Kovid-19 salgını merkez kapitalist dünyada çok kötü yönetildi. Almanya’yı bir kenara bırakırsak sağlık sistemleri neoliberal dönüşümden geçmiş olan Fransa, İtalya gibi ülkelerde tedavi edilebilecek binlerce insan yaşamını yitirdi. Elbette bu bir tesadüf değildi. Örneğin, demokratik idealleri savunma iddiasıyla kurulan Avrupa Birliği (AB) yönetimi, yıllarca üye ülkelerin kamu harcamalarını kısmasını sağlamakla uğraştı. 3 Eylül tarihli bir haber, kovid-19 pandemisinin ortasında, üstelik yeni salgınlar beklenirken, AB yönetim organlarının temel bilimsel araştırmalara yaklaşımını ortaya koyuyor. AB’de bilimsel araştırmaları destekleyen Avrupa Araştırma Konseyi’nin (ERC) gelecek yedi yıllık bütçesi, Avrupa Komisyonu (yürütme organı) ve Avrupa Konseyi (üye devletlerin hükümet başkanlarından oluşuyor) tarafından tıraşlanıyor. Bunun üzerine, aralarında 14 Nobel Ödülü sahibinin de bulunduğu 16.000’den fazla bilim insanı, AB organlarına kesintinin geri çekilmesini talep eden bir açık mektup yazıyor.
Bir de neoliberalizmin, aşırı sağa meyilli, popülist, faşizan iktidarlarla birleştiği ülkeler grubu var. Dünya vaka rekorunu elinden bulunduran (sırasıyla) ABD, Hindistan ve Brezilya bu grubun başını çekiyor. Söz konusu ülkelerde kovid-19 salgını hiçbir zaman ciddiye alınmadı, halk sağlığıyla ilgili kapsamlı önlemler uygulanmadı. Devlet başkanları ve yöneticiler, sokağa çıkma yasaklarının ekonomiyi çökerteceğini öne sürdü; bilim insanlarıyla cehaleti yücelten polemiklere girdi; hatta yerel yönetimlerin/eyaletlerin salgını önleme amaçlı yasal önlemlerini baltalamaya girişti (ABD ve Brezilya). Ulusal çapta karantinanın uygulandığı Hindistan’da ise haklın temel ihtiyaçları karşılanmadı. Salgın yeni yayılmaya başlarken Hindu milliyetçisi hükümet gerekli hazırlıkları yapmak yerine ülkedeki Müslümanlara yönelik ayrımcı bir yasayı parlamentodan geçirmekle meşguldü.[i]
Türkiye, başından beri bu ülkeler grubuna dahildi. Fakat, ilk kovid-19 vakasının resmen kabul edildiği 11 Mart ila 1 Haziran’daki “toptan normalleşme” arasındaki dönemde daha “uyanık” davrandı. Okulların kapatılması, 65 yaş üstündekilerin sokağa çıkmasının yasaklanması, daha sonra büyük şehirler arasındaki yolculukların kısıtlanması ve hafta sonları sokağa çıkma yasakları gibi önlemlerle salgının, İtalya’daki gibi sağlık sistemini çökertecek boyuta gelmesi önlendi. Tabii Türkiye nüfusunun genç olması, huzurevlerindeki yaşlı sayısının çok daha düşük olması, sağlık sisteminde neoliberal dönüşümün henüz tamamlanmamış olması gibi “avantajlar” da bu tabloda önemli bir paya sahipti. Ayrıca, bir tür kamu diplomasisi aracı olarak bir “bilim kurulu” oluşturuldu ve iktidarın bu kurulun tavsiyeleri doğrultusunda, yani bilimsel ölçütlere uygun şekilde hareket ettiği izlenimi yaratıldı.
Buna karşın, çok sayıda bilim insanı ve Türk Tabipler Birliği’nin (TTB) önerdiği gibi 14 günlük tam bir karantina hiçbir zaman uygulanmadı; çünkü Saray rejiminin kırmızı çizgileri vardı: Ekonomi duramazdı, işçi ve emekçiler çalışmaya devam etmeliydi. Yoksa rejim tehlikeye girebilirdi. Dolayısıyla bugün içinde bulunduğumuz durum, önemli ölçüde, daha ilk dönemde halk sağlığına dönük önlemlerin kapsamlı şekilde alınmamasından kaynaklandı. Örneğin, yaygın testleme hiçbir zaman yapılmadı. Yalnızca semptom gösterip hastaneye giden hastalar tedavi edildi. Yaygın testleme yapılmaması, enfekte olup ciddi semptomlar göstermeyen, hastalığı bulaştırabilecek çok sayıda insanın izole edilememesine neden oldu. Dolayısıyla vaka sayılarının, “normalleşme” öncesi kritik düzeyin altına düşmesi sağlanamadı. Örneğin, “toptan açılma”dan bir gün önce, yani 31 Mayıs’ta günlük yeni vaka sayısı 839’du. Kısacası, bir “normalleşme” döneminde vaka sayısının yeniden ve hızla yükselişe geçmesinin koşulları ortadan kaldırılmamıştı.
Bütün bilimsel uyarılara rağmen, 1 Haziran’da neredeyse bütün önlemler kaldırılarak “normalleşme”ye geçildi. Yeni-sağ, otoriter rejimlerin alameti farikası olan, salgının başından bu yana işleyen propaganda aygıtı, Türkiye’nin büyük bir “başarı hikâyesi” yazdığını işledi. Saray rejimi, bu “başarıyı” bir fırsata dönüştürme politikası benimsedi. Birinci hedef, iç kamuoyuydu. İktidar, pandemiyi başarıyla kontrol altına aldığı propagandasıyla prim yapacak, pozisyonunu güçlendirecekti. İkinci hedef ise daha kapsamlıydı: Pandemi sonrası yeni bir dünya şekillenecek, Türkiye de ekonomisi fazlasıyla daralmış birçok gelişmiş ülkeyi geride bırakarak öne çıkacaktı. Bu nedenle halk “tehlikenin geçtiğine” inanmalı ve her zamanki gibi işine gelip gitmeliydi. Hatırlanacağı gibi, “çifte bayram” kutluyorduk.
Güncel veriler sağlık sistemin yakında tıkanacağını ortaya koyuyor
Şimdi bazı somut verilerle salgının geldiği aşamaya bakalım. Birçok kentte vaka sayısı kritik şekilde artıyor ve meslek örgütleri bu gidişle sağlık sistemin dayanamayacağından ciddi biçimde kaygı duyuyor. Özellikle yoğun bakım kapasitesinin yetersiz kalacağını ve çok sayıda sağlıkçının çalışamayacak hale geleceğini belirtiyorlar. Aslında Ankara’da bu süreç başlamış durumda. TTB Merkez Konseyi Başkanı Sinan Adıyaman’ın verdiği bilgilere göre, Ankara’da yoğun bakım yatakları dolmuş durumda. Serviste yatan hastalara yoğun bakıma geçmek için sıra numarası veriliyor. Bu hastalar, yoğun bakımda yer açılıncaya kadar servislerde bekletilerek gereken tedaviden yoksun kalıyorlar. Sinan Adıyaman, “salgının bu hızla yayılması durumunda sağlık sisteminin bu artışa cevap veremeyeceği uyarısında” bulunuyor ve “salgında kümelenen il, ilçe ve semtlerde karantina uygulanması gerektiğini” söylüyor. Diyarbakır da Ankara’ya benzer durumda. Eski Ankara Tabip Odası (ATO) Başkanı Prof. Dr. Vedat Bulut, Anadolu’yu dolaşıp izlenimlerini Cumhuriyet’e aktarırken, Diyarbakır’da “yoğun bakım yatakları yetmez durumdaydı. Hastanede tutulması gereken insanların evlerinde olduğunu gözlemledim” diyor.
Sağlık personelinin durumu
ATO’nun açıkladığı veriler de sağlık personelinin ne durumda olduğunu ortaya koyuyor. ATO’nun verilerine göre, Ankara’da kovid-19 tanısı konan sağlık çalışanlarının sayısı 799’a yükselmiş; aralarından 232 kişi doktor.
Türkiye genelindeki veriler ise gerekli önlemler alınmazsa bütün sistemin üzerinde yükseldiği sağlık personelinin durumunun sürdürülemeyeceğini ortaya koyuyor. Eski ATO Başkanı Prof. Dr. Vedat Bulut’a göre, şimdiye kadar 30 bin sağlık çalışanı hastalığa yakalandı. 80’in üzerinde sağlık çalışanı kovid-19 nedeniyle vefat etti ve bu insanların yarısını doktorlar oluşturuyor.
Koşullar düzeltilmedikçe sağlık emekçilerinin istifa etmesi veya emekliye ayrılması son derece anlaşılır bir durum. Salgınla başa çıkmak söz konusu olduğunda, veriler “sağlık ordusu”nun kapasitesinin tükenme sürecinde olduğunu gösteriyor. Dr. Bulut, Türkiye genelinde 900 doktorun istifa ettiğini belirtiyor. Öyle ki “birkaç hastanede istifalar nedeniyle göğüs hastalıkları uzmanı kalmamış” durumda. Dr. Bulut, sağlık personelinin sağlığını koruyup çalışma koşullarını düzeltecek önlemlerin alınmaması halinde ölümlerin ve istifaların daha da artacağını öngörüyor.
Dr. Bulut önümüzdeki aylara ilişkin bazı tahminlerde de bulunuyor. “Aşı ve tedavide önemli gelişmeler sağlanmazsa sonbaharda 10 bin günlük, kış aylarında 20 bin günlük olgu sayısı olabilir” diyor. İyimser bir tahminle vakaların yüzde 3-4’ü yoğun bakım ve solunum destek ünitelerine gereksinim duysa, sağlık hizmetlerinde tıkanmaya bağlı ölüm oranlarını yüzde 2,4’te tutmanın mümkün olamayabileceğini, bu oranın yüzde 5-7’lere çıkabileceğini söylüyor.[ii]
Rejimin öncelikleri ve ne yapılabilir?
Yukarıda vurguladığım gibi pandemi sürecinde Türkiye; ABD, Brezilya, Hindistan gibi otoriter-faşizan liderler/partilerin iktidarda olduğu ülkelerin biraz farklı bir varyantı olageldi. Saray rejimi hiçbir zaman halk sağlığını dikkate almadı; ilk dönemde bazı önlemler aldıysa da önceliği iktidarını muhafaza etmekti. Ardından gelen süreçte halkın büyük bölümünün, “ eve ekmek götürebilmek için git çalış, bu arada enfekte olup ailene bulaştırabilirsin” ile “hasta olmak istemiyorsan çoluk çocuğunun ortada kalmasına razı olmalısın” ikilemine sıkıştırıldığını biliyoruz. Elbette önümüzdeki haftalarda tekrar karantina ve benzeri önlemlere başvurulabilir. Ancak bu önlemler, salgının bilimsel esaslara göre yönetilmesine değil, ne olursa olsun iktidarda kalma pragmatizmine endeksli olacaktır.
Rejim, işçiler, emekçiler ve küçük esnafa anlamlı bir gelir desteği sağlayarak 14 gün veya daha uzun bir karantina uygulayabilirdi. Üstelik böyle yapılsaydı, büyük olasılıkla vakalar bu düzeye ulaşmaz, ekonomi de daha iyi durumda olurdu. Fakat bu tür rejimler, hizmet ettikleri çıkar çevrelerine ve “beka politikalarına” irrasyonellik derecesinde bağlılar. Örneğin yurt içinde, geçinme güçlüğü yaşayanlara gelir desteği sağlamak yerine inanılmaz miktarda otomobil ve özellikle konut kredisi pompalandı; bu yolla, yandaş inşaat şirketlerinin birikmiş konut stoğu azaltılmaya çalışıldı. Konut kredilerindeki artış olağanüstüydü: Haziran-Ağustos arasında Türkiye tarihinin en hızlı konut kredisi genişlemesi meydana geldi. Böylece Haziran’da, bir önceki yılın aynı ayına göre ipotekli yeni konut satışları yüzde 1.300 arttı. Yurtdışında ise Kuzey Irak’tan Libya’ya kadar aynı anda birçok cephede militarist dış politikaya hız verildi. Boyutlarını tam olarak bilmesek de bu politikanın büyük bir savaş ekonomisine yol açtığı kesin görünüyor. Dolayısıyla “para” yok değildi, vardı; nerede ve nasıl kullanılacağına dair siyasi tercihler yapıldı.
Türkiye’de kovid-19 salgının sağlık sistemini zorlar hale geldiği, böyle giderse önlem alınmaya başlansa dahi sağlık personelinde başlayan tükenme sürecinin önünün alınmasının o kadar da kesin olmadığı bugünlerde ne yapabiliriz? Çok özlü şekilde söylemek gerekirse, iki şey belirtilebilir: Öncelikle, bu boyutta bir halk sağlığı krizinde bile düşük perdeden itirazların ötesine geçmeyen muhalefete hiçbir şekilde güvenmemek gerekiyor. Zira anaakım muhalefet partileri pandemiyle mücadeleyi “milli mesele” olarak görmek konusunda iktidardan ayrışmıyor; bu da post-Erdoğan döneminde yapabileceklerine dair önemli ipuçları sağlıyor. Daha önemlisi, yerellerde, bulunduğumuz her türlü toplulukta maddi/manevi dayanışma ağları kurmak ve güçlendirmek gerekiyor. Bu hem mevcut pandemi politikasının yarattığı mağduriyetlerin kısmen de olsa hafifletilmesini sağlayabilir, hem de toplumsal muhalefetin bir özgüven inşa edip güçlenmesine hizmet edebilir.
[i] Salgının başlangıcında Hindistan Hükümeti’nin yetersiz politikaları hakkında bkz. The Callousness of India’s COVID-19 Response, 27.03.2020
[ii] Bu arada, Sağlık Bakanlığı ve SGK, özel hastanelere yeterli fon sağlamadığı için özel hastaneler ancak kısıtlı sayıda kovid hastası kabul ediyorlar. Bunun bir nedeni de Sağlık Bakanlığı’nın özel hastanelerde PCR testi negatif çıkan hastaların ücretlerini ödemeyeceğine ilişkin bir genelge yayımlaması. Genellikle testi pozitif çıkan hastalar devlet hastanelerine yönlendiriliyor. Bu nedenle, ilk dönemde olduğunun aksine özel hastanelerin kapasitesi salgına karşı gerektiği ölçüde kullanılamıyor.