Müzisyen Onur Şener’in katli
Ankara’nın Çankaya ilçesinde bir mekânda meydana gelen olayda, mekândaki 3 kişi, müzisyen Onur Şener’den istek şarkıda bulundu. Onur Şener ise şarkıyı bilmediğini söyledi. Bunun üzerine 3 kişi, mekân kapanışı, kırık cam şişeleriyle müzisyen Onur Şener’i katletti. Onur Şener’i öldüren kişilerin ikisinin Çalışma Bakanlığı çalışanı, birinin TAI (Türk Havacılık ve Uzay Sanayii) çalışanı olduğu ortaya çıktı.
Onur Şener’in öldürülmesi, bir sanatçının yürek yakıcı bir biçimde katlinin ötesinde, müzisyenlerin güvencesiz çalışma koşullarına dair de, bu ülkede sanatçıyla sanat tüketicisi arasındaki ilişkinin geldiği noktaya dair de çok şey anlatıyor. Pandemide yüzlerce müzisyen intiharı yaşanmış, Onur Şener’den önce de Kürtçe şarkı söylediği için müzisyenler öldürülmüşken dinleyicisinin ideolojisine hitap etmediği için linç edilmişken hem de. Katillerin Çalışma Bakanlığı bürokratları olması ise kan dondurucu; müzisyeninin güvenliğini sağlaması gereken Çalışma Bakanlığı mensupları müzisyen öldürüyor. Barlarda peçeteye yazılan istekler üzerine “paramı verdim, söyleyeceksin”cilik, “sen benim kim olduğumu biliyor musun”culuk, pavyon kültürünün sanatçılar açısından karanlık yanları. Ama bürokratların bu kara oyuna katil rolüyle dahil olması devlet mekanizmasının da ne kadar lümpenleştiğinin, ülkenin ne kadar “pavyonlaştığının” bir görüntüsü. Cumhuriyet dönemi kültür-sanat politikası, sanatçıyla sanat tüketicisi arasında kırılamaz bir hiyerarşi kültürü kuruyordu, bunu eleştirmek mümkün. Fakat şu an bir ters hiyerarşi kuruluyor: sanatçıya saygıyı bir kenara bırakalım, bu kültür-sanat atmosferinde sanat tüketicisi sanatçının yaşam hakkına saldırma cüretini kendinde görebiliyor. Bunun müsebbibi hem neoliberal sistem hem de erki elinde bulunduran siyasilerin dili; siyasal dilde kutuplaştırma ile beraber sanatçının emeği değersizleştiriliyor. Devlet erkanınca kurulan “İstiyorlarsa gitsinler yurt dışında yaşasınlar” tarzı cümleler, müzik emekçilerine dair tabanın da bakışını keskinleştiriyor. Bu son cinayet de müzik emekçilerinin ne kadar “itibarsızlaştırıldığını” ortaya koydu. Biz bir gece kulübüne müzisyenin müziğini dinlemeye gidiyoruz, ondan müzik istemeye değil. Müzisyenle ya da genel anlamda sanatçıyla kurulan ilişki, artık onun yaşam hakkını hiçe sayar derecede tahakküme dayalı ilişki haline geldi. Bu noktada sosyal medyada “bana da oldu” şeklinde başka yaşanan mağduriyetler dile getirildi, hem de müzik çevrelerinde eylemler, kınamalar, itirazlar gerçekleşti.
Festivaller
Bu dönem ülkenin farklı şehirlerinde farklı disiplinlerden pek çok festival düzenleniyor. Bunları ortak bir değerlendirmeye tabi tutmak mümkün değil ama çeşitli yönleriyle ön plana çıkarmak istediklerimiz şöyle – ki en aydınlık olanlarından biriyle başlayalım:
Van’da 23-30 Eylül tarihleri arasında ŞanoWan tarafından 3’üncü Tiyatro Festivali düzenlendi. Bölgeden ve İstanbul’dan farklı tiyatro ve dans topluluklarını ağırlayan festival, daha evvel pandemi ve ardından kayyum atanması sebebiyle ertelenmişti, fakat bu yıl kendi öz gücüyle ve bir dayanışma hissiyle geçirilen bağımsız festival Jina Emini’ye adandı.
Sur Yolu Kültür Festivali, Kültür Bakanlığı tarafından 8-16 Ekim tarihleri arasında düzenleniyor. Birçok kesimin tepki gösterdiği festivale bir tepki de, 2015 sürecinde Sur ilçesinde yaşanan çatışmalarda oğlunu kaybeden Ali Rıza Arslan’dan geldi. Yaşamını yitiren oğlu Hakan Arslan’ın kemiklerini 7 yıl aradan sonra bir torba içerisinde alan baba, insanlara organizasyona katılmama çağrısında bulunarak, “Halkımız bu festivale giderse bizleri bir kez daha öldürür”, dedi. Beyoğlu’nda cruise gemilerinin Karaköy kıyılarına yanaştığı döneme denk getirilen “Beyoğlu Kültür Yolu Festivali”nin bir devamı olan “Sur Kültür Yolu Festivali”, kamusal kaynağın ‘akıtılması’ suretiyle yani çok büyük devlet ödenekleriyle kotarılan hem çok “tursitik” hem de maddi/manevi/ideolojik “yatırım” niteliği taşıyan festivaller olarak görünüyor. Katılımcılar da, itina ile muhalif sesler çıkarabilecek isimlerden oluşturulmuyor; ‘çağırılmadıkları’ yahut ‘katılmadıkları’ sonucunu çıkarabiliriz.
İKSV Tiyatro Festivali bu yıldan itibaren farklı bir sisteme, küratörlük sistemine geçti. 25 Ekim-26 Kasım tarihleri arasında izleyiciyle buluşacak olan festivali, festival ardından değerlendirmek mümkün olacak.
Önemli film festivalleri de yine bu dönem düzenleniyor: 7-16 Ekim tarihleri arasında İstanbul’da düzenlenen Film Ekimi üzerine Asu Maro’nun yazdığı yazı dikkat çekici: bilet fiyatlarının pahalılığı üzerinden sorunsallaştırılan festival için Maro “Hayat her alanda pahalıyken bir şekilde devam etmeyi başaran sanat organizasyonlarını protesto etmek doğru karar mıdır, bilmiyorum”, diyor. Diğer yandan gelenekselleşmiş iki film festivali Altın Koza ve Altın Portakal üzerinden de festival seçkilerine dair çeşitli eleştiriler dile getiriliyor. Tuğçe Madayanti Dizici yazısında Altın Koza’nın seçkisinde kadın yönetmenlere yapılan pozitif ayrımcılığı ve festivalin bu nedenle “amatör” sayılabilecek nitelikte filmlere yer vermesini eleştirirken, Dersimli Kürt yönetmen Kazım Öz, Uluslararası Adana Altın Koza Film Festivali’ne gönderdiği altıncı filmin de Ön Seçici Kurul tarafından reddedildiğini belirterek, sansüre karşı olduğunu belirten Festivalin sansüre yenik düştüğünü belirtiyor. Açıklamasında, festivalin ön seçici kurulunun açıklanmıyor olmasından, red gerekçelerinin ya da seçim parametrelerinin belli olmamasına kadar pek çok sorunu 7 soruda toparlayarak kamuoyu ile paylaşıyor. Şenay Aydemir ise, film festivallerini genel bağlamda eleştirdiği yazısında: “Festivallerde, tema ve estetik olarak birbiriyle akraba filmler boy gösterdikçe, ‘demek ki böyle filmler gerekiyor’ denilerek benzer işler üretilmeye devam ediyor. Bir zamanlar risk alan yönetmenlerin boy gösterdiği bu alan giderek “garantici işlerin” arenasına dönüşüyor. Festivallerin sinemacıların mekanı olduğunu, onların yüzü suyu hürmetine var olduğunu unutup onları ‘küratörlere’, ‘sanat yönetmenlerine’ bağımlı hale getirdikçe bu böyle devam edecek. Filmleri yaratanları, festival yöneticilerine mecbur eden bu sistem en çok sinemaya zarar veriyor çünkü. Filmleri ‘festival’ alanına sıkıştırıp seyirciyle bağını koparttığı için… Festivalleri yeniden filmleri yaratanların mekanı haline getirmeliyiz!”, diyor. Festival geleneğini tarihselleştirip ‘festival filmi’ denilerek aslında halkın çok izlemeyeceği filmler kategorisinin oluşturulmasını sorunsallaştırıyor. Diğer yandan her iki film festivaline de, şu an içeride tutuklu bulunan ve iki festivalde de yapımında yer aldığı filmler gösterilen sinemacı Çiğdem Mater’den mektup geldi, arkadaşları onun mesajını paylaştı ve hakkında destek açıklamalarında bulunuldu. Dilekler “özgür günlerde, festivallerde yeniden buluşmak” üzerineydi.
Yakın Dönemden Bazı Müzikal Üretimler
Hrant Dink Ödülleri için yine birçok müzisyen bir araya geldi. Bunlar arasında Melike Şahin özellikle “Adana Ağıdı” performansı ile dikkat çekiyor. Adana Ağıdı’na yazdığı Türkçe sözlerle Melike Şahin’in performansına Elif Dikeç ve Fotini Kokala eşlik ediyor. Elif Dikeç’in synthesizer enstrümanlar ile yaptığı düzenleme şarkıda son derece etkileyici bir atmosfer oluşturuyor. Melike Şahin’in Hrant Dink’e atıfla yazdığı sözler şu şekilde:
“baharım suskun yerim yurdumda
dizili boğazımda hazin dualar
faili sor, meçhulü gör
göğe uçtu güvercinim
kardeşim rahat mı için
o son uykunda?
bugünle kalma, bunla yetinme
her nefes bir bedel ah, yanar ciğerde
matemim duy, omzun ver
zeytin dalımın boynu bükük
kardeşim gel sabrımı al, acımdan büyük”
Melike Şahin sosyal medya hesabında bu performanstan bir kesidi ve şarkı sözlerini şu yazı ile paylaştı:
“hrant için yeniden yazdığım adana ağıdı. @paranoidbattledroid elif’in kalbine sağlık, bu tecrübede ne hissettiysem düzenlemesinde duyabiliyorum. kanunda @fotinikokkala var, bu ağıdı kız kardeşlerimle çalmanın yeri bambaşka kalbimde. bu yaz bu sözlerle uğraştım. çok ağladım, çok içlendim. hrant’ın gülen gözleri, rakel’in mektubu ilhamımdır. sizlere de dokunmasını dilerim. @hrantdinkfoundation‘a yeniden teşekkürlerimle ♥️”
Performansın son bölümünde de Melike Şahin Ermenice sözleriyle Adana Ağıdı’nı seslendiriyor. Performansın müzikal yapısı son derece etkileyici, vokal yorumu sade, sözleri merkeze alan bir ifade biçimi var. Son dönemde özellikle sayıca da ciddi bir kitleye hitap etmeye başlayan Melike Şahin’in Hrant Dink Ödülleri’nde bu performansıyla yer almasını, kendi şarkısının yanı sıra özellikle de yazdığı Türkçe sözleriyle birlikte Ermenice de Adana Ağıdı’nı seslendirmesini şu dönemde çok anlamlı buluyoruz.
Son dönemlerin dikkat çeken diğer üretimleri ise Mabel Matiz’e ait. İlk olarak yayımlanan Karakol şarkısı ile gündem olan Mabel Matiz’in klibinin ulusal televizyondaki yayını RTÜK tarafından yasaklanmıştı. Klibin YouTube’daki güncel görüntülenme sayısı ise 23 milyona ulaşmış vaziyette. Bu aşk şarkısının klibinde Mabel Matiz’e bir erkek oyuncun eşlik etmesi homofobik tepkiler almıştı. Bu fobik yasaklama bir yana şarkının hem müzikalitesi hem de sözleri etkileyici bir üretim olduğunu ortaya koyuyor. “Yasaklı bir aşk”ın ıstırabını anlatan sözlerin estetik yapısı İspanyol şair ve oyun yazarı Federico García Lorca’nın şiirlerini anımsatıyor.
“Sana —seni seviyorum!— deseydim
zeytin ağacının altında,
ne yapardın, sevgilim?
Bir bıçak saplardın bağrıma!”
(Lorca, Şarkı)
Şarkının kendisinin yanı sıra Karakol klibiyle de sanatsal olarak öne çıkmayı başarıyor. Güncel kliplerle karşılaştırıldığında görsel bir dil oluşturmak konusunda bir iddia taşıyan, kostümleri için de son derece özenle çalışılmış bir iş. Fobik yasaklamalara karşın Karakol’un YouTube’daki izlenme sayısı da müzik platformlarındaki dinlenme sayısı da katlanarak artıyor. Mabel Matiz de üretmekten geri durmuyor ve sakınmadan sözünü söylemeye devam ediyor.
Karakol’dan birkaç hafta sonra yayımlanan Fan da yine müzikal yapısı, sözleri ve özellikle de klibiyle dikkat çekiyor. Bu kez daha eğlenceli bir konseptle dinleyiciyle buluşan Mabel Matiz gerek klip gerek şarkı sözleriyle aşka sahip çıkmaya devam ediyor!