahiyetinde bulunan, kendisi de Kürt olan İdris-i Bitlisi’yi Sünni Kürt Beyleriyle anlaşması için görevlendirmiştir. Yerel özerkliklerinin garanti altına alınması koşuluyla Kürt Beylikleri Osmanlıyla anlaşmış ve Safavilere karşı Osmanlının yanında yer almışlardır. Bundan sonrasına dair çok fazla çalışma olmasa da, var olan çalışmalardan, 19. yüzyıla kadar Kürt Beyliklerinin özerkliklerini koruduklarını ve hatta Osmanlı kayıtlarında “Kürt Hükümetleri” olarak geçen özerk yapılanmaların olduğunu görüyoruz. Osmanlıya bağlılıkları karşılığında özerk olan ve vergi dahi ödemeyen bu beylikler II. Mahmut döneminde farklı bir durumla karşı karşıya gelirler.
II. Mahmut, modern, merkezi ve mutlak bir monarşi kurmak niyetindeydi. Bunun için de Osmanlı’nın klasik idari yapısını değiştirerek modern/merkezi bir idari yapı kurmak istiyordu. İşte bu niyetini, ilan ettiği fermanlarla hayata geçirir. Kürt Beylik ve hükümetlerinin özerklikleri ellerinden alınır, tümü merkeze bağlanır, vergi vermek ve zorunlu askerlik hizmeti yapmak gibi yükümlülükler getirilir. İşte 1514 yılında oluşmuş olan Osmanlı- Kürt ittifakı bu tarihlerden itibaren bozulur. Artık bir çatışma dönemine girilmiştir. 1827- 1847 arasında, yaklaşık yirmi yıl süren bu çatışma döneminde, onlarca beylik isyan etmiştir. Osmanlı, yüz yıllardır kullandığı yöntemi uygulayarak, rakip aşiretleri bir birine karşı kullanır ve isyanların büyük bir bölümünü bastırır. Ancak en büyük Kürt “Mir”lerinden birisi olan Bedirhan Bey hala bölgede güçlüdür ve tek kaldığı için de neredeyse bütün Kürdistan bölgesinin tek hâkimi konumuna gelmiştir. Zaten diğer isyanları bastırırken, Bedirhan Bey Osmanlıyı desteklemiştir. Her iki tarafın da bu ilişkiden bekledikleri vardır: Osmanlılar, Bedirhan Bey gibi güçlü bir lideri kullanarak isyanları bastıracak ve son olarak, tek kaldığında Bedirhan Beyin de işini bitirecektir. Bedirhan Beyse, Osmanlının yardımıyla bölgedeki tüm diğer aşiretleri tasfiye ettikten sonra Kürdistan’ın tek hâkimi olacaktır. 184o’lı yılların başında, Bedirhan Bey bölgenin tek gücü olmuştur. Bir padişah gibi davranmakta, kendi adına para bastırmakta, devlet teşkilatını kurma çalışmaları içine girmektedir. Sonunda kaçınılmaz karşılaşma gerçekleşir ve Osmanlıyla Bedirhan Bey yani Botan Emirliği karşı karşıya gelir. Osmanlı bir kez daha eski bir taktiği kullanır. Bedirhan Bey’in yeğeni İzzeddin-Şir’i yanına çeker ve isyanı uzun bir mücadeleden sonra bastırır. 1847 yılında artık çatışma sona ermiş ve bölgedeki tüm Emirlikler tasfiye edilmiştir. Osmanlı Devleti’ne göre bu “Kürdistan’ın yeniden fethi”dir. Dönemin resmi gazetesi olan Takvim-i Vekâyi, Bedirhan Beyin yenilgiye uğratılmasını bu şekilde duyurur. Bu harekâta katılan asker ve subaylara özel olmak kaydıyla “Kürdistan Madalyası” bastırılır. En önemlisi, bölge “Kürdistan Eyaleti” adıyla yeni bir idari birim olarak düzenlenir. Osmanlıya göre Kürt sorunu artık hallolmuştur.
Osmanlının beklediği gerçekleşmez. Kürt sorunu değil çözülmek, eskisinden de karmaşık bir hal almıştır artık. Daha önceleri yüzlerce aşireti kendi güçleri altında toplamayı başarmış yedi sekiz Emirlikle ve onların Emirleri yani Mirleriyle anlaşmak bölgenin kontrolü açısından yeterliyken şimdi “başı boş” yüzlerce aşiretle uğraşılması gerekmektedir. Bölge hakkında hiçbir fikri olmaya ve oradaki dengeleri de tanımayan Osmanlı memurları kontrolü tamamen kaybederler. Kendi bildiklerini yapan ve Osmanlı memurlarını dinlemeyen yüzlerce aşiret, bölgenin tümüyle Osmanlı denetimi dışına çıkması riskini yaratmıtır. Kürdistan’ı yeniden feth ettiğini düşünen Osmanlı Devleti tam tersi bir durumla karşı karşıyadır. Zaten hiçbir işe yaramadığı için de 1867 yılından itibaren “Kürdistan Eyaleti” uygulaması da kaldırılır. Aynı dönemlerde Balkanlarda başlayan büyük isyan hareketleri Osmanlı Devleti’nin bölgede kontrol kurmasını iyice zora sokar. Bu karmaşa içinde Rusya ile sonu kendisi için felaketle bitecek bir savaşa giren Osmanlı ( 93 Harbi ya da 1877-1878 Osmanlı- Rus Savaşı), Doğu Vilayetleri’nde süren savaşta bazı Kürt aşiretlerinin desteğini almış ve bölgede tutunabilmek için Kürtlerle işbirliğinin şart olduğunu fark etmiştir. Ancak Osmanlıyı bu konuda harekete geçiren en önemli durum, 93 Harbi sonrası imzalanan Berlin Anlaşması olmuştur. Bu anlaşmada, Doğu Vilayetleri’nde ve özellikle de Ermenilerin bulunduğu bölgelerde reform yapılması karar bağlanmış, hatta bu reformlar Batılı devletlerin garantörlüğü kapsamına alınmıştır. Balkanlardaki tecrübesinden yola çıkan Osmanlı, Balkanlarda başına gelenin burada da olacağını düşünür; önce reform istekleri, ardından bağımsızlık. Hatta dönemin resmi Osmanlı belgelerinde Doğu Vilayetlerinin “Karadağlılaştırılması” diye de bir tabir kullanılır. Bu anlaşma maddesiyle Ermenilerin de Balkanlardaki topluluklar gibi önce reformlarla özerklik elde edeceğini ardından da bağımsızlıklarına kavuşacağını düşünen Osmanlı devleti büyük bir paniğe kapılır. Padişah II. Abdülhamit’in bu dönemde Ermeni kuruluşları üzerinde büyük bir baskı kurmaya başladığını ve bölgeye sık sık adamlarını göndererek raporlar istediğini görüyoruz.
Osmanlı-Kürt İttifakının Yeniden İnşası
II. Abdülhamit dönemi (1876- 1909) Osmanlı-Kürt ittifakının yeniden inşa edilmeye çalışıldığı dönemdir. Hem Osmanlılar, hem de Kürtler açısından bu ittifak kaçınılmaz olmuştur. Osmanlılar için bu ittifak iki açıdan önemlidir. Öncelikle bu sayede uzun yıllardır bölgede kurulamayan otorite yeniden tesis edilecek ikinci olarak da, herhangi bir Ermeni kalkışmasında Kürtler Osmanlının yanında yer alarak Ermenilere karşı silahlı bir güç olarak kullanılacaktır. İşte bu nedenlerle 1890’lı yılların başından itibaren Hamidiye Alaylarının kurulması çalışmaları başlatılmıştır.
Kürtler için de Osmanlıyla ittifak yapmaktan başka çare yok gibi görünür. Öncelikle 1880-1882 yılları arasında çıkan Şeyh Ubeydullah İsyanı sırasında İngiltere, Fransa ve Rusya’nın karşılarında yer aldığını ve bölgede asla bir Kürt devleti kurulmasını istemediklerini görmüşlerdir. İkincisi, Berlin Antlaşması’nda bu devletler açıkça Ermeniler yanında yer almışlar ve bu da bölgede bir Ermeni devleti kurulacağı şüphelerini iyice arttırmıştır. Üçüncü olarak da, Tanzimat döneminde Emirlerin tasfiyesi sonrası bölgeye dini liderler hâkim olmuştur ve II. Abdülhamit’in İslamcı politikaları, Kürtlerin yeniden Osmanlıyla bir ittifaka yönelmesini kolaylaştırmıştır. Dolayısıyla Abdülhamit döneminde Osmanlılar ve Kürtler kendileri açısından kaçınılmaz olarak bir ittifak içerisine girmişlerdir. Ancak burada önemli olan iki istisnai durumdan söz etmek gerek: Bu ittifakta yer almayan iki Kürt grubu vardır; özellikle Dersim bölgesinde bulunan Alevi Kürtler ve İstanbul’da yaşayan, “modernist Kürt eliti”. Ancak, Doğu Vilayetleri olarak adlandırdığımız bölgede, Sünni Kürt aşiretleri hâkim olduklarından, bu ittifakla beraber bölge yeniden Osmanlının kontrolüne girmiştir.
Temel olarak bir Ermeni devleti kurulması “tehlikesine” karşı kurulmuş olan bu ittifak 1923 yılına kadar bazı iniş çıkışlarla devam etmiştir. Örneğin Abdülhamit’e karşı II. Meşrutiyet devrimini gerçekleştiren ve bir süre sonra Abdülhamit’i tahttan indiren İttihat ve Terakki Cemiyeti, iktidara gelir gelmez Hamidiye Alaylarını kaldıracağı sözünü vermiştir. Oysa durum böyle gelişmez, İ.T.C iktidara geldikten sonra, bölgedeki kontrolü sağlamak için bu aşiretlere ihtiyaç duyulduğunu görür ve en önemlisi, olası bir Ermeni kalkışmasına karşı kullanılacak en önemli güç bu alaylardır. Hamidiye alaylarını kaldırmaması gerektiğini düşünen İ.T.C yönetimi bir tür hile yapar ve bu birliklerin ismini değiştirerek kendince bir ara çözüm bulur. Hamidiye Alayları ismi değiştirilerek Aşiret Alayları halini alır. Ancak yapı aynen korunur.
Şunu açıkça belirtmek gerekir ki, 1894 yılından itibaren bölgede Ermenilere karşı yapılan katliamlarda bu alaylar önemli rol oynamıştır. Daha önemlisi Ermeniler Anadolu’dan tasfiye edilirken, onların malları ve toprakları Hamidiye Alaylarına bağlı aşiretler tarafından ele geçirilmiştir.
1918- 1923 Arası Dönem, Mustafa Kemal ve Kürtler
I.Dünya savaşı ardından yaşanan büyük yenilgi, Mondros mütarekesi ve ardından imzalanan Paris antlaşması, Türkleri ve Kürtleri, temelde Ermenilere karşı kurulmuş olan ittifakı sürdürmeye yöneltir. Özellikle 1919 yılında imzalanan Paris Barış Antlaşmasında Büyük Ermenistan’dan bahsedilmesi ve aslında bunun gerçekleşmesinin mümkün olmadığının bilinmesine rağmen anlaşmaya böyle bir maddenin konulması Türkleri ve Kürtleri endişelendirir. Türkler Doğu Vilayetlerini kaybetmekten, Kürtlerse gelecek Ermenilerin intikam almalarından çekinir. M. Kemal bu fırsatı iyi kullanır ve Erzurum kongresi ardından Kürt aşiretlerini yanına çeker. Bunu yaparken de temel argümanı, Ermenilerin geri dönerek mallarını geri alacakları ve daha önemlisi intikam peşinde koşabilecekleridir. I.Dünya Savaşında Ruslarla birlikte Anadolu’ya giren Ermenilerin Müslümanlara uyguladıkları katliam düşünüldüğünde bu ihtimal Kürtler için yeterince korkutucudur. Bir kez daha Ermeni “tehlikesine” karşı bir araya gelinmiştir. M. Kemal savaşın ardından Kürtlere muhtariyet verileceğinin de sözünü vererek ittifakı iyice pekiştirir. Ermenilerin geri geleceğinden korkan ve Türklerden özerklik sözü alan Kürtler, Anadolu’daki Türk direnişine katılır. Ancak bekledikleri son gerçekleşmez. 1923 yılında Lozan Antlaşması imzalandıktan sonra iktidarı yavaş yavaş ele geçiren M. Kemal ve ekibinin niyeti bir ulus devlet kurabilmektir. Bu ulus devletin temeli Türkler olacaktır. Gayrimüslim azınlıklar her fırsatta ve olabildiğince yurt dışına çıkarılmaya, yani Anadolu gayrimüslimsiz kılınmaya çalışılırken, Müslüman azınlıklar Türk kimliği altında asimile edileceklerdir. Böylelikle II. Abdülhamit döneminde kurulan ve 1923 yılına kadar devam eden Kürt-Türk ittifakı bozulmuştur, bunun ardından yeniden çatışmalı bir sürece girilmiştir. Bu tarihten itibaren Türk devleti için artık Kürt diye bir topluluk yoktur, bunlar Turanî kökenli bir halktır. Bu bölgede kala kala Türkçeyi unutmuşlardır. Dolayısıyla da yapılan aslında bir asimilasyon değil, bir topluluğun aslına döndürülmesidir.
1913 sonrası aslında İ.T.C tarafından teorik temelleri atılmaya başlanan bu tez Cumhuriyet döneminde de devam ettirilir. Bu duruma karşı çıkan Kürtler çok ağır bir şekilde cezalandırılır, Kürtlerin adından bile bahsetmenin risk olduğu bir sürece girilir. Özellikle 1938 Dersim katliamından sonra Kürtlerden bahsetmek adeta bir tabuya dönüşmüş, hatta Kürtler Türk’tür demek için bile Kürt adı kullanılmamaya çalışılmıştır. Kürt adı ve Kürtlükle ilgili her şey bir bakıma tarihten silinmek istenmiştir. Bu konuda çok ilginç bulduğum bir belgeden uzunca bir alıntı yapmak istiyorum. Belge 1960 yılında tüm valilere çok gizli ibaresiyle gönderilmiştir.
“ T.C. içişleri Bakanlığı
Vi.İd.G.Md.
2.Ş.B.
Sayı: 22315/1/6383
…devam edegelen ihmal ve ve kötü idareler neticesi Doğu ve Güney-Doğu Anadoluda oturan kalabalık bir vatandaş kitlesi Türkçeye benzemeyen bir dil konuşmakta koyu bir cehalet içinde yüzmektedir.
…Bölge halkını hiçbir şüphe ve tereddüde meydan bırakmayacak şekilde Türk aslından geldiğine inandırmak lazımdır. Tedbirlerin başında gelen bu işi başarıya götürmek ise Türk aydınlarına düşen mukaddes bir vazifedir. Türk subayı, Türk idarecisi, Türk öğretmeni bu konu üzerinde ayni titiz anlayışla elele verdikleri zaman muvaffakiyet tam olarak sağlanabilecek, aksi takdirde yara kanamaya devam edecektir.
… Türkler en az 7 bin senedenberi buraların otokton halkıdır.
… Bütün bunlardan anlaşıldığına göre doğu ve Güney-Doğu illerimizde oturan ve maleesef anlamadığımız bir dil konuşan insanlar Türktür hem de fazla ihlât etmediklerine bakılacak olursa katıksız ve hakiki Türktür.
… Doğu ve Güney-Doğu illerimizde halen vazifeli bulunan ve bundan sonrada vazife alacak olan Türk Subayları, Türk İdare âmir ve memurları, Türk Öğretmenleri kendileri bu davanın misyonerleri addedecek, propaganda yapıyor hissi vermeden her temas ettiklerine gittikleri köylerde her konuştuklarına süresini düşürerek münasip bir dil ile bu gerçekleri telkin edecek olurlarsa dava sür’atle kazanılmış olacaktır.
… Ayrıca vatani vazifelerini yapmak üzere Ordu saflarına karışan bu tertemiz memleket çocuklarına iyi muamele eder, Batı illerinden gelen erlerden ayırmazsak Tarih, Coğrafya, Yurt ve Vatandaşlık bilgisi derslerinde bu gerçekleri telkin eder ve inandırırsak hem bu erleri kazanmış hemde memleketlerine döndükleri zaman ömürleri boyunca davamızı savunacak elemanlar yetiştirmiş oluruz.
… Kışlalarda erlerin, Okullarda öğrencilerin birbirlerine (Kürd) diye hitap etmeleri kesin olarak yasak edilmelidir…
…
3/10/960
İçişleri Bakanı
M. İhsan Kızıloğlu”
Bu yazılanların Cumhuriyet döneminde devletin Kürtlere bakışını çok iyi özetlediğini düşünüyorum. Açıkça anlaşılacağı üzere zaten Türk olan Kürtler asıllarına döndürülmek istenmektedir. Ancak yakın bir zamanda eski dışişleri bakanlarından İlter Türkmen’in belirttiği gibi; Cumhuriyetin Kürtleri asimile etme projesi başarısız olmuştur. Gerçi bu süreçte özellikle Alevi Kürtler arasında asimilasyon etkisini göstermiş ve bazı aleviler “asıl Türk biziz” söylemini benimsemişlerdir ancak Sünni Kürtlerin asimilasyonu gerçekleşmemiştir.
Bugün Türkiye Cumhuriyeti Devleti bu durumun farkındadır ve artık inkâr politikasını bir tarafa bırakarak Kürtlerin varlığını tanımıştır. Ancak sorun da tam olarak buradan başlamaktadır, “Kürt diye bir topluluğun olduğunu kabul ediyoruz ancak ulus devlet anlayışını değiştirecek haklar veremeyiz” anlayışı Kürt sorununu çıkmaz bir yola sokmuştur. Hem Kürtleri tanıyoruz diyip hem de temel haklarından onları yoksun bırakmak mümkün değildir. Kürt sorununu çözecek şey, Türkiye’nin, ulus devlet anlayışını bir tarafa bırakarak demokratik, çokkültürlü, temel insan haklarından tüm kimliklerin eşit bir şekilde yararlandığı yeni bir yapılanmaya gitmesidir. Hem ulus devlet anlayışında ısrar edip, hem de Kürt sorununu çözmek mümkün değildir. Sorunun düğüm noktası da burasıdır.