Türkiye’de özellikle 2005-2006’dan sonra yayıncılık dünyasında bir trend halini alan “Kızılelmacı” (ya da “ulusalcı”) yayıncılık konusundaki değerlendirmelerimiz sürüyor. Bu yazıda, 2008 yılında Timaş Yayınları’ndan çıkan, Selman Kayabaşı’nın yazdığı “Teşkilat” kitabını ele almaya çalışacağım. 2008’in çok-satarlarının en üst sıralarında yer almasa da, kitabın birçok baskı yaptığı ve popüler olduğu anlaşılıyor.

Teşkilat” kitabında iki temel eksen üzerinde durmak istiyorum. Olayların akışı içinde bu eksenler iç içe geçiyorlar. Birincisi, yazıya da başlığını veren, “ebed müddet Türk devleti.” Yani çok eski dönemlerden beri var olan ve ilelebet varlığını sürdürecek Türk devlet geleneği ve onun çekirdek örgütlenmesi (kitabın ismi “teşkilat” da buradan geliyor). Aslında okurlar bunu rahatlıkla “derin devlet” olarak da okuyabilirler. Zira kitabın bir “derin devlet” güzellemesi olduğu,  derin devlete tarihsel bir süreklilik ve dolayısıyla meşruiyet kazandırmaya çalıştığını söyleyebiliriz.

Devlet-i ebed müddet, Oğuz Kağan’dan (Göktürk devleti) günümüze kadar varlığını sürdüren “Türk derin devleti”dir. Türkler, tarih boyunca karşılaştığı zorluklar yüzünden, kurdukları devletlere son vermek zorunda kalmışlardır. Fakat her seferinde bu süreç kontrollü bir şekilde işlemiş, yani bir devlet son bulmuş, bir yenisi kurulmuş, fakat özünde bu devletler tek bir devlet yapısının devamı olmuştur. Nitekim kitapta bu husus, “Çam da bizim kozalak da” metaforuyla açıklanıyor: Çam, bütün Türk devletlerine kaynaklık eden “teşkilat”tır; kozalaklar ise ondan düşen, bir süre için ayrı kalan, fakat özünde bir olan çamın meyveleridir.

Tarihsel “devlet ebed müddet”in devamı olan günümüzdeki derin devlet, Türklerin yönetici seçkinler konumunda olduğu devletlerden çağımıza kadar çok farklı dönemlere, farklı politik yönelimlere ve farklı toplumsal örgütlenmelere mensup şahsiyetlerin aynı çekirdek örgütlenme içine sokulmasıyla meşrulaştırılıyor. Oğuz Kağan’dan Selçuklu Sultanlarına, Büyük Selçuklu Devleti’nin ünlü veziri Nizamülmülk’ten İmam Gazali’ye, Osmanlı Beyliği’nin kurucusu Osman Bey’den Mevlâna’ya, II. Abdülhamit’ten Bektaşi şeyhlerine ve Enver Paşa’ya ve son padişah Vahdettin’den nihayet Mustafa Kemal’e kadar uzana bir zincir içinde devlet adamları bu “teşkilat”ın başkanları, din adamları ise onun hizmetkârlarıdır. İsmet İnönü’yü atlayarak Celal Bayar’la devam eden teşkilatın bildik en son siması, Mustafa Kemal gibi açıkça öldürüldüğü öne sürülen Turgut Özal’dır. Son “başkan” ise kitaptaki kahramanlardan birisi, deneyimli bir istihbaratçı olur.

Yakından incelenirse, böyle bir tarih tasavvurunun günümüze ilişkin son derece totaliter içerimleri olduğu kolayca görülebilir. Örneğin kitaba göre, Abdülhamit’in istibdat yönetimine karşı isyan eden, Meşrutiyet’in ilanında aktif rol oynayan ve I. Dünya Savaşı’na doğru giderek Türkçü-Turancı bir çizgi benimseyen İttihat ve Terakki Cemiyeti (İTC) gerçekte son dönem Osmanlı tarihinde farklı bir evreyi temsil etmemektedir. İTC tarafından tahtından edilen II. Abdülhamit, Enver Paşa’yı çağırır ve ona “kutsal sandığı” teslim eder.  İşgal koşulları altında Osmanlı Hanedanlığı’nın sonunun geldiğini anlayan Sultan Vahdettin ise Samsun’a gitmeden önce Mustafa Kemal’i çağırır ve onu Anadolu’da bir direniş hareketi başlatması için yüreklendirir. İçinde Türklüğü ve Müslümanlığı temsil eden sancakların bulunduğu “kutsal sandık” bu kez Mustafa Kemal’e geçecektir.

Öyleyse, yakın dönem Osmanlı ve Türkiye tarihinde siyasal çizgiler ve toplumsal projeler arasındaki farklılık gerçekte marjinal düzeydedir. Osmanlı’da ve Türkiye Cumhuriyeti’ndeki siyasal akımlarda, hatta rejim tiplerinde gözlenen çeşitlilik sadece görünüşten ibarettir. Derinlerde büyük bir türdeşlik vardır; yakın tarihin bütün siyasal akımları, Türk devletinin bekası ve bağımsız şekilde varlığını koruyabilmesi için çaba göstermişlerdir. Açık ki bu totaliter bir toplum tasavvurudur. Dolayısıyla, Türk devletin bekasını korumak dışında önceliklere sahip olan toplumsal projeler bu tarih ve toplum tasavvuru içinde kendilerine yer bulamazlar. Zaten bütün tarihsel gelişmelere, Türk devletinin bekası ve bu bekayı tehdit eden dış güçler/onların içerideki uzantıları ikileminden bakınca, birinci kategoride yer almayanlar zorunlu olarak ikinci kategoriye girerler.

İkincisi, bu toplum tasavvurunda halkın rolü, büyük güçlerin Türkiye üzerindeki oyunlarını boşa çıkarmak için uğraşan “teşkilat” tarafından “kurtarılmayı” beklemekle sınırlıdır. Halkın, “devlet ebed müddet” ile Türk devletine komplo kurmaya çalışan büyük güçler arasındaki “satranç oyunu”nun sonuçlarına katlanmaktan başka bir seçeneği yoktur. Allahtan “derin devletlerimiz” her seferinde bir çıkış yolu bulmuşlar da eşiğine kadar geldiğimiz felaketlerden bizi kurtarmıştır.

Kitabın sonlarına doğru, Türkiye’ye karşı kurulan komplodan ülkeyi kurtarmak için Genelkurmay’ın, MİT’in, JİTEM’in (kitapta açıkça bir devlet kurumu olarak sayılır) Başbakan’ın ve Dışişleri Bakanı’nın tam bir görüş birliği içinde çaba gösterdiklerini görürüz. Devletin tepesi, hiçbir çelişki barındırmayan bir bütündür.

Elbette bu devlet ve toplum tasavvurunun, komplo teorilerinden beslenen bir kurgu olduğu ve çok da önemsenmemesi gerektiğini söyleyenler olacaktır. Ben bunun doğru bir tutum olmayacağını düşünüyorum. Bu tür popüler “ulusalcı” kitapların, Susurluk ve Ergenekon benzeri operasyonlarla itibarı zedelenen derin devlet güçlerine toplum nezdinde  iade-i itibarda bulunma işlevi gördüğünü düşünüyorum. Nitekim, akşam trafiğinde memleket meselelerini konuştuğum bir taksici, Ergenekon’un aslında Mete Han’dan bu yana devam eden bir devlet geleneği olduğunu söylediğinde, bu tür kitapların işlevini ve toplum tabanındaki etkisini daha iyi anlayabilmiştim.

Peki “Teşkilat” kitabında, Türkiye nasıl bir komployla karşı karşıyadır?

Aslında bu ikinci eksen gayet ilginçtir ve güncel gelişmelerle bağını iyi kurmak gerekir. 2000’lerin başından beri ABD ve Rus istihbarat servisleri, Türkiye’de “teşkilat”ın ağırlığının artmasından endişe ederler. Bunun nedeni, Türkiye’nin uzun süreden beri yeniden bağımsız bir çizgi izlemeye ve Osmanlı bakiyesi topraklarda (Kafkasya, Balkanlar, Irak, Suriye …) etkinliğini artırarak bölgede ayrı bir güç odağı oluşturmaya başlamasıdır.

“Teşkilat” kitabında, Türkiye dışında bölgede iki güç odağından söz edilir. Birisi, özellikle Irak’ın işgalinden sonra epeyce mesafe kaydeden ABD odağıdır. ABD’nin işbirlikçileri Kuzey Iraklı Kürtlerdir. PKK ise Kuzey Irak’lı Kürt partilerin denetimine sokulmaya çalışılmakta, fakat kendi içinde bir bölünme yaşamaktadır. Yine de objektif olarak bu üç güç Türkiye’nin aleyhine ittifak halindedir ve aynı uyuşturucu şebekesinden pay almaktadır. Bu ittifak, “Kürtlerle Türkleri birbirine kırdırmaya” çalışan kirli bir oyunun peşindedir. Kitapta PKK’nin içindeki bazı unsurların bundan rahatsızlık oldukları belirtilir. Nitekim, Barzani yanlısı “başkomutan” infaz edilerek liderlik tekrar Öcalan çizgisine geçer. Kitapta PKK kamplarının anlatıldığı bir bölümde, aslında Türkiye’de Kürtler bu kadar horlanmasalar, dağa çıkmayacakları ve hâkim Türk kimliği içinde kardeşçe yaşayacakları mesajı verilir. Zaten “teşkilat” da bu oyunu bozmaya çalışır. Bu bakımdan, “Teşkilat” kitabında Türk-İslamcı emperyal bir çizginin daha hâkim olduğu ve “soy” Kızılelmacı kitaplardan ayrıldığı söylenebilir.

Bölgedeki ikinci güç odağı ise, Rusya-İran ittifakında cisimleşir. ABD odağına karşı faaliyet gösteren bu ikinci odak, El-Kaide gibi fundamentalist örgütler vasıtasıyla Türkiye’yi istikrarsızlaştırmaya çalışmaktadır. Türkiye’yi nükleer bombaların da kullanılabileceği terör eylemlerinin sahası haline getirmekle tehdit eder.

İşte bu hâkimiyet mücadelesi içinde, “teşkilat” Türkiye’yi bölgede tekrar söz sahibi yapmaya başlamış ve Osmanlı İmparatorluğu’nun Türkiye’ye yakın eski topraklarında, her iki güç odağının da çıkarlarını tehdit eden bir örgütlenmeye girişmiştir. Türkiye’nin bölgede bağımsız bir güç haline gelmesi o kadar ciddi boyutlara ulaşır ki, Washington’daki üst düzey bir toplantıda CIA Başkanı, Başkan’ı bölgedeki asıl tehdidin İran olmayıp “Amerika’nın çıkarlarına zarar verebilecek” bir çizgiye yönelen Türkiye olduğuna ikna etmeye çalışır. Bu nedenle ABD, Türk devleti içindeki (örneğin MİT’teki) uzantılarını kullanarak Türkiye’yi köşeye sıkıştırmaya çalışır.

Türkiye’nin özellikle Amerika’ya karşı bölgede bağımsız bir güç odağı haline gelmesi fantazisinin, “Kurtlar Vadisi”nden  diğer popüler Kızılelmacı dizilere ve kitaplara kadar başat bir tema haline geldiği anlaşılıyor. Elbette bunun altında, ABD’nin Irak’ı işgal ederek özerk bir Kürt yönetimini desteklemesiyle birlikte Türkiye ile ABD’nin çıkarlarının çelişmeye başlaması yatıyor. “Teşkilat” ya da “Kurtlar Vadisi” gibi popüler kurgular işte bu noktada devreye giriyor ve dönemsel olarak ulusalcı STK’ların (dolayısıyla Genelkurmay Başkanlığı’nın) kontrolünde estirilen anti-Amerikancı rüzgârı besliyorlar.

Bütün bunlar olurken ne Türkiye’nin çıkışları karşısında “Kürtleri satmaya” hazır görünen ABD’nin Ortadoğu’da yarattığı tahribat, ne Irak’ta milyon seviyesine yaklaşan sivil kayıplar, ne İsrail-Filistin sorunu ve Gazze’de Filistinlilere uygulanan kırım politikaları ne de Hamas ve Hizbullah gibi örgütlerin toplumsal tabana dayanan direniş politikaları gündeme geliyor. ABD’nin, Türkiye ve Kürt sorunu düzlemindeki ve daha genel olarak Ortadoğu’daki rolünü iyi çözümleyen ve siyasal İslamcı direnişi anlamaya çalışan gerçek bir anti-emperyalist çizgi gelişmedikçe, Kızılelmacılık iki yüzlü bir Amerikan karşıtlığını tepe tepe kullanacağa benziyor.