Türkiye’de İfade Özgürlüğü Sorununun Yakın Geçmişine Kısa Bir Bakış
Son aylarda ifade özgürlüğü sorunu kamuoyunun gündemini işgal etmeyi sürdürdü. Türk Ceza Kanunu’nun (TCK) tartışılan maddeleri arasında özellikle 301. madde ön sırada yer alıyor. Avrupa Birliği (AB), pek çok ünlü ismin de yargılandığı 301. maddenin değiştirilmesini talep ediyor. Nitekim, Başbakan Erdoğan sivil toplum örgütlerinden konu hakkında görüş bildirmesini istedi. AB-Türkiye müzakerelerinin 8 başlıkta askıya alınması ihtimalinin güçlenmesi karşısında, hükümet 301. maddede değişikliğe gidebilir. Maddede geçen “Türklük” kavramı yerine, “Türk milleti”nin geçirilmesi tartışılıyor.
Böylece bir kez daha ifade özgürlüğü alanında kapsamlı bir reforma gidilmeden, ana-akım medyanın ve bazı ifade özgürlüğü kampanyalarının da katkısıyla, tartışma, belirli bir maddede “makyaj” yapılıp yapılmamasıyla sınırlandırılıyor. Bu makyaj yapılınca muhtemelen büyük bir reform gibi takdim edilecek. Kamuoyunun dikkatini çekebilecek ölçüde “ünlü” olanlar ve ana-akım aydınlar başka maddelerden yargılanmaya başlayınca, bu defa da kendimizi bu maddeleri tartışırken bulacağız; bu maddelerin kaldırılmasını talep etmeye başlayacağız.
Bu yazı, 12 Eylül 1980 darbesinden sonra Türkiye’de ifade özgürlüğü sorununa genel hatlarıyla değinmeyi amaçlıyor. Sorunun, günümüzde yapılan tartışmalardan çok daha kapsamlı olduğunu gözler önüne sermeyi hedefliyor. Böylece, kapsamlı ve tutarlı bir ifade özgürlüğü mücadelesi için genel bir arka plan sunmaya çalışıyor.
Eylül Hukuku
Yüz binlerce kişinin gözaltına alındığı, işkence gördüğü, on binlerce insanın tutuklandığı ve 30’a yakın kişinin idam edildiği 12 Eylül askeri darbesi, ifade özgürlüğü alanında da kendi hukukunu ve mağdurlarını oluşturdu. Aslında ifade özgürlüğünün ağır şekilde cezalandırıldığı bu dönemin günümüze kadar çeşitli biçimlerde sürdüğünü söyleyebiliriz.
12 Eylül döneminde, ifade özgürlüğü deyince akla daha çok devrimci yayın organlarının yazı işleri müdürlerinin aldığı binlerce yıllık cezalar gelir. Örneğin, 1989 yılında, hapishanelerde, Eylül döneminde yargılanan ve ceza alan yaklaşık 30 gazeteci bulunuyordu. Bu kişiler, toplam 3 bin 351 yıl 3 ay hapis cezasına çarptırılmıştı [[dipnot1]]. 1 . 80 öncesinde yayımlanan Halkın Kurtuluşu gazetesinin sorumlu yazı işleri müdürleri Veli Yılmaz, Mustafa Yıldırımtürk ve Osman Taş, sırasıyla 748 yıl, 155 yıl ve 661 yıl hapis cezalarına çarptırılmışlardı. Cezaların dayandığı TCK maddeleri, esas olarak faşist İtalyan ceza kanunundan alınan ünlü 141-142. maddelerdi. Sosyalist hareketlerin ve aydınların örgütlenmesini, düşüncelerini yaymasını ağır şekilde cezalandıran bu maddelerden ikincisi, “bir sosyal sınıfın, başka bir sosyal sınıf üzerinde tahakküm kurmasına yönelik propagandayı,” yani “komünizm propagandasını” cezalandırıyordu. Ama cezalar, şimdi karşımıza 301. madde (devlet kurumlarına, Cumhuriyet’e, meclise, orduya, emniyet güçlerine vs. hakaret etmek ve aşağılamak) ve 216. madde (etnik, dinsel, mezhepsel farklara dayanarak halkın bir bölümünü diğerine karşı kışkırtma, halk arasında kin ve nefret yayma) olarak çıkan eski TCK’nın 159. ve 312. maddelerinden de veriliyordu. [[dipnot2]] Örneğin, adı geçen yazı işleri müdürlerinden Veli Yılmaz 159. maddeyi 141 kez ihlal ettiği gerekçesiyle toplam 147 yıl, 311/312. maddeleri 25 kez ihlal ettiği gerekçesiyle de 12 yıl 9 ay hapis cezasına çarptırılmıştı. Eylül döneminde sorumlu yazı işleri müdürleri, her gazete veya derginin ayrı ayrı nüshalarından, her nüshadaki ayrı ayrı yazılardan, hatta aynı yazı içindeki farklı cümlelerden ayrı ayrı cezaya çarptırılmıştı.
1980 öncesi Halkın Kurtuluşu gazetesinde yayımlandığı için cezalandırılan bazı ifadeleri aşağıda örnek olarak sunuyoruz. Ne kadar ceza aldıklarını ve ilgili yasa maddelerini de yanlarında, belirtiyoruz:Emperyalist devletlere olan bütün borçların iptal edilmesi ve emperyalistlere ve büyük burjuvaziye ait banka ve sanayi kuruluşlarına el konulması belirtildiği için komünizm propagandası yapılması (8 yıl 9 ay; madde 142/1)
“Topraksız köylülere toprak dağıtımı talebi dile getirildiği ve tefeci-tüccar sömürüsünü yok etme çağrısı yapıldığı için komünizm propagandası yapılması (8 yıl 9 ay; madde 142/1)”
“Kürt ulusal varlığından ve ulusların kendi kaderini tayin hakkından söz edilmesinden dolayı bölücülük propagandası yapılması (8 yıl 9 ay; madde 142/1)”
“Ülkedeki mevcut siyasal rejim, faşist diktatörlük olarak nitelendirildiği için Cumhuriyet’in tahkir edilmesi [aşağılanması] (1 yıl 2 ay; madde 159)”
“Valilerin olağanüstü yetkilerle donatılması ve birer birer sıkıyönetim komutanı düzeyine çıkartılması için yasa değişikliği hazırlıkları yapıldığının açıklandığı gerekçesiyle Cumhuriyet’in tahkir edilmesi (1 yıl; madde 159)”
“15-16 Haziran ve DGM direnişleri ile ilgili haber, yazı ve yorumlarda kanunsuz grev ve eylemlerin övülmesinden dolayı halkın suç işlemeye teşvik edilmesi (maddeler 311, 312.)” [[dipnot3]]
“Toplu Sözleşme, Grev ve Lokavt Yasalarının eleştirilmesi ile birlikte genel grev çağrısı yapılmasından dolayı halkın suç işlemeye teşvik edilmesi (maddeler 311, 312).”
Cumhuriyet’in ilk döneminden bu yana, Türk ceza sisteminde 142. maddenin yanı sıra 159. ve 312. maddeler de vardı. Bu maddeler, devlet kurumlarının uygulamalarını eleştirmeyi, haksızlıklara karşı direnmeyi ve meşru bir mücadeleden söz etmeyi cezalandırıyordu. Bugün farklı numaralar altında ve öztürkçeleştirilmiş versiyonlarıyla aynı maddeler ifade özgürlüğü hakkını kullananları cezalandırıyor.
Düşük Yoğunluklu Savaş Koşullarında İfade Özgürlüğü
1990’lara doğru şiddetlenen ve 1999’a kadar süren düşük yoğunluklu savaş döneminde, ifade özgürlüğü çok ağır baskılarla karşılaştı. Gazete binalarının bombalandığı, gazete ve dergilerin kapatıldığı, muhabirlerin öldürüldüğü ve yüzlerce aydının düşüncelerinden dolayı hapse girdiği bu dönem, 90’lı yılların ortalarından itibaren canlı bir düşünce özgürlüğü mücadelesine de tanık oldu.
Kürt sorununun tartışılmasını, bölgede düzenlenen operasyonlarda gerçekleşen insan hakları ihlallerinin duyurulmasını engelleme çabaları, ilki 1988 yılında, sonuncusu ise 1990’da çıkartılan ve halk arasında “Sansür ve Sürgün (SS) Kararnameleri” olarak adlandırılan Kanun Hükmünde Kararnamelerle başladı. Adı geçen kararnamelere dayanarak, muhalif gazete ve dergiler sansürlendi, kapatıldı ve bu yayın organlarını basan matbaaların faaliyetine son verildi.
1991 yılında Türk hukukunda büyük bir reforma gidildiği öne sürülerek TCK 141., 142. maddeler ve 163. madde (laiklik karşıtı eylem ve propagandanın yasaklanması) kaldırıldı. Ama yetkililer, endişeye gerek olmadığını, aynı yıl yasalaşan Terörle Mücadele Kanunu’nun (TMK) ortaya çıkan boşluğu dolduracağını söylediler. Ayrıca her an başvurulabilecek TCK’nın 169. maddesi (basın yayın yoluyla örgüte yardım yataklık etmek), 159. ve 312. maddeler de vardı.
Nitekim, boşluk fazlasıyla dolduruldu. TMK’nın 6. maddesi (terörle mücadelede görev alanların hedef gösterilmesi; terör örgütünün açıklamalarının yayımlanması), 7. maddesi (terör örgütünün propagandasının yapılması) ve 8. maddesi (yayın yoluyla bölücülük propagandası yapma) yüzlerce defa uygulandı. 1990’lı yıllar, ifade özgürlüğü ve basın üzerindeki yasal baskıların yasadışı baskılarla iç içe geçmesine tanıklık eder.
1990’lardaki yasadışı baskılar, 1992 yılında, 2000’e Doğru dergisi Diyarbakır muhabiri Halit Güngen’in öldürülmesiyle başladı. Yine 92’de Yeni Ülke gazetesinin Batman muhabiri Cengiz Altun’un öldürülmesiyle devam etti. 92-95 yılları arasında, büyük çoğunluğu Kürt medyasından olmak üzere 26 gazeteci, yazar ve dağıtımcı öldürüldü. Özgür Ülke gazetesi muhabiri Nazım Babaoğlu kaçırılarak öldürüldü.
1992-95 yılları arasında, resmi olmayan verilere göre Devlet Güvenlik Mahkemeleri (DGM) tarafından 443 yayın organı hakkında toplatma, 67 yayın organı hakkında ise kapatma cezası verildi. 92-98 yılları arasında kapatılan gazeteler arasında, özgür basın geleneğini oluşturan Özgür Gündem, Özgür Ülke, Yeni Politika ve Ülkede Gündem vardı. 1994’te, Özgür Ülke gazetesinin İstanbul’daki merkezi ve iki bürosu bombalandı. Yeni Politika ve Ülkede Gündem gazetelerinin prova baskıları DGM savcıları tarafından inceleniyor, haber, yazı ve fotoğraflar günlük olarak sansür ediliyordu. Gazeteler, bazı yazı ve haberlerinin yerleri boş olarak çıkıyordu. 2001’e kadar özgür basın üzerindeki sert baskılar devam etti. Özgür Bakış ve 2000’de Yeni Gündem gazeteleri de kapatıldı. Yine aynı dönemde Evrensel gazetesinin ve Kürtçe haftalık Azadiya Welat dergisinin de OHAL bölgesine girmesi yasaklanmıştı.
Aydınlar cezaevinde
90’lı yıllarda, demokratik kitle örgütü ve siyasi parti yönetici/üyeleri, insan hakları savunucuları, yazarlar ve gazeteciler hakkında rekor sayıda dava açıldı ve ceza verildi. 1995 yılını bu açıdan örnek olarak alabiliriz. İnsan Hakları Derneği (İHD) İstanbul Şubesi tarafından 1996’da hazırlanan “Düşünceye Özgürlük Brifingi”nde belirtildiğine göre, 95 yılında düşüncelerini açıkladıkları için cezaevinde 149 tutuklu ve hükümlü bulunuyordu. Yine aynı yıl, ifade özgürlüğü hakkını kullandıkları için gazeteci, yazar ve diğerlerine verilen toplam hapis cezası 107 yıl 6 aydı. Yaklaşık 7,5 milyar TL de para cezası verilmişti.
90’lı yılların ilk yarısına baktığımızda, en çok davanın TMK’nın 8. maddesi, yani “Türkiye Cumhuriyeti devletinin ülkesi ve milleti ile bölünmez bütünlüğü aleyhine propaganda yapmak” nedeniyle açıldığını gözlemleyebiliriz. Kürt sorununda resmi tezlerin dışında görüş savunan hemen her aydın, gazeteci, yazar vs. hakkında dava açılan bu dönemde, örneğin 95 yılında sadece 8. madde dolayısıyla 486 kişi hüküm giymişti. En ağır cezaları alanlar arasında, örneğin, İsmail Beşikçi, Işık yurtçu, Recep Maraşlı bulunuyordu. Hapis yatan diğer aydınlar arasında bilinen isimler şunlardı: Eşber Yağmurdereli, Hava-İş Sendikası Başkanı Atilla Ayçin, İHD İstanbul Şubesi’nden Eren Keskin, Mehdi Zana, Yayıncı Ünsal Öztürk, İHD eski Genel Başkan Yardımcısı Av. Hüseyin Ebem, Belge Yayınları sorumlusu Ayşe Nur Zarakolu, eski parlamenter Hasan Mezarcı, eski bakan ve milletvekili Hasan Celal Güzel.” Yalçın Küçük ve Kürt araştırmacı Mehmet Bayrak hakkında da gıyabi hapis cezaları verildi.
90’lı yıllarda, aydınların ifade özgürlüğü hakkını kullanırken ağır baskılara maruz kalması, ifade özgürlüğü konusunda kitlesel sayılabilecek bir mücadelenin oluşmasına yol açtı. Bu mücadele örnekleri arasında, 1995 yılında başlayan ve anlamlı bir biçimde 2000 yılların başına kadar sürdüğünü söyleyebileceğimiz “Düşünceye Özgürlük Girişimi”ni sayabiliriz. Ocak 1995’te Yaşar Kemal’in “Der Spiegel” dergisinde yayınlanan bir yazısı nedeniyle DGM’ye çağrılmasına tepki olarak, Şanar Yurdatapan’ın ve başka aydınların öncülüğünde bir imza kampanyası başlatıldı. O dönemde suçlanan 10 makale, “Düşünceye Özgürlük” adlı kitapçıkta toplandı ve imza atan 1080 aydın kitapçığın yayıncısı oldular; toplu sivil itaatsizlik suçu işlediler. Sivil itaatsizlik kampanyası, 2000 yıllarda daralıp bir tür “ifade özgürlüğü endüstrisi”ne dönüşene kadar, onlarca başka kitapçık yayımlandı; suçlanan veya hüküm giymiş yazıları topluca yayımlama suçu işlendi.
Düşünce ve ifade özgürlüğünün yine ağır şekilde cezalandırılmaya başlandığı günümüzde, ifade özgürlüğü mücadelesinin neden bu kadar zayıfladığı, belirli şahıslar ve ceza maddeleriyle sınırlı kaldığı sorulabilir. Bu sorunun yanıtı, insan hakları mücadelesinin yakın tarihini de kapsayan, daha kapsamlı bir çalışmanın konusu olabilir. Ama 2000’lerde AB süreciyle, Türkiye’nin 90’lardaki faşizan koşullara bir daha geri dönmesini engelleyecek, “tarihin tekerleğini” geri dönülmez biçimde ileriye döndürecek bir döneme girildiğinin düşünülmesi veya daha 90’ların sonunda kitleselliğini kaybeden insan hakları mücadelesinde yar alanların biraz da böyle bir algılamaya açık olması önemli bir neden olarak sayılabilir. Her durumda, insan hakları mücadelesinin 90’lı yılların sonundaki durumu ayrıntılı şekilde incelenmelidir.
2000 yıllarda, AB sürecine girilmesiyle birlikte yapılan yasa değişikliklerinin, reform beklentilerini yumuşattığı da söylenebilir. Birazdan göreceğimiz gibi, 2002-23 yılları arasında çıkartılan 7 uyum paketi – ki önemli bir kısmı ifade özgürlüğünü kısıtlayan yasalarla ilgilidir – aydınları iyimser beklentilere ve bekle-gör psikolojisine itmiş olabilir. Devletin 90’lardan farklı olarak, geniş aydın kesimini karşısına almaktansa, aydınlara ve “terörist” olarak kodlamaya çalıştığı muhalif siyasi yapılara farklı muamele yapması, AB sürecinin etkisiyle birincileri düşünceleri yüzünden hapse atmamaya özen göstermesi yine önemeli bir faktördür. Günümüzde, ifade özgürlüğü mücadelesi yürüten çoğu sivil toplum örgütünün, mağdurlar arasında bir yanda aydınlar, diğer yanda “aslında terörist olan gazeteciler, yayıncılar ve aktivistler” şeklindeki ayrımı zimnen de olsa kabul etmesi, üzerinde durulması gereken bir veridir.
İfade özgürlüğü üzerindeki yasal baskılarda ciddi bir hafifleme olmamasına karşın, ifade özgürlüğü mücadelesinin zayıflaması, yayıncılık dünyasının iç dinamikleriyle de açıklanabilir. 90’lı yılların başına kıyasla, 2000’li yıllarda yayıncılık kapitalist bir sektöre dönüşme sürecinde önemli mesafe kateder. [[dipnot4]] Yayıncığın zaten aşınma başlayan geleneksel ilkelerinin yerini, tüketime dönük yayın, pazarlama ve satış stratejileri aldıkça, satışları yüksek seyderen yayınevlerinin piyasa oyuncuları ve devlet kurumlarıyla arasını bozmaktan kaçınması öngörülebilecek bir davranıştır. Yayıncılar arasında ifade özgürlüğüyle ilgili dayanışmanın zayıflamasında, bu nesnel faktörün gözden uzak tutulmaması gerekir.
Yasa maddelerinin değiştirilerek yargılamalara devam edilmesi
Kürt sorununda resmi politikayı şu ya da bu şekilde eleştiren yüzlerce kişinin TMK’nın 8. maddesi dolayısıyla hapse atılması, gerek Türkiye gerekse uluslararası kamuoyunda tepki toplamıştı. Bunun üzerine, Ekim 1995’te yasa metninde bir değişiklik yapıldı. “Hangi yöntem, maksat ve düşünceyle olursa olsun, Türkiye Cumhuriyeti devletinin ülkesi ve milleti ile bölünmez bütünlüğü aleyhine propaganda yapmak…” şeklindeki metinden, “hangi yöntem, maksat ve düşünceyle olursa olsun” ibaresi çıkartıldı. Cezanın alt sınırı 2 yıldan 1 yıla, üst sınırı ise 5 yıldan 3 yıla indirildi. Değişiklik yürürlüğe girdiğinde, 8. madde nedeniyle cezaevlerinde bulunan 130 düşünce suçlusunun tahliye edildiği bildirildi.
Verilen mücadeleler karşısında, “iç ve dış kamuoyu nezdinde yıpranan yasa maddelerinin değiştirilmesi, başka yasa maddelerini kullanarak yeni davaların açılması, o maddeler de yıprandığında bu sefer başka maddelerin işletilmesi” olarak tarif edebileceğimiz sürecin işte bu noktada yoğunluk kazanmaya başladığını söyleyebiliriz. TMK’nın 8. maddesinde yapılan değişiklikten sonra, “basın yayın yoluyla örgüte yardım ve yataklık” fiilini düzenleyen TCK 169. maddeden davalar açılmaya başlandı. Ayrıca savcılar, 312. ve 159. maddeleri de ifade özgürlüğü üzerinde baskı oluşturmak için çok sık kullanmaya giriştiler.
8. maddedeki değişikliğe karşın, hapishanelerde başka maddelerden ceza almış gazete ve dergilerin yazı işleri müdürleri vardı. Bunlara, yargılanıp ceza almaya devam eden yayıncılar da eklenince, devlet muhalif aydın ve yayıncılarla bir tür pazarlık geliştirmeye çalıştı. Eylül 1999’da çıkartılan 4454 sayılı yasanın kapsamına, yazı işleri müdürlerinin yanı sıra yayıncılar da eklendi. Bu yasaya göre, Nisan 1999’a kadar işlenmiş suçlardan alınan cezalar 3 yıllığına ertelendi. Davaların düşmesi, sessiz kalmaya, yani 3 yıl içinde aynı suçu işlememe koşuluna bağlanıyordu. Sessizlik koşuluna ne ölçüde uyulduğu ve sonraki yıllarda bunun oto-sansüre yol açıp açmadığı incelenmeye değer.
Örnekler: Neyin duyulup tartışılması engellenmek isteniyor?
90’lardaki düşük yoğunlukla savaş yıllarından günümüze kadar, ifade özgürlüğünü kısıtlayıcı yasa maddelerinin hangi sorunların tartışılmasını, hangi gerçeklerin duyurulmasını engellemek üzere kullanıldığı birkaç örnek vererek somutlaştırılabilir. Bu bağlamda, eski TCK’nın 312. ve 159. maddelerinin, ağır insan hakları ihlallerinin ortaya konması, geniş kesimlere iletilmesi, devlet kurumlarının uygulamalarının eleştirilmesi ve Türkiye’nin temel sorunları hakkında görüş belirtilmesini engellemek amacıyla yoğun şekilde kullanıldığını söyleyebiliriz.
Aşağıdaki örnekler, bu tespiti somutlaştırmak amacıyla Düşünceye Özgürlük 2002 kitabından alınmıştır.[[dipnot5]]
İlk örnek 312. maddenin nasıl kullanıldığına model diyebileceğimiz bir örnek oluşturur. 312. madde, insan hakları ihlallerinin aktarılmasına karşı yaygın şekilde kullanılır. Diğer örnekte ise, yine ağır bir insan hakları ihlali hakkında devlet kurumlarının eleştirilmesi, “basın yayın yoluyla örgüte yardım yataklık etme” (169. madde) suçlamasıyla karşılaşmaktadır.
Üçüncü örnek, yargılama sürerken sanık lehine ilgili maddede değişiklik yapıldığında, başka maddelerin nasıl kolayca devreye sokulduğunu gözler önüne serer. Son örnek ise, Susurluk gibi Türkiye’yi sarsan olaylar hakkında özgürce görüş belirtmenin, nasıl “devlet görevlilerine hakaret” gerekçesiyle kısıtlandığını gösterir. Bu örnek, 159. maddenin kullanımı açısından tipik kabul edilebilir.
i) İnsan hakları ihlalleri
“GÖÇ-DER Başkanı Şefika Gürbüz ve ‘Zorunlu Göç Raporu’nu hazırlayan araştırma görevlisi Mehmet Barut, ‘Halkı ırk ve bölge farklılığı gözeterek kin ve düşmanlığa açıkça tahrik etmek’ iddiasıyla İstanbul 2 No’lu DGM tarafından 2002/217 Esas sayılı dava ile yargılanıyorlar. Düşünce suçluları, TCK 312/2 maddesini ihlal ettikleri gerekçesiyle 1 yıldan 3 yıla kadar hapis ve ağır para cezası tehdidi ile karşı karşıya.”
Raporda ne denmişti?
(İddianameden)
“… Her operasyonda bu durum 4-5 gün, hatta bir hafta devam ederdi. Bazen aylarca bağımıza, tarlamıza gitmemize izin verilmezdi, bazen de tek tek evlerimiz aranır, eşyalarımız tahrip edilirdi. Bazen de bizleri evlerimizden çıkarıp meydana toplayıp korucu olacaksınız diye dayatırlardı. Dayak atarak küfür ve hakaretlere maruz kaldık. Soğuk su döküyorlardı. Bazen de gözaltına alıp Eruh’a götürüyorlardı. Sorguya çekip işkence yapıyorlardı. Beni 3 defa gözaltına alıp Eruh’a götürdüler. Orada işkence gördüm, aç bırakıldım. Yalnız beni gözaltına almıyorlardı. Bazen 10, bazen 20 kişiyi gözaltına alıyorlardı ve bizlere işkence yaparken korucu olacaksınız diye dayatıyorlardı. 1989 yılında korucular ve güvenlik güçleri köyümüzün okuluna yerleştiler. Okula yerleştikten sonra baskı daha da arttı. Çocuklarımız okula gidemez oldu. Okulu da çocuklarımıza kapattılar. Köyümüz yaklaşık 200 hane idi. Baskılar karşısında hane sayısı da nüfusu da her geçen gün azalıyordu. 1989 yılında baskılara dayanamayan 15 kadar aile koruculuğu kabul etti. Güvenlik güçleri erzak ve eşyalarını bizlere taşıttırıyorlardı. 1989 yılında Yusuf Timurtaş adlı köylü erzak taşımayı reddettiği için güvenlik güçlerince vuruldu ve hayatını kaybetti.”
“… Güneş batmış, bizler de yavaş yavaş yatmaya başlamıştık. Birden büyük bir patlama sesi geldi. İlk önce ne olduğunu anlayamadık. Bir de baktık ki güvenlik güçleri köye doğru yaylım ateşi başlatmış. Gece çok karanlık olmadığı için karakoldan ateş açıldığını gördük. Erkekler köyün dağınık alanlarında kendilerini saklamayı başardılar. Yaşlılar, kadınlar ve çocuklar kaldı. Bizlerden her birimiz bir yerlere dağıldık. Evlerin içine girdik. Sabaha karşı köylülerden iki bayan bizim evin önünden koşarak geçiyorlardı. Onlara seslenerek ne olduğunu sordum. Bana dediler ki, aşağı tarafta köylüleri toplamışlar. Kimilerini dövüyor, kimilerini de gözaltına alıyorlar; amcam bize doğru seslenerek ‘Çıkın oradan Zülferi’yi öldürdüler. Köyü yakıyorlar çıkın’ [dedi].”
“…Türkiye’nin Güneydoğusu’nda 1990’lı yılların başlarında yoğunlaşan köy boşaltma ve zorla göç ettirme olgusu 1999 yılına kadar devam etti. Bu dönem içerisinde yaklaşık 3.700 yerleşim alanında 3 milyondan fazla bir nüfus kendi iradeleri ve denetimleri dışında yaşam ortamlarını terk etmek zorunda kaldı. 16 yıllık çatışma ortamında, yalnızca yerleşim alanları yakılıp boşaltılmakla kalmadı. Aynı zamanda yaylalara çıkmak yasaklandı. Binlerce dönüm orman yakıldı. Boşaltılan, yakılan ve yıkılan yerleşim alanlarında yol, su, elektrik gibi temel alt yapı olanakları da yok oldu. Tarlalar kullanılamaz hale geldi. Meyve bahçeleri yok edildi. Ağaçlar kesildi. Yayla yasakları, hayvancının yok olmasına neden oldu. Boşaltılan köylerdeki arazi ve mülkler köy korucuları tarafından hem tahrip edildi, hem de el konuldu.”
ii) 28 kişinin öldüğü “Hayata Dönüş” operasyonu ağır şekilde eleştirildiği için
“İHD İstanbul Şube Başkanı Kiraz Biçici, 20.12.2000 tarihinde Medya TV’nin bir programında yapılan canlı yayın bağlantısında sorulan sorulara verdiği cevaplar nedeniyle ‘Yasa dışı örgüte yardım ve yataklık etmek’ iddiası ile İstanbul 1 No’lu DGM tarafından … yargılandı. TCK’nın 169. maddesini ihlal ettiği gerekçesiyle, 3 yıl 9 ay ağır hapis cezasına mahkum oldu. Dava temyiz aşamasında.”
Ne demişti?
(İddianameden)
“… Türkiye Cumhuriyeti Devleti bugüne kadar yaptığı katliamların en acımasızını ve vahşisini yaşama geçirdi …
… Bu, Türkiye tarihine 19 Aralık katliamı olarak geçecek …
… Devlet yetkilileri bu katliamın hazırlığını 1 yıldan bu yana sürdürdüklerini zaten kendileri ifade ettiler …
… Üstelik devlet, bu katliamı gerçekleştirmek için AB’den cesaret aldı …
… Tüm bu süreçte arabuluculuk görüşmelerinde bulunan aydınların çıkıp kendilerinin devlet tarafından aldatıldıklarını söylemeleri gerekiyor …
… Ya da ‘MGK’nın yazdığı senaryonun aktörleri olarak rolümüzü çok iyi oynadık’ demeleri gerekiyor …
… Bu operasyonda ölen mahkumların tamamına, yakından ateş edildiği ortaya çıktı …
… Diğer mahkumların nerede olduklarını ise savcılar bile bilmediklerini söylüyor …”
iii) 169’dan 312’ye – “Sayın Öcalan” davası
“Diyarbakır Tutuklu ve Hükümlü Aileler Derneği (TUHAD-DER) eski Başkanı Mahmut Bayhan hakkında 4 Mayıs günü yapılan DEHAP İl Kongresi’nde yaptığı konuşmada “Sayın Öcalan” dediği için TCK’nın 312. maddesi uyarınca açılan dava, Diyarbakır 2. Asliye Ceza Mahkemesi’nde 2 Aralık günü başladı. Duruşma dosyadaki eksikliklerin giderilmesi için 3 Mart 2004 tarihine ertelendi.
Mahmut Bayhan hakkında konuşmasıyla ilgili olarak ilk soruşturma TCK’nın 169. maddesi uyarınca açılmış, ancak 169. maddede yapılan değişiklik dikkate alınarak 9 Eylül günü takipsizlik ile sonuçlanmıştı. Fakat Diyarbakır DGM Savcılığı kararla beraber, Bayhan hakkında TCK’nın 312. maddesi uyarınca suç duyurusunda bulunmuştu.”
iv) Madde 159 – Susurluk ve “devlet görevlilerine hakaret”
“Kapatılan Özgür Gündem gazetesinin Diyarbakır Temsilcisi Hasan Özgün, tutuklu bulunduğu Sultanhisar (Aydın) cezaevinde iken, Başbakanlık Teftiş Kurulu Başkanı Kutlu Savaş’ın hazırladığı Susurluk Raporu’ndaki bilgilere dayanarak davasının yeniden görülmesi istemiyle Diyarbakır Cumhuriyet Savcılığı, Diyarbakır DGM Savcılığı, Adalet Bakanlığı ve Aydın Cumhuriyet Savcılığı’na yazdığı dilekçeler nedeniyle yargılanıyor. TCK’nın 159. maddesi uyarınca, [‘güvenlik görevlilerine hakaret ettiği’ gerekçesiyle] açılan davaya … yasadaki değişiklik nedeniyle asliye ceza mahkemesinde devam ediliyor. Düşünce suçlusu Özgün, süren dava ile 1 yıldan 6 yıla kadar hapis cezası tehdidi ile karşı karşıya bulunuyor.”
Ne demişti?
(iddianameden)
“… Gazetem Özgür Gündem ve diğer Özgür Ülke, Yeni Ülke, Demokrasi, Yeni Politika vs. demokratik basında, Susurluk’la ortaya çıkan gerçekler, yıllar öncesinden dile getirilmişti. 1990’dan itibaren sayfalarında insan hakları ihlalleri, yargısız infazlar, yakılan-boşaltılan köyler, işlenen cinayetler, öldürülen Kürt aydın ve işadamları, HEP, ÖZDEP, DEP, HADEP’e karşı yapılan hukuk dışı uygulamalar ayrıntılı olarak yer almasına karşın, gereken önem verilmediği gibi, aksine ‘bölücü’ ilan edilerek insanlık dışı katliam ve baskılara uğratıldı. Aynı anlayışın bugün de devam ettirilmesi, çeteleşme ve yozlaşmanın daha da kapsamlı katliam ve derinlikli olmasından başka sonuca yol açmayacaktır. Ancak, durumun olumlu olmadığı, Mesut Yılmaz’ın ‘Devletin benzer operasyonlara ihtiyacı olabileceği’ beyanından da anlaşılmaktadır. Halklarıyla barışık, özgür ve demokrat olmayan bir yönetimin, böyle bir ülkenin de yaratılmasına hiçbir katkısı olmayacaktır. Bu yönüyle, Türkiye’nin önemli bir yol ayrımında olduğu söylenebilir. Ya çeteler tamamen temizlenecek ve demokratikleşme yolunda adımlar atılacak ya da başka bir ad altında çeteler devam edecektir…”
“Büyük Reform”
Türkiye, Kopenhag siyasi kriterlerine uyum sağlamak için 2002 Şubat’ı ile 2003 Temmuz’u arasında çeşitli yasal değişikliklerden oluşan 7 uyum paketini meclisten geçirdi. İfade özgürlüğü AB ilişkilerinde başta gelen sorunlardan olduğundan, uyum paketleri önemli ölçüde ifade özgürlüğü ile ilgili yasa maddelerine yönelikti. Buna karşın, sayısız dava açılmasına hukuki dayanak teşkil eden bu maddelerin çoğu kaldırılmadı. Çok kısmi diyebileceğimiz iyileştirmelere gidildi. Yapılan iyileştirmeler sanık lehine yorumlandığı için çok sayıda yargılama takipsizlikle sonuçlandı. Ama yukarıda 3. örnekte olduğu gibi, bu sefer aynı davalar başka yasa maddeleri altında açıldı.
169. maddenin, “Yayın yoluyla silahlı örgüt ve üyelerine yardım etmek veya her ne suretle olursa olsun hareketlerini kolaylaştırmak” şeklindeki metninden, Temmuz 2003’teki 7. uyum paketiyle “her ne suretle olursa olsun hareketlerini kolaylaştırmak” ibaresi çıkartıldı. Yapılan değişik sonucunda, “yayın yoluyla örgüte yardım etmek” suçlamasından yargılanan basın çalışanları ve yayıncıların bazılarının davaları düştü. Ama 312. madde, 169.’un yerini almakta gecikmedi. Düşen davalardaki sanıkların bir kısmına, aynı ifadelerden dolayı, bu sefer 312. maddeden dava açılmaya başlandı. Daha sonraları, ifade özgürlüğünü sınırlandırmak için 159. madde yoğun olarak kullanıldı. Daha ağır vakalar olarak değerlendirilen bazı durumlarda ise, 169. maddedeki değişiklikle davaları düşen sanıklara, eski TMK’nın 7. maddesinden, yani “yayın yoluyla örgüt propagandası yapmaktan” davalar açıldı. Eski TCK’nın 169. maddesi, Haziran 2005’te yürürlüğe giren yeni TCK ile toptan kaldırıldı.
Uyum paketleriyle, 159., 312., eski TMK 7. maddeleri de kısmi iyileştirmelere uğradı. TMK’nın çok tepki çeken 8. maddesi ise, 6. uyum paketiyle Temmuz 2003’te kaldırıldı.
Atatürk’ün manevi şahsına hakareti yasaklayan ve resmi ideolojiyi koruyan 5816 sayılı özel yasada ise herhangi bir değişikliğe gidilmedi. Bu yasa geçmişte olduğu gibi bugün de geniş bir siyasi yelpazede “düşünce suçluları” üretmeye devam ediyor.
Yukarıda sözü edilen uyum paketlerine ve iyileştirmelere rağmen, düşünce ve ifade özgürlüğü üzerindeki kısıtlamalar devam etti. Örneğin Adalet Bakanı Cemil Çiçek’in 2002 yılında CHP milletvekili Kemal Anadol’un soru önergesine verdiği yanıta göre, “büyük reform”un ilk yılı olan 2002 içinde, eski “TCK’nın 159. maddesi uyarınca 507 kişi hakkında toplam 339 dava açıldı. Aynı madde uyarınca, yıl içinde sonuçlanan ve 708 kişinin sanık olduğu 444 davada, 174 kişi hakkında mahkumiyet, 307 kişi hakkında beraat kararı verildi. [Eski] TCK’nın 312. maddesi uyarınca ise, 822 kişi hakkında toplam 359 dava açıldı. Yıl içinde sonuçlanan 316 davada yargılanan 817 sanıktan 310’u hakkında mahkumiyet, 319’u hakkında ise beraat kararı verildi. 2002 yılında, 5680 sayılı Basın Yasası uyarınca toplam 2.578 kişi hakkında 2.176 dava açıldı. Yıl içinde sonuçlanan 1.635 davada bu yasaya muhalefet ettikleri gerekçesiyle yargılanan 1.017 kişi hakkında mahkumiyet, 615 kişi hakkında ise beraat kararı verildi.” Adalet Bakanı Cemil 2002 Mayıs’ında verdiği aynı yanıtta, o tarihte ceza mahkemelerinde, eski TCK’nın 312. ve 159. maddeleri uyarınca 1.537 kişinin, 155. madde [yayın yoluyla halkı askerlikten soğutmak ve kanunlara karşı gelmeye teşvik etmek], 158. madde [Cumhurbaşkanı’na hakaret], 168/2. madde, eski TMK’nın 7. maddesi [yayın yoluyla örgüt propagandası yapmak] ve Siyasi Partiler Yasası’nın 81. maddesi uyarınca [siyasi partilerin Türkçe’den başka dil kullanmasını yasaklıyor] 2.794 kişinin yargılanmakta olduğunu” söyledi. [[dipnot6]]
“TCK Reformu”
Uyum paketlerinin ardından bu kez Türk Ceza Kanunu’nun toptan değiştirileceği ve bu değişikliğin, demokratik reformların devamı olduğu söylendi. 2005’te gündeme gelen yeni TCK taslağına karşı, demokratik çevreler yeterli tepkiyi göstermedi; yasa kamuoyunca geniş biçimde tartışılmadı. İfade özgürlüğü açısından bakıldığında, pek çok kısıtlayıcı yasanın esas olarak numaraları değiştirilerek korunduğu söylenebilir. Nitekim aşağıdaki örnekler bunu doğrular niteliktedir:
Eski TCK’daki, 312. maddenin birinci fıkrası, yani “kanunun suç saydığı bir fiili övmek veya halkı kanuna itaatsizliğe teşvik etmek”, şimdi karşımıza 215. madde olarak çıkıyor.
312. maddenin ikinci fıkrasında yer alan “sosyal sınıf, ırk, din veya bölge farklılığına dayanarak halkı birbirine karşı düşmanlığa, kin beslemeye tahrik etmek” fiili ise şimdi 216. maddeyle cezalandırılıyor.
“Yayın yoluyla halkı kanunlara karşı gelmeye teşvik ve askerlikten soğutmak” fiillerini düzenleyen 155. madde, şimdi 318. ve 217. maddelere ayrıştırılmış durumda. 318. madde, “Halkı, askerlik hizmetinden soğutacak etkinlikte teşvik veya telkinde” bulunmayı veya “propaganda” yapmayı cezalandırıyor. 217. madde ise, “halkı kanunlara uymamaya alenen tahrik etme” fiilini kapsıyor. 218. madde, bu tür suçların basın yayın yoluyla işlenmesi durumunda, cezayı yarı oranında artırıyor.
Eski TCK’da basın yayın yoluyla örgüte yardım yataklık yapmayı da kapsayan 314. maddenin düşünce özgürlüğünü kısıtlayan bölümü, şimdi Güneydoğu’da 301’den çok daha yaygın şekilde uygulanan 220. maddenin 8. fıkrasına dönüşmüş durumda. Yeni TCK’daki 220 madde, “örgütün veya amacının propagandasını” yapmayı cezalandırıyor. Bu madde, yeni TMK’nın 6. maddesiyle hemen hemen aynı.
Yürütülen bir soruşturmanın gizliliğini veya yargılamayı etkilediği gerekçesiyle açılan davaların dayanağı olan eski TCK maddeleri de, “soruşturmanın gizliliğinin ihlal edilmesi”ni cezalandıran 285. madde ve “yürümekte olan bir soruşturma veya davayı etkileme”yi cezalandıran 288. maddeye dönüşmüş durumdalar. 285. maddeye göre, örneğin işkenceden dolayı hakkında soruşturma açılan polislerin yaptığı işkenceyi kamuoyuna duyurmak için ele geçirdiğiniz sağlık raporlarını yayımlarsanız, suç işlemiş kabul ediliyorsunuz. 288. madde ise çok yaygın olarak uygulanıyor. Örneğin, hakkında devam eden davayla ilgili açıklama yaptığı için, yargıyı etkilediği gerekçesiyle Hrant Dink’e uygulanmıştı.
Eski TCK’da “suç işlemek için alenen tahrikte bulunma” fiilini düzenleyen 311. madde ise, 214. maddeye dönüştü.
Şimdiye kadar pek çok roman vs. hakkında dava açılmasına vesile olan eski TCK’nın müstehcenliği düzenleyen maddesi 426. madde de ruhunu koruyor; şimdi “müstehcen görüntü, yazı veya sözleri basın ve yayın yolu ile yayınlamak”, 226. maddeye göre cezalandırılıyor.
TCK dışında, ifade özgürlüğünü çok temel düzeyde kısıtlayan TMK da önemli değişikliklere uğradı. 2006 yazında gerçekleşen değişiklik, eski TMK’ya göre daha ağır hükümler getirdi. Örneğin, TMK’nın 5. maddesine göre, savcılara, 48 saat içinde hakim kararıyla onaylanmak üzere, “terör örgütünün faaliyeti çerçevesinde suç işlemeye alenen teşvik, işlenmiş olan suçları ve suçlularını övme veya terör örgütünün propagandası niteliğinde içeriğe sahip süreli yayınları” on beş günden bir aya kadar durdurabilme yetkisi tanındı. Böylece Ülkede Özgür Gündem gazetesi birisi 4 Ağustos 2006’da, diğeri de Kasım 2006’da olmak üzere iki kez kapatıldı. İkisinde de gösterilen gerekçe, “terör örgütünün propagandası niteliğinde içeriğe sahip olması”ydı.
Yeni TMK’nın 6. maddesiyle – “terör örgütünün propagandasını yapmak” – örgüt üyesi olmayan geniş kesimlerce dile getirilecek “ateşkese güvenlik güçlerinin de uyması gerektiği” gibi barışçıl talepler de suç kapsamına alınabilecek.
Tutarlı Bir İfade Özgürlüğü Mücadelesi İçin
Türkiye’de tutarlı ve etkili bir ifade özgürlüğü mücadelesi, yukarıda göstermeye çalıştığımız gibi, hem yasal sınırlamaların kapsamlı ve sistematik niteliğini dile getirmek hem de bütün mağduriyetleri yansıtmak zorunda. Özellikle ana-akım medyanın süzgecine takılan mağdurların durumu, kolay hedef oldukları için özellikle görünür kılınmalı Buna karşın, ifade özgürlüğü mücadelesi yürüten çeşitli inisiyatifler, çoğunlukla “ünlü” mağdurların davalarıyla ilgileniyorlar ve bu davaları izlemeye gelen yabancı heyetlerle temas kurarak ana-akım medyanın gündemine yerleşmeyi tercih ediyorlar. Oysa bu tür girişimler, davalar AB’nin baskılarıyla düştüğünde, “ünsüz” mağdurları gözlerden saklamaya daha fazla katkıda bulunmaktan başka bir işe yaramıyor.
Değerli ve değersiz kurbanlar
Burada, gözlerden uzak kalan “ünsüz” mağdurlara veya “değersiz kurbanlara” bazı örnekler vermek istiyoruz.
Örneğin, Peri Yayınları sahibi Ahmet Önal’ın daha çok Kürt ve Ermeni sorunuyla ilgili olarak yayımladığı kitaplar yüzünden, hakkında 25 civarında dava açıldığı pek bilinmeyen bir olgudur. Sorun Yayınları’ndan çıkan “Osmanlı’dan Günümüze Ordunun Evrimi” kitabı nedeniyle yazar Osman Tiftikçi ve Sırrı Öztürk hakkında 301. maddeden dava açılması da, ifade özgürlüğü inisiyatiflerinin ve ana-akım medyanın gündemine gelmedi. Ahmet Kahraman’ın yazdığı “Kürt İsyanları” adlı kitap nedeniyle Evrensel Basım Yayın şirketinin sahibi Songül Özkan hakkında dava açılması konusunda da benzer şeyler söyleyebiliriz. Yargılanan ünlü gazetecilerin davaları şu veya bu şekilde gündeme getirildi. Ama, HPG’nin [[dipnot7]] açıklamalarına yer verdiği gerekçesiyle “Mavi ve Kent” gazetesinin yazı işleri müdürü Cengiz Doğan’ın 220. maddeden 1 yıl 6 ay hapse mahkum edilmesi, başka pek çok meslektaşının durumu gibi, pek bilinmeyen bir olgu olarak kaldı. Halbuki ifade özgürlüğü alanında yürütülecek tutarlı bir mücadele, her şeyden önce, mağdurlarına eşit mesafede yaklaşmalı, hatta bütün mağdurları mücadelenin öznesi yapmaya çalışmalı.
Kamuoyunun gündemine yansımayan başka bir örnek ise, Eylül 2006’da MLKP (Marksist Leninist Komünist Partisi) operasyonu kapsamında gözaltına alındığı iddia edilen basın çalışanlarının durumudur. Gözaltına alınan “Özgür Radyo” haber müdürü Halil Dinç, genel yayın koordinatörü Füsun Erdoğan, radyo çalışanı Sinan Gerçek, “Atılım” gazetesi genel yayın yönetmeni İbrahim Çiçek, genel yayın koordinatörü Sedat Şenoğlu ve başka gazeteciler tutuklandılar. Sanıklar hakkında dava TMK kapsamında açıldığı için dosyalarına 6 ay gizlilik kaydı kondu. Yani, 6 ay boyunca avukatları bile sanıkların neyle suçlandıklarını bilemeyecek.
9 ayda 1.400 soruşturma ve dava
Hemen hiç gündeme gelmeyen başka değersiz kurbanlarsa, Doğu ve Güneydoğu’da basın açıklaması yaptıkları, insan hakları raporları hazırladıkları, bazı siyasi uygulamaları protesto ettikleri vs. nedenlerle haklarında soruşturma başlatılan veya dava açılan yüzlerce kişidir. Bu insanların büyük bölümü, sanki ifade ve örgütlenme özgürlüğü mağduru değillermiş gibi bu alanda hak ihlallerini araştıran kuruluşların gündemine bile, ancak sınırlı ölçüde girebildiler.[[dipnot8]] Ana-akım medyaya ise, Roj TV’nin kapatılmaması için Danimarka başbakanına mektup göndermeleri nedeniyle haklarında dava açılan DTP’li 56 belediye başkanı gibi daha “sansasyonel” örnekler yansıyabildi. Nitekim, bölgedeki ifade özgürlüğü ihlallerinin tartışmaların dışında tutulduğu, STK’lar tarafından da dile getirildi. 20 Kasım 2006’da Diyarbakır Barosu, İHD ve Mazlum-Der Diyarbakır şubeleri ve Türkiye İnsan Hakları Vakfı (THİV) tarafından düzenlenen basın toplantısında, Baro Başkanı Sezgin Tanrıkulu “İfade özgürlüğü ile ilgili tartışmalar yargılanan yazarlar nedeniyle 301. madde ekseninde yapılmaktadır. Kuşkusuz 301. madde yürürlükten kaldırılmalıdır. Ancak özellikle Kürt sorunu çerçevesinde dile getirilen düşünce açıklamaları TCK’nın 220/8. maddesi kapsamında değerlendirilmektedir” dedi.[[dipnot9]] Doğu ve Güneydoğu’da ifade ve örgütlenme özgürlüğü engellenen STK aktivistleri, DTP üyeleri, Barış Anneleri ve sıradan insanları kapsamayan bir ifade özgürlüğü mücadelesi, temel bir bileşeninden yoksun olarak işe başlamış olacaktır. Aşağıda, bölgede Kürt toplumunun nasıl bir soruşturma ve dava kıskacına alındığını göstermek için sadece Temmuz, Ağustos ve Eylül 2006 döneminden bazı örnekler vermek istiyoruz [[dipnot10]] :
– TCK’nin “örgütün veya amacının propagandasını yapmak” suçunu düzenleyen 220/8. maddesinden Diyarbakır Ağır Ceza Mahkemelerinde 150 kişi ile ilgili 60 dava açıldı. Bu davalardan 26’sı sonuçlandı ve 46 kişinin çeşitli hapis cezalarıyla cezalandırıldı.
– İHD Diyarbakır Şube Başkanı Selahattin Demirtaş Gün, TV ve Roj TV’ye yaptığı açıklamalar nedeniyle yargılandığı iki ayrı davada, 220/8. maddeden 2 yıl 6 ay hapis cezasına çarptırıldı.
– 24 Şubat 2006 tarihinde Ağrı, Doğubeyazıt DTP ilçe binasında yapılan baskında Öcalan’ın posterlerinin bulunduğu gerekçesiyle hakkında dava açılan DTP ilçe Başkanı Ahmet Özbay “Suç ve suç olan fiili övmek” suçundan (TCK 215. madde) 10 ay hapis cezasına çaptırıldı.
– Hakkari ili Yüksekova ilçesinde 2005 yılında yapılan basın açıklamasında “Sayın Öcalan” ifadesini kullandığı gerekçesiyle Saime Kırbaç “Suç ve suçluyu övmek”ten (TCK 215. madde) 3 ay hapis cezasına çarptırıldı
– Abdullah Öcalan’a yönelik “tecrit” uygulamaları protesto etmek amacıyla 22 Şubat 2006 tarihinde Koşuyolu Sunay caddesi’ni trafiğe kapatarak oturma eylemi yapan Diyarbakır Barış Anneleri İnisiyatifi üyesi 24 anne yargılandıkları mahkemede 10’ar ay hapis cezasına çaptırıldı.
– Ağrı Eğitim Fakültesi’nde soruşturmalara tepki gösteren 7 öğrenci okuldan atıldı; 42 öğrenciye 2 yarı yıl, 38 öğrenciye bir dönem ve 26 öğrenciye de 3 hafta okuldan uzaklaştırma cezası verildi.
– 15 Şubat 2005’te Şanlıurfa Demokrasi Platformu tarafından düzenlenen, “Savaşa Geçit Vermeyeceğiz” temasıyla yapılan yürüyüşe katılan 59 kişi hakkında toplantı gösteri ve yürüyüşü kanuna muhalefet ettiği iddiasıyla dava açıldı.
– Mardin, Kızıltepe’de 12 yaşındaki Uğur Kaymaz ile babası Ahmet Kaymaz’ın öldürülmesiyle ilgili davanın 21 Şubat 2005 tarihinde Mardin’deki duruşmasına katıldıkları gerekçesiyle, Tunceli Demokrasi Platform üyesi ve Eğitim-Sen Şube Başkanı Hanifi Bekmezci, DEHAP eski İl Başkanı Murat Polat, EMEP İl Başkanı Hüseyin Tunç ve Evrensel gazetesi muhabiri Cem Emir’inde aralarında bulunduğu 13 kişi hakkında dava açıldı.
– Şanlıurfa Demokrasi Platformu’nun 15 Şubat 2005’te “Küresel savaşa karşı küresel barış” sloganıyla düzenlediği basın toplantısına katılan 59 kişi hakkında dava başlatıldı.
Sonuç
Sonuç olarak toparlayacak olursak, öncelikle Türkiye’de ifade özgürlüğü üzerindeki sınırlamaların daha önce de var olmakla birlikte, 12 Eylül’le beraber şiddetlendiğini, düşük yoğunluklu bir iç savaşın yaşandığı 90’larda ise tekrar yoğunlaştığını gözlemliyoruz. Bu veri, bize devletin kendini tehdit altında hissettiği dönemlerde başka temel haklar gibi, ifade özgürlüğünü de ağır şekilde kısıtladığını gösteriyor.
Söz konusu kısıtlamalar, 2004-2005 yıllarında tekrar yoğunlaşma eğilimine girdi. AB ile ilişkilerin buzdolabına girmeye başladığı bu dönemde, ülkemizdeki şahinler Kürt sorununa dönük olarak daha “radikal” çözüm arayışında olabilir. Yeni bir sindirme, “tedip” [yola getirme] ve “tenkil” [tepeleme] planları yapılabilir. Bu kadar sert biçimler almasa bile, tecrit etme, yalnızlaştırma yöntemlerine başvurulduğunu gözlemleyebiliriz. Nitekim, popüler kültürde ve siyasette “kızılelmacı” eğilimlerin güçlenmesi, dikkat çekici bir olgudur. Daha çok Türk halkına hitap eden bu milliyetçi tahayyül dünyası, toplumların birbirlerini anlamasını her geçen gün güçleştirmektedir. Bu tahayyül dünyasına göre, “Türkler” ve “Türk devleti” bir komplo ile karşı karşıyadır. Dış güçler – ABD, AB, Kuzey Irak’taki Kürt oluşumu vs. – “bizi” bölüp parçalamak isterken, biz tümüyle “masumuz”dur. Türkiye toplumunun belirli bir kesiminin dış güçlerle bağlantılı olduğu ileri sürülerek şeytanlaştırılması, bir tarafın tamamen “masum” ve “kurban” olduğu varsayımıyla el ele gitmektedir.
İfade özgürlüğü üzerindeki kısıtlamalar bugün 12 Eylül’de olduğundan daha farklı bir içeriğe sahip. 12 Eylül’de baskı gören, daha çok mevcut sistemi eleştiren ve sosyalist bir düzen kurulması için çağrı yapan düşüncelerdi. Şimdi, yukarıda örneklerini gördüğümüz gibi, kökleri yakın tarihe uzanan Ermeni sorunu, Kürt sorunu hakkındaki tartışmalar, özellikle de 90’larda yaşanan insan hakları ihlalleri bastırılmaya çalışılıyor. Oysa her şeyin aleyhine çalıştığı masum bir Türk toplumu kurgusundan, toplumların kendi geçmişleri ve devlet sistemleriyle yüzleşebildiği daha gerçekçi bir tabloya geçiş, ancak ağır insan hakları ihlallerinin özgürce tartışılabilmesiyle mümkün.
Bu nedenle, günümüzde ifade özgürlüğü sorunu, biraz uç noktadaki fikirlerin, “infial uyandırıcı”, “sarsıcı” görüş ve eleştirilerin dile getirilebilmesiyle sınırlı değil. Doğrudan, milyonlarca kişiyi etkilemiş gerçeklerin dile getirilmesiyle ilgili. Dolayısıyla, bazı gerçekler “ifade edilemez”, “tartışılamaz” ilan ediliyor. “Gerçekler”den bu kadar rahatsız olan bir sistemde, ifade özgürlüğü mücadelesi yürütenler neyle karşı karşıya olduklarını iyi bilmeliler. Güçlü olabilmek içinse, aslında toplumun geniş bir kesimini oluşturan ifade özgürlüğü mağdurlarıyla buluşmak zorundalar