Her şeyden önce neden buraya, Mersin’e BDP Siyaset Akademisi’nde ders vermeye geldiğimi açıklamama izin verin. Buradayım çünkü, Büşra Ersanlı’nın BDP Siyaset Akademisi’nde ders verdiği için tutuklanmasını ve medyada hakkında bir karalama kampanyası başlatılmasını akademik ifade özgürlüğüne bir saldırı olarak görüyorum. Partilerin siyaset akademileri dünya meselelerin tartışıldığı ve partinin siyasi çizgisini belirlemek üzere bir aydınlanma faaliyetinin yürütüldüğü yerlerdir. Buraların kriminalize edilmeye çalışılması, aslında sivil siyasi alanın Kürt siyasetçilerine tıkanması çabasının bir başka veçhesidir. Büşra Ersanlı, Ragıp Zarakolu’nun tutuklanması ise aydınlar ile Kürt siyaseti arasına bir set çekmek için bir gözdağı verme operasyonudur. İşte bu çabanın gayrimeşru olduğunu düşünüyorum. Partilerin siyaset akademilerinin meşru siyaset zemini olduğunu, buraların işlemez hale getirilmesinin, meşru zeminde siyaset yapma yollarının tıkanmasının şiddet ortamını daha da tırmandıracağını düşünüyorum. Bu nedenle BDP siyaset akademisinde ders vermek istedim.
Mersin BDP’de siyaset akademisinde ders vermek istedim, çünkü Mersin pek çok açıdan ilginç bir yer. Güçlü bir sol gelenek, burada Kürt göçmenlerin getirdiği aktivizm ile buluştu, ve son genel seçimlerde Ertuğrul Kürkçü’nün milletvekili seçilmesini sağladı. Mersin aynı zamanda Türkiye’nin ilk nükleer reaktörüne Akkuyu’da ev sahipliği yapacak. AKP hükümeti serbest piyasa kurallarına göre bir ihale yolu ile Türkiye’de nükleer reaktör yapamayacağını anlayınca burada bir nükleer reaktör inşa etmek için Rusya ile uluslararası bir anlaşma imzaladı. Böylece uluslararası anlaşmalar iç hukukun üstünde olduğu için Kamu İhale Kanununu, Meclis ve İdari Hukuk denetimini by-pass ederek adeta yangından mal kaçırır gibi bu nükleer reaktörü yapmaya çalıştı.
1986’da meydana gelen Çernobil kazasından sonra tüm dünyada uzun bir süre yeni nükleer reaktör ihaleleri askıya alındı. Nükleer endüstrisi uzun bir süre krizde idi. Ancak yakın zamanlarda nükleer reaktörler tekrar gündeme gelmeye başlamıştı. Nükleer lobinin iki güçlü argümanı vardı: Birincisi nükleer endüstrisi kazalardan çok şey öğrenmişti, artık nükleer santrallerde güvenlik önlemleri mükemmelleştirilmişti ve bir kaza olma olasılığı en aza indirgenmişti. İkincisi küresel ısınmayı kontrol altına almak için karbon salınımlarını azaltmak gerekiyordu, bunun için de fosil yakıtlardan kullanan termik santraller değil nükleer santraller yoluyla elektrik elde etmek gerekiyordu.
Bu argümanlara AKP hükümetinin kalkınmacı/emperyalist söylemi yeni argümanlar eklemişti: Türkiye hızla kalkınıyordu ve buna paralel olarak enerji ihtiyacı hızla artıyordu. Türkiye enerjide büyük ölçüde dışa bağımlıydı ve kendi kaynaklarını geliştirmeliydi. Türkiye Ortadoğu’da etkin bir rol oynamak istiyordu ve bunun için nükleer bir güç olmalıydı.
Bu güdülerle Rusya ile bir nükleer işbirliği anlaşması imzalandı. Bu argümanları tek tek ele alıp irdeleyeceğiz ve altlarının ne kadar boş olduğunu göstereceğiz.
Nükleer endüstrisinin kazalardan çok şey öğrenip güvenlik önlemlerini mükemmelleştirdiği argümanı yakın zamanda Fukuşima nükleer kazası ile yaşanan trajedi ile yerle bir oldu. Bu kaza nükleer santrallere ilişkin önceden öngörülemeyen risklerin her zaman için var olacağını ortaya koydu. Almanya tüm nükleer reaktörlerin belli bir vadede kapatacağını açıklarken Siemens gibi nükleer reaktör inşa eden büyük şirketler nükleer endüstrisinden çıktıklarını ilan ettiler.
Nükleer reaktörlerin karbon salınımlarını azaltarak küresel ısınmanın önlenmesine katkıda bulunacağını savunan nükleer lobinin bu argümanı da yakın zamanda boşa çıkartıldı. Nükleer yakıtın hammaddesi olan uranyum oksidi çıkarmak ve zenginleştirmek ve nükleer enerji santralleri kurmak için harcanan enerjinin önemli bir karbon salım kaynağı olduğu gösterildi.
Yakın zamanda yayınlanan bir rapor [[dipnot1]] Rusya-Türkiye nükleer işbirliği anlaşması çerçevesinde Mersin-Akkuyu’da kurulacak olan nükleer santrale ilişkin risklere işaret etmektedir. Bu raporda, en büyük risk faktörleri olarak Türkiye’de özellikle santrallerin güvenliği ile ilgili sorunlarla ilgili devletin düzenleyici fonksiyonlarını etkin bir şekilde yürütecek insan kaynaklarının eksikliğine ve nükleer enerji santrallerinin denetimi ve bu alandaki sorumluluklara ilişkin bir yasal ve düzenleyici çerçevenin olmamasına işaret edilmektedir. Akkuyu için seçilen reaktör modeli olan VVER-1200 dünyanın hiçbir yerinde daha önce işletmeye alınmamıştır ve güvenlik önlemlerinin tam olarak uygun olduğu kanıtlanmamıştır.
Bu anlaşma çerçevesinde Rusya devlet şirketi Rosatom Akkuyu’daki nükleer reaktörü kuracak ve işletecek ve Türkiye Cumhuriyeti devleti de 12,35 ABD centi/kWsaat ile alım garantisi vermektedir. Bu fiyatın çok yüksek olduğu sık sık dile getirilmişti, zira 2010 yılında EPDK’nın açıkladığı ortalama toptan elektrik fiyatı 9.38 ABD centi/kWsaattir. Ancak nükleer santralin 2020 yılı civarında devreye gireceği düşünüldüğünde ABD dolarının enflasyon nedeniyle devalüe olması göz önünde bulundurularak anlaşmadaki alım garantisi fiyatı bugüne devalüe edildiğinde fiyatın 5.84 ABD centi/kWsaat olduğu görülmektedir. Bu oldukça düşük bir fiyattır ve Rusya için karlı bir anlaşma değildir. Bu durum maliyeti düşürmek için Rus işletmecinin santralin işletimi ve bakımının yanı sıra en büyük maliyet kalemlerini oluşturan atık nakliyesi, güvenlik önlemleri ve işletme ömrü tamamlandığında santralin sökümü ve atıkların bertaraf edilmesi gibi kalemlerde maliyetleri düşürme yoluna gidebileceği kuşkusunu oluşturmaktadır. Türkiye’de devletten bağımsız bir düzenleme ve denetleme kurumunun bulunmaması bu riski daha da katmerli bir hale getirmektedir, çünkü şirket nükleer santrali maliyetleri azaltma güdüsü ile işlettiğinde ve güvenlikle ilgili riskler oluştuğunda denetim ve düzenleme yapacak ve önlem alınmasını sağlayacak bir kurum bulunmamaktadır.
Bu durum Akkuyu nükleer santralinin Rusya için ekonomik olarak kazançlı bir yatırım olmaktan daha ziyade siyasi güdülerle yapılan bir yatırım olduğunu düşündürmektedir. Rusya Türkiye ile enerji alanında işbirliğine gitmekte, bu işbirliği Türkiye’nin enerji ihtiyacının önemli ölçüde Rusya’dan gelen doğalgaz ve şimdi de nükleer enerji ile karşılanmasını sağlamaktadır. Rusya bir yaptırım uygulamak isterse Türkiye’yi enerjisiz bırakacak bir güç elde edecektir. Bu da AKP hükümetinin bir diğer argümanının, yani enerjide dışa bağımlılığı azaltmak için nükleer enerjiye ihtiyaç duyduğumuz yolundaki argümanın altının ne kadar boş olduğunu göstermektedir. Akkuyu nükleer santrali Türkiye topraklarında Ruslar tarafından kurulacak ve işletilecek, yakıt tedarikinden atıkların bertaraf edilmesine kadar her aşamada Rusların inisiyatifinde olacak bir yatırımdır.
Gelelim son argümana, yani Türkiye’nin hızla büyüdüğü ve enerji ihtiyacının hızla arttığı ve nükleer santral kurulmaz ise yakın bir zamanda enerjisiz kalacağımız yolundaki argümana. Türkiye’nin toplam enerji tüketimi 2000 yılında 80,500 Bin TEP iken 2009 yılında 2 artışla 106,138 Bin TEP’e çıkmıştır. [[dipnot2]] Bunun 2020 yılında yaklaşık iki katına çıkarak 222,424 bin TEP’e çıkması öngörülmektedir. 2000-2009 yılları arasında karbondioksit salımını ise 297.01 milyon tondan 369.65 milyon tona yükseltmiş, yani $.4 arttırmıştır. [[dipnot3]] Bu süre içinde Türkiye’nin GSMH’sı ise 3.9 oranında artmıştır. [[dipnot4]] Bu dönemde 2001 ve 2009 krizlerindeki küçülmeler dışında GSMH her sene büyümüştür.
Bu rakamlardan şu paralellikler ayırt edilebilir: Türkiye’nin enerji ihtiyacındaki artış az-çok büyüme oranına paralellik arz etmektedir. Her şeyden önce önümüzdeki on yılda Türkiye’nin GSMH’sını iki katına çıkarması dünya ekonomisinin durgunluğa girdiği koşullarda mümkün görünmemektedir. Türkiye’de döviz cinsinden borçlanarak iç talebi şişirmeye yönelik büyümenin sonuna gelindiğine ilişkin pek çok gösterge vardır.[[dipnot5]] Dolayısıyla enerji ihtiyacına ilişkin projeksiyonlar abartılıdır ve gerçeği yansıtmamaktadır.
Böylece nükleer enerjinin zorunlu olduğuna dair söylemin tüm argümanlarını tek tek ele aldık ve altlarının ne kadar boş olduğunu gösterdik. Geriye Türkiye’nin Ortadoğu’da bölgesel bir güç olmak için nükleer güce gereksinim duyduğu argümanı kalıyor, ki bu İran’ın nükleer bir güç olarak yükselmesinin Ortadoğu’daki dengeleri değiştireceği yolundaki korku ile de besleniyor. Türkiye’nin nükleer bir güç haline gelmek için nükleer silah geliştirmesi potansiyelinden söz konusu olabilir mi?
Türkiye aslında bildiğiniz gibi, NATO’nun nükleer sisteminin bir parçası olarak İncirlik’te taktik nükleer silahlar bulunduruyor, ancak kendi nükleer silahını geliştirebilir mi? Bu şu an için Türkiye’nin NATO içindeki yeri ve uluslararası güç dengeleri göz önüne alındığında pek mümkün görünmüyor.
Bir olasılık Türkiye’nin bir elektrik ihracatçısı konumuna yükselmek istemesi olabilir. Gerçekten de Anadolu coğrafyasında her dere başına kurulmak istenen, korkunç bir doğa tahribatına yol açan, yerel geçim kaynaklarını kurutan ve tarihsel kültürel değerlerimizi yok eden HES’ler, nükleer reaktör projeleri, sayıları hızla artan doğalgaz çevrim santralleri Türkiye’nin bir elektrik enerjisi fazlasını amaçladığının bir göstergesi olabilir. Burada da ara malı ve makine teçhizat ithalatı yapıp üzerine küçük bir katma değer katarak mamul mal ihraç etmek ya da iç tüketime sunmak şeklinde özetlenebilecek ve cari açığın hızla büyümesine yol açan kalkınma stratejisinin başka bir versiyonunu elektrik üretimi alanında da görebiliriz. Birincil enerji kaynakları açısından kıt olan Türkiye HES’ler ve nükleerle destekli, ancak yine büyük ölçüde fosil yakıtlara dayalı bir elektrik üretim üssü haline gelmek mi istiyor? Böyle olsa bile durgunluğa sürüklenen bir dünya ekonomisi içinde elektrik fazlasını kime satmayı düşünüyor?
Şimdi bununla ilgili biraz farklı bir konuya, son günlerde gündemde olan başka bir gelişmeye değinmek istiyorum. Biliyorsunuz, Durban’da toplanan Birleşmiş Milletler İklim Zirvesinin bir fiyasko ile sonuçlanması bekleniyor. Aslında bu beklenen bir şeydi, tıpkı iki sene önce Kopenhag’daki İklim Zirvesi’nin fiyasko ile sonuçlanması gibi. En büyük kirleticiler olan ABD, Çin ve Hindistan’ın karbondioksit emisyonlarının kısıtlanması için yasal olarak bağlayıcı bir anlaşmaya yanaşmaması nedeniyle Durban zirvesinin bir sonuca ulaşması beklenmiyor. Kanada ve Rusya gibi büyük kirleticiler Kyoto anlaşmasından çıkmak istiyorlar. Öte yandan ortalama sıcaklığın 2 oC’lik bir artışla sınırlı kalması için atmosferin kaldırabileceği limite hızla yaklaştığımız ve 2017 yılında bu noktaya varacağımız öngörülüyor. Mevcut gidişatın devam etmesi halinde dünyanın hızla 3.5 oC’lik bir artışa doğru gittiği söyleniyor. Bu da deniz seviyesinde önemli yükselmeler, seller, fırtınalar ve kuraklıkların hızla artması demek. Türkiye ise Kyoto protokolünü geç de olsa imzaladığı halde gördüğümüz gibi karbondioksit emisyonlarını hızla arttırmaya devam ediyor.
Bugün artık çocuklarımızın bir geleceği olmasını istiyorsak daha düşük enerji kullanan bir toplumun nasıl olabileceğini düşünmemiz gerekiyor. Bu toplumda da ne nükleer enerjiye ne de fosil yakıtlara yer var.