Darbeye davetiye çıkaran Erdoğan oldu. Osmanlı İmparatorluğu’nu yeniden yaratma hevesine kapılan adam komşularını düşmana   dönüştürür ve ülkesini alay konusu yaparken Türk ordusunun asla sessiz ve itaatkâr kalması beklenemezdi. Fakat şu iki şeyi varsaymak büyük bir yanlışlık olur: 1) Askeri bir darbenin sahneye konması anlık, geçici bir olaydır ve bundan sonra Türk ordusu Sultan’a bağlı kalacaktır. 2) 161’den fazla kişinin ölmesi ve 2.839 kişinin tutuklanması, Ortadoğu’da ulus-devletlerin çöküşünden bağımız bir gelişmedir.

Zira hafta sonu İstanbul ve Ankara’da cereyan eden olaylar; Irak, Suriye, Mısır ve Arap dünyasındaki diğer ülkelerde büyük yaralar açan sınırların ve devlet inancının çökmesiyle çok yakından bağlantılı. Sınırların ve devlet inancının çökmesi, Ortadoğu’daki  ülkelerin kalıcı kurumlara ve sınırlara sahip olduğu varsayımının çökmesi demek. Şimdi bölgede istikrarsızlık, yolsuzluk kadar bulaşıcı bir fenomen; özellikle de bölgenin hükümdarları ve diktatörleri arasında. Kendi çıkarı için anayasayı değiştirip Kürtlere karşı habis savaşını yeniden başlattıktan sonra Erdoğan da bu otokratlar sınıfının bir üyesi oldu.

Washington’ın ilk tepkisinin ne kadar öğretici olduğunu söylemeye bile gerek yok: Türkler “demokratik olarak seçilmiş hükümetlerini desteklemeli”. Bu ifadedeki “demokrasi” kısmını sineye çekmek biraz zor; fakat aynı ABD Hükümeti’nin 2013’te Mısır’da Muhammed Mursi’nin “demokratik olarak seçilmiş” hükümetinin devrilmesine gösterdiği tepkiyi hatırlamak daha da acı verici. O zamanlar Washington kesinlikle Mısır halkına Mursi’yi destekleme çağrısı yapmamış ve Türkiye’deki darbe girişiminden çok daha kanlı bir askeri darbeyi çabucak desteklemişti. Türk ordusu başarılı olsaydı, Erdoğan’ın talihsiz Mursi‘yle aynı muameleye maruz kalıp hor görüleceğinden emin olabilirsiniz. 

Fakat Batılı devletler istikrarı, özgürlük ve haysiyete yeğ tutunca ne bekleyebilirsiniz ki? Zaten bu yüzden Irak’ta, İran birliklerinin ve sadık Iraklı milislerin IŞİD’e karşı savaşa katılmasını kabullenmeye razı oldular; Felluce’nin yeniden ele geçirilmesinden sonra 700 zavallı Sünninin “kaybolmasına” ses çıkarmamaları ve “Edad gitmeli” şeklindeki rutin söylemlerini sessizce terk etmeleri de bu yüzdendi. Şimdi Başer Esad’ın iktidarı, David Cameron’un başbakanlığından uzun sürdüğüne -ve kesinlikle Obama’nın başkanlığından da uzun süreceğine göre- Şam rejimi bu hafta sonu Türkiye’de gelişen olayları meraklı gözlerle izliyor olmalı.

I. Dünya Savaşı’ndan zaferle çıkan güçler Osmanlı İmparatorluğu’nu yıktılar. Zaten imparatorluğun yıkılması, Bab-ı Ali Almanya’nın yanında yer almak gibi ölümcül bir hata yaptıktan sonra, 1914-1918 ihtilafının başlıca hedeflerinden bir haline gelmişti. İmparatorluğun kalıntıları Müttefikler tarafından parçalara ayrıldı ve zalim krallara, gaddar albaylara ve çok sayıda diktatöre teslim edildi. Erdoğan ve onu iktidarda tutmaya karar veren ordunun ana gövdesi -şimdilik- işte bu çökmüş devletlerin kalıbına uyuyor.

Pakistan tecrübesini hatırlama zahmetine girselerdi, Erdoğan’ın -ve Batı’nın- dikkate alması gereken uyarı işaretlerinin çoktan beri ortada olduğunu görürlerdi. Ruslara karşı savaşan “mücahitlere” füze, silah ve nakit para göndermek için ABD tarafından utanmazca kullanılan Pakistan iflas etmiş bir devlete dönüştü; büyük bombalı saldırılarla şehirlerinin altı üstüne geldi, yozlaşmış ordusu ve istihbarat servisi Taliban dahil Rusya’nın düşmanlarıyla işbirliği yaptı ve sonunda devleti tehdit edecek olan İslamcılar Pakistan ordusu ve istihbaratına sızdı. Pakistan da bir imparatorluktan -Hindistan’dan- koparılmış bir parçaydı.

Türkiye de ABD için aynı rolü oynamaya başlayınca; isyancılara silahlar gönderip istihbarat servisi İslamcılarla işbirliği yapınca ve Suriye’deki devlet iktidarına karşı savaşınca, Türkiye de iflas etmiş bir ülke olma yolunu tutmuş oldu: Şehirleri patlayan bombalarla alt üst oldu ve İslamcılar kırsal bölgelere sızdı. Aradaki fark şu ki Türkiye üstüne üstük bir de ülkenin güneydoğusundaki Kürtlere karşı yeni bir savaş başlattı. Şimdi Diyarbakır’daki bazı bölgeler, Humus veya Halep’in geniş alanları gibi yıkılıp tahrip edilmiş durumda. Erdoğan ülkesi için seçtiği pozisyonun maliyetini çok geç fark etti. Putin’den özür dilemek ve Benyamin Netanyahu ile ilişkileri toplamak önemli bir adım olabilir. Fakat artık ordunuza güvenemiyorsanız üzerinde yoğunlaşmanız gereken daha ciddi meseleler var demektir. 

2.000 civarında kişinin tutuklanması şimdi de Erdoğan’ın darbe yaptığı  anlamına geliyor; aslında ordunun kendisine karşı planladığı darbeden daha büyük bir darbe bu. Fakat tutuklananlar, İstanbul Sultanı’nın ülkesini mahvetmekte olduğunu düşünen Türk ordusundaki binlerce subayın sadece çok küçük bir kısmı olmalı. Burada söz konusu olan sadece NATO ve AB’nin bu olaylar karşısında kapılacağı dehşetin boyutunu tahmin etmek değil. Gerçek soru şu: Bu (anlık) başarının, daha fazla yargılama yapmak, daha fazla gazeteciyi hapse atmak, daha fazla gazeteyi kapatmak, daha fazla Kürdü öldürmek ve bu arada 1915 Ermeni soykırımını inkâr etmeyi sürdürmek üzere Erdoğan’ı ne kadar cesaretlendireceği.

Dışarıdan bakanların, Türkiye’nin her türlü Kürt militanlığına ne kadar büyük bir korkuyla ve neredeyse ırkçı bir tiksintiyle baktığını anlaması bazen zor oluyor. ABD, Rusya, Avrupa -genel olarak Batı- “terörist” sözcüğünü o kadar yerli yersiz kullanıyor ki Türkler Kürtlere “terörist” derken bu sözcüğü hangi kapsamda kullandıklarını ve Kürtleri Türk devletinin varlığına karşı ne kadar   büyük bir tehlike olarak gördüklerini kavrayamıyoruz. I. Dünya Savaşı sırasında Ermenileri de aynen böyle görmüşlerdi. Mustafa Kemal Atatürk Adolf Hitler’in bile takdir ettiği, eskilerde kalmış iyi bir seküler otokrat olabilir; fakat Türkiye’yi birleştirme mücadelesine neden olan tam da, Türk anavatanında her zaman korku yaratmış olan bu kesimlerdi. Bu kesimlere, Batılı güçlerin devlete karşı komploları konusundaki karanlık (ve rasyonel) şüpheler de eşlik ediyordu. 

Sonuç olarak, bu hafta sonu Türkiye’de ilk bakışta göründüğünden çok daha dramatik olaylar meydana geldi. AB’nin sınırlarından Türkiye, Suriye ve Irak’a, Mısır’ın Sina Yarımadası’nın geniş alanlarına, oradan Libya’ya ve -Nice’teki katliamdan sonra bunu söyleyebilir miyiz?- Tunus’a kadar bir anarşi ve iflas etmiş devletler patikası var. Sir Mark Sykes ve François Georges-Picot – Arthur Balfour’un yardımıyla- Osmanlı İmparatorluğu’nu parçalama sürecini başlattılar; fakat süreç bugünü de içine alacak şekide devam ediyor. 

Ankara’da gerçekleşmeyen darbeyi bu kasvetli tarihsel çerçeveden bakarak değerlendirmeliyiz. Önümüzdeki aylar ya da yıllarda başka bir darbenin olabileceğini bekleyebiliriz.