Pandeminin ilanı ve sonrasında yaşanan süreçte en ağır darbeye maruz kalan alanlardan birinin eğitim olduğunu söylemek abartılı bir tespit olmasa gerek. Zaten 1970’li yıllardan itibaren tüm dünyada izlenen neo-liberal politikalar, sosyal devlet anlayışını zayıflatmış, kitlesel kaliteli kamu eğitimi büyük bir erozyona uğramıştı. Pandemi süreci bu durumu daha da ağırlaştırmış ve kamu eğitimi anlayışı tümüyle tasfiye olma aşamasına gelmiştir. Hala sosyal devlet ilkesini zayıf da olsa korumaya çalışan devletler dışında eğitim çok ağır bir darbe almış durumda. Türkiye’de de benzer bir süreç işliyor denebilir. 1980 darbesinden sonra izlenen neo-liberal politikalar ve eğitimdeki Türk-İslamcı kadrolaşmanın zayıflatmış olduğu kitlesel kaliteli kamu eğitimi anlayışı, pandemi süreciyle dibe vurmuş durumda.
Türkiye’de eğitimde yaşanan özelleştirmenin teşviki, kamu eğitimine ayrılan payın minimum düzeyde tutulması ve liyakatten uzak kadrolaşma politikaları, eğitim alanına çok büyük zararlar verdi. Bu zararların başında ise hiç şüphesiz, eğitim alanında yaşanan eşitsizlik geliyor. Bugün Türkiye’de alt sınıftan insanların çocuklarına kaliteli bir eğitim aldırması neredeyse imkânsız hale gelmiş durumda. Paranız varsa çocuğunuzu kaliteli bir eğitim kurumuna gönderme şansınız var ancak paranız yoksa işiniz gerçekten çok zor. Pandemi süreci bu durumun daha net bir şekilde ortaya çıkardı ve eğitimdeki eşitsizlik durumunu daha da derinleşmesine yol açtı denebilir. Bu yazıda son altı ayda yaşanan sürecin eğitim alanını nasıl etkilediği kısaca ele alınacaktır.
Kamu eğitiminin durumu
Pandemi süreciyle birlikte zaten çökme noktasında olan kamu eğitiminin geri dönülemez ağır darbeler aldığını görmekteyiz. Öncelikle süreç başlar başlamaz zaten milyonlarca çocuğun uzaktan eğitime erişebilme alt yapısından uzakta olduğu ortaya çıktı. İnanılmaz düşük ücretlerle hayatlarını sürdürmeye çalışan alt sınıftan insanların pek çoğunun evinde bilgisayar, internet ve hatta televizyon bulunmuyor. Eğitim-Sen’in son yayınladığı rapora göre yedi milyon orta öğrenim öğrencisi bu süreçte uzaktan eğitimden yararlanamadı. Bu öğrencilerin bu dönemde ne yaptıkları, zamanlarını nasıl geçirdikleri ve eğitim normalleştiğinde geri dönüp dönmeyecekleri belirsizliğini koruyor.
Özellikle küçük yaş grubundan öğrencilerin EBA sistemine ulaşsa bile, onu kullanarak kendi eğitim süreçlerini düzenlemeleri imkansız gibi görünüyor. Online eğitim yapmaya çalışan öğretmenlerden alınan bilgilere göre, pek çok yerde, derslere katılım oranı % 15-20 civarında. Derslere katılmayan öğrencilerin ne yaptıklarına dair hiçbir bilgi bulunmuyor ve bu öğrencileri takip edecek bir sistem yok. Yüz yüze eğitimin bir an önce başlaması gerek. Yoksa geri dönülemez zararlara yol açacağı, milyonlarca çocuğun bir daha eğitime dönemeyeceği açıkça görülüyor. Peki MEB okulları kademeli de olsa açabilir miydi? Geçen bu altı aylık süreçte okulları eğitime hazır hale getirebilir miydi?
Tüm eğitimciler bu sorulara olumlu cevaplar veriyor. Evet MEB bu altı aylık süreçte okulları, kademeli de olsa açılmaya hazırlayabilirdi. Okullara ek temizlik görevlileri alınarak, okullara yeterli hijyen malzemeleri gönderilerek bu mümkündü. Ancak bakan Ziya Selçuk, televizyona çıkarak elinde para olmadığını çünkü tüm MEB bütçesini öğretmen maaşlarına harcadıklarını söyleyiverdi. Bu arada MEB bütçesinin neden bu kadar düşük olduğunu ve devletin kamu eğitimine harcaması gereken paraları neden özel okul teşviklerine verdiğini açıklamadı. Daha doğrusu kimse bakana bu soruları sormadı. 14 Kasım 2019’da TBMM Plan ve Bütçe Komisyonunda konuşan Selçuk, özel okullara verdikleri teşviklerle Türkiye’de özel okul oranını nasıl artırdıklarını övünerek anlatıyordu. Selçuk’un açıklamalarına göre 2014- 2015 eğitim öğretim yılında 1603 olan özel lise sayısı 2018-2019 eğitim öğretim yılında 3589’a çıkmıştı ve bu tamamen devletin teşvikiyle olmuştu. Yani kamu eğitimine ayırmaları gereken paraları yine sermaye gruplarına aktarmışlardı. Okullarda bulunan hademe kadroları ortadan kaldırılmış, okulların temizlikleri okul aile birliklerine bırakılmış ve bakanlığın paraları özel sektöre peşkeş çekilmişti.
Yapılacak şey aslında çok açık ve netti: Derhal ek bir bütçe çıkarılması, öğrencilere ücretsiz internet sağlanması, okullara ek temizlik personeli alınması, hijyen malzemesi temin edilmesi ve okulların bu altı ay içerisinde kademeli de olsa açılmaya hazırlanması gerekiyordu. Bu süreçte, uzaktan eğitimden yararlanabilmesi için öğretmen ve öğrencilerin alt yapılarını sağlamaya dönük önlemler alınmalıydı. Bunların hiçbiri yapılmadı ve bu yönde herhangi bir adım da atılmıyor. İlkokul 1,2,3 ve 4. sınıflarla 8 ve 12. sınıfların yüz yüze eğitim için okullara dönmesi süreci başlatılmışken, tüm öğretmen sendikaları okulların buna hazır olmadığını söylüyorlar. Örneğin milyonlarca çocuğa her gün nasıl maske dağıtılacak? Evinden maske getiremeyen veya okulda maskesini düşürüp kaybeden öğrencilere okul nasıl maske verecek? Yoksa maske sağlama işi de okul aile birliklerine mi bırakılacak? Daha bu basit sorular bile ortada dururken, okulların temizliğiyle ilgili tek somut adım atılmamışken okullar nasıl açılacak? Yüz yüze eğitimin bir an önce başlaması konusunda tüm eğitimciler hemfikir. Ancak bu durum okulların hazırlanması koşuluyla gerçekleşmeli.
Zaten çok düşük kalitede verilen kamu eğitimi tamamen gözden çıkarılmış gibi görünüyor. Sistem artık alt sınıfların minimum düzeyde bir eğitim almasını bile önemsemiyor. Gelinen bu durumu başka bir şekilde açıklamak mümkün değil. Elbette ekonomik sistemin yaşadığı çöküş de bu durumun derinleşmesine neden oldu.
Şu süreçte devlet, özel okulların öğrenci kaybetmemesi için elinden geleni yaparken, kitlesel kamu eğitiminin sağlıklı bir şekilde başlaması için hiçbir önlem almamaktadır. Eğitimde yaşanan inanılmaz eşitsizlik artık son noktasına varmış durumdadır. Durumu, “paran kadar eğitim alabilirsin” şeklinde özetlemek mümkün görünüyor. Eğer paran yoksa, değil kalitesiz eğitim, çocuğunun bir eğitim alıp almayacağı bile tartışmalı hale gelmiştir. Türkiye’de kamu eğitimi çökmüştür. Ayrıca olayın, Türk-İslam faşizminin müfredata hâkim olması, liyakatsiz kadrolaşma ve tarikatların eğitim süreçlerine müdahalesi boyutlarına burada hiç değinmiyoruz.
Özel okulların durumu:
1980 sonrası devlet, ulusal bütçeden eğitime ayırdığı payı yükseltmediği gibi, eğitimde özelleştirmeyi açıkça desteklemiştir. AKP ise bu sürecin en büyük destekçisi olmuştur. AKP iktidara geldiğinde eğitimdeki payı %2 olan özel okulların payı bugün %25’leri bulmuştur. Eğer çocuğunuzu devlet okullarına göndermek istemiyorsanız -ki pek çok veli devlet okullarına artık güvenini yitirmiş durumdadır- on bin liradan yüz bin liraya kadar değişen skalalardaki özel eğitim kurumlarına çocuğunuzu göndermekten başka çareniz kalmamış demektir. Pek çok insan, bütçesi uyarınca, bu eğitim kurumlarına yönelmekte ve pazarlıklarla çocuklarını bu okullara kaydettirmektedir. Çok yüksek rakamlar alan ve nispeten kaliteli eğitim veren kurumlar üst sınıflara hizmet ederken, diğer özel eğitim kurumları orta ve orta alt sınıf gruplarına hizmet vermektedir. Elbette verilen para düştükçe eğitimin kalitesi de daha tartışmalı hale gelmektedir.
Son yıllarda birbiri ardına açılan bu özel okulların büyük bir kısmı batma noktasına gelmiş ya da batmıştır. Son olarak yaşanan “Doğa Koleji vakası” bunun en iyi örneklerinden biridir. Pandemi öncesi yaşanan bu durum, aslında yüzlerce özel okulun ‘batıyoruz’ diyerek MEB’e başvurduğu gerçeğini ortaya çıkartmıştı. Pandemi süreci işte tam böyle bir dönemin üstüne geldi.
İlk aşamada veliler, almadıkları eğitimin bedelini geri almak istediler, ancak bu durumun özel okulları daha da felaket bir hale sürüklenmesinden korkan devlet, bunu bir şekilde engellemeyi başardı. Ancak asıl mesele yeni dönemde velilerin çocuklarını okullara kaydettirmelerini sağlamak olacaktı. Bu nedenle son ana kadar okulların 21 Eylül’de açılacağı belirtildi. Bu arada bunun imkânsız olduğunu herkes biliyordu. Ardından özel okullar uzaktan eğitim için alt yapılarını oluşturmaya çalıştılar. Velilere okulda yapılan eğitimin aynısının uzaktan, online olarak yapılacağı garantisi verildi. Bu süreçte dikkate alınan tek ilke, velilerin özel okullara kayıtlarını yaptırması ve özel okulların bu durumdan zarar görmemesiydi. Öğretmenlerin ve öğrencilerin sağlığı ya da uzaktan eğitimin temel ilkeleri tamamen bir kenara bırakıldı.
Bugün gelinen noktada pek çok veli, çaresizlik nedeniyle çocuklarını yine özel okullara kaydettirdi. Özel okullar ise, bu parayı hak ettiklerini göstermek için sabah 8-9’dan başlayıp akşam 4-5’lere kadar süren bir online eğitim sürecini başlatmış durumdalar. On binlerce öğretmen ve öğrenci, sağlıklı olmadığı belirtilmesine karşın günde 8-9 saat bilgisayar başında eğitim sürecini yürütmeye çalışıyor. Bu durum öğretmen ve öğrencilerin sağlıklarına etki edeceği gibi uzaktan eğitimin temel ilkelerine de tamamen aykırılık sergiliyor. Uzmanların da sık sık vurguladığı gibi, uzaktan eğitim günde 4- 5 dersi aşmamalı, az konu ve çok tekrar içermeli. Oysa MEB, konu ve kazanımlarda en ufak bir azaltmaya gitmemiş ve sanki değişen bir şey yokmuş gibi, öğretmen ve öğrencilerin bütün gün bilgisayar başında kalmalarına göz yummuştur. Elbette burada tek amaç özel okulların öğrenci kaybetmesini engellemektir. Pek çok uzman, bu durumun hem öğretmenlerde hem öğrencilerde ciddi sağlık sorunlarına yol açacağı konusunda uyarılarda bulunuyor ancak bu uyarıların dikkate alınmadığı açıkça görülüyor.
Buraya kadar anlatılan durum elbette olayın bir yüzünü göstermektedir. Diğer taraftan, işini kaybeden binlerce insan söz konusudur. Bu okullarda çalışan binlerce öğretmen, temizlik işçisi, yan personel, servis şoförü, mutfak ve kantin personeli işini kaybetmiştir. Bu insanların neredeyse tümü sosyal güvencelerden yoksun olduklarından, bugün kaderleriyle baş başa, işsiz bir şekilde beklemektedir. Diğer taraftan yine çalışmayı sürdüren pek çok öğretmen, yarım maaş almakta ya da maaşlarını zamanında alamamaktadır.
Sonuç
Yukarıda çok kısa bir şekilde özetlemeye çalıştığımız gibi, son elli yılda sosyal devletin çöküşüyle birlikte gözden çıkarılmış olan kaliteli kamusal eğitim anlayışı, pandemi süreciyle en ağır darbelerden birini aldı. Şapka düştü kel göründü. Dünya çapında milyonlarca çocuk eğitim süreçlerinden tamamen düştü, gelen ilk veriler bu çocukların çok büyük bir bölümünün kız çocukları olduğunu gösteriyor. En önemlisi, bu çocukların yeniden eğitim süreçlerine geri dönüp dönmeyecekleri de belirsizliğini koruyor. Bu çocukların bir kısmı sıkıntıda olan aile bütçelerine katkıda bulunmak için çalışmak zorunda kalırken, bazı çocuklar da tarikat ve cemaatlerin açmış oldukları yurt, okul ve medreselerde eğitimlerini sürdürmektedir. Bu süreç farklı yönetilebilir miydi sorusuna verilecek yanıt ise çok basit. Evet bu süreç kolaylıkla farklı işletilebilirdi. Buradan varacağımız sonuç ise, devlet burada bir tercihte bulunmuştur. Gerekli önlemleri almamış, kamu eğitiminin çöküşünü göze almış, milyonlarca çocuğun eğitim sürecinden uzaklaşmasını desteklemiş ve öğrencilerin tarikat ve cemaat kurumlarına yönelmelerini teşvik etmiştir. Okulların kademeli olarak açılması kararı verilmesine karşın, hiçbir önlem alınmamıştır. Devlet hiçbir önlem almadığı ve okulların aslında hazır olmadığını bildiği için sorumluluğu velilere atmış ve isteyen veli çocuğunu göndermeyebilir demiştir. Eğer çocuğunuzu gönderiyorsanız sorumluluk sizindir. Bu durumun yaratacağı olumsuz sonuçları maalesef yakın bir zamanda göreceğiz.