Bu yazıda Artizan Kültür Sanat Gündemi Çalışma Komisyonu’nun, 4 Şubat-19 Şubat 2019 tarihleri arasında kültür sanat haberlerinde öne çıkan başlıklar üzerine yaptığı değerlendirme bulunmaktadır. Bu değerlendirmede 2019 Grammy ödülleri ile yeniden gündeme gelen Childish Gambino’nın “This Is America” adlı şarkısı ve klibi, tiyatro yayıncılığında intihal, sansür ve hapis cezası ile köşeye sıkıştırılmaya çalışılan sanatçılar, yeni sinema yasasına ilişkin sektörden oyuncu ve yönetmenlerin ürettiği tavırlar ve sinema yasasının ardından müzik alanında da yeni bir yasal düzenlemenin gelip gelmeyeceğine dönük müzik piyasasındaki beklentiler dünyadaki telif tartışmaları bağlamında gündeme alındı. 4 Şubat-19 Şubat 2019 tarihleri arasındaki kültür sanat haberlerinin tamamı, haber akışı sayfasında yer almaktadır.
Childish Gambino – “This Is America”
10 Şubat tarihinde düzenlenen Grammy Ödülleri’nde Childish Gambino’nun “This Is America” şarkısı ile üç dalda ödül alması kültür-sanat alanındaki karşılaştığımız gelişmelerden biriydi. Mayıs 2018’de çıkan şarkının kısa sürede popülerleşmesi ve uluslararası mecrada dikkat çekmesinin sebebi şarkının ve klibin Amerika’da siyahlara yönelik sistematik olarak uygulanan ırkçılık ve şiddeti büyük bir sanatsal zenginlikle ortaya koymasıydı. Bu sebeple, Kültür Sanat Gündemi Çalışma Komisyonu’nda şarkı ve video klibin sanatsal olarak değerlendirmek üzere ele alınmasına karar verildi ve yol gösterici olması adına Mitchell S. Jackson’ın Childish Gambino, Amerika’da Siyah Olmanın Acımasız Gerçeküstücülüğünü Gösteriyor ve Erdir Zat’ın CHILDISH GAMBINO’NUN “ŞOK” VİDEOSU: “THIS IS AMERICA” – Yeni Jim Crow adlı makalelerinden yararlanıldı.
İlk bakışta göze çarpan, video klibin dans, müzik, oyunculuk ve görsel sanatlar alanlarının bir arada tartışılabileceği bir zemin sunuyor olmasıydı. İktidara gösterilen güçlü bir sanatsal refleks olarak değerlendirilebilecek bu ürünün nasıl bir üslupla oluşturulduğu da kritik tartışma noktalarından biri oldu. Yukarıda adı geçen ilk makale klipte sürreal bir üslup kullanıldığından bahsediyor. Klibi Amerika’yı her yönüyle hicvettiği bir kara mizah başyapıt olarak nitelendiren ikinci makalede ise Barack Obama’nın bıraktığı başkanlık koltuğunu Donald Trump’ın almasıyla siyahi kesimde oluşan hayal kırıklığının artık sönümlendiği belirtiliyor. Bu bağlamda makaleye göre Childish Gambino’nun çıkışı bu hayal kırıklığının yerini sistemi ve koşulları tümüyle sorgulayan yeni bir sanatsal hareketin aldığının bir göstergesidir. Müzikal ve görsel akışın birbirini destekler nitelikte kurulduğu, hiciv sanatının güçlü bir şekilde yansıtıldığı “This is America” içinde birçok sembolik göndermeleri barındırıyor. Örneğin klipin geçtiği mekân olan “boş fabrika” imgesi emeğin çok daha ucuz olduğu üçüncü dünya ülkelerine kaydırıldığı ve özellikle siyahi işçi kesimin bu sebeple ekonomik zorluk yaşadığı günümüz Amerika’sının bir tasviri olarak yorumlanabilir. Buna ek olarak Siyahlar arasındaki dayanışmayı temsil eden Gospel korosu, Silah Kontrol Yasası’na tepki olarak yerleştirilen bir çocuğun silahı mendile sararak ona atfettiği kutsiyet ve sanatın yaşanan tüm bu kaosa merhem olabileceğini imleyen liseli öğrencilerin dansı videonun anlam dünyasını oluşturan elementler arasında sıralanabilir. Belki de en vurucu imgelerden biri olan Jim Crow pozu ise ürünü sanatsal olarak daha incelikli bir dramaturjiye taşıyor. Amerika’nın eğlence endüstrisinden gelen tarihsel bir simge olan, Thomas D. Rice’ın 19. yüzyılda eski püskü kıyafetler giyip yüzünü siyaha boyayarak canlandırdığı; siyahları ilkel, aptal ve ahlak yoksunu olarak gösteren Jim Crow tiplemesi, ABD’de kurumsal ırkçılığın simgesidir. Bu imgeyi kullanarak sadece sistem kurucularına değil yaratılan bu kaosa bilerek ya da bilmeyerek ses çıkarmayan, destek olan siyahlara da kendi canlandırdığı karakter üzerinden eleştiri sunuyor.
Sonuç olarak video klip, siyahların günümüzde hala ırkçılık ve şiddete maruz kalırken, iktidar tarafından suç olaylarında ‘olağan şüpheli’ olarak gösterilip ötekileştirildiğinin altını çiziyor. Tercih edilen sanatsal üslupla birlikte düşünüldüğünde klibin “öteki”nin temsiliyetine dair güçlü bir örnek oluşturduğu söylenebilir.
Tiyatro Yayıncılığı ve İntihal
Geçtiğimiz haftalarda Pozitif Yayınevi tarafından basılan ve yazar Yılmaz Arıkan’a ait “Uygulamalı Oyunculuk Teknikleri” adlı kitabının pekçok tiyatro akademisyeninin akademik araştırmalarından bölümlerin alınarak intihal yapıldığı ortaya çıkmıştı.
Bu hırsızlığın gündem olması üzerine Yayınevi yaptığı açıklamada yazarın ‘istemeden intihal yaptığına’ ilişkin yazarı koruyan ve bir yayınevi olarak kendi sorumluluğunu öteleyen bir açıklamada bulunmuştu.
Oyun, Drama, Tiyatro İlişkisi adlı kitabından da intihal yapılan Bülent Sezgin ve yayınevi BGST Yayınları’nın bu olayı hukuki bir şikâyetin konusu haline getirerek dava açtı. Bu gibi vakalarda hem konunun medyaya taşınarak kamusallaşması hem de hukuki sürecin başlaması, hak ihlaline uğrayan kişilerin yaşadıklarının tekil örnekler olmadığının ortaya çıkması ve caydırıcılık açısından oldukça önemli bir yer duruyor. Öte yandan bu gibi hak ihlallerini önleyici mekanizmaların da varlığını tartışmak gerekiyor. Yayınevlerinin bir kitabı yayınlarken o eseri nasıl ele aldığı, yayına hazırlık sürecinde eseri entelektüel ve etik bir değerlendirmeye tabi tutmasının gerekliliği ortaya çıkmış oluyor.
Sanatçılara Sansür, Engelleme ve Hapis
4 Şubat-19 Şubat 2019 tarihleri arasında tiyatro, sinema ve güzel sanatlar alanında sanatçılar pek çok defa sansür, engelleme ya da hapis cezası ile karşı karşıya kaldılar. Adana Valiliği, 10-13 Şubat tarihleri arasında düzenlenmesi planlanan Kürt Tiyatro Günleri’ni yasakladı. Akit Gazetesi’nde Sanat ve Tasarım Fakültesi öğrencilerinin yaptığı eserler hakkında hedef gösteren bir haberin yayınlanması üzerine Yıldız Teknik Üniversitesi rektörlüğü öğrencilere kendi yaptığı eserleri kaldırttı. 14 Ekim 2015’te Batman Belediyesi Yılmaz Güney Sineması’nda gösterilen Nû Jîn adlı belgeselin yönetmeni Veysi Altay ve sinema müdürü Dicle Anter örgüt propagandası suçlaması ile 2 yıl 6 ay hapis cezası aldı. 2010’da İzmir’de vicdani ret hakkının tanınması amacıyla yapılan eylemde sergilediği sokak tiyatrosu nedeniyle hakkında ‘Halkı askerlikten soğutmak’ suçlamasıyla dava açılan tiyatro oyuncusu Nazlı Masatçı’nın cezası onandı. Özellikle sinema ve tiyatro alanındaki bu vakalar sanatçıların Kürtçe üretim yapmasına dair engelleyici politikaların ne derece ileri gidebildiğini gösteriyor. Festivale katılacak olan Amed Şehir Tiyatrosu sanatçılarının Diyarbakır Büyükşehir Belediyesi’nden atılması ile beraber belediye bünyesinde Kürtçe tiyatro yapma imkanının ortadan kalktığı ve Kürt Tiyatro Günleri’ne katılacak olan Kürt tiyatrolarının bağımsız, özel tiyatrolar olduğu düşünülürse sansürün boyutu daha da vahim bir şekilde ortaya çıkıyor. Bu aşamada sansüre ve engellemeye maruz kalan sanatçıların nasıl mücadele araçları olabilir ve hangi hukuki yollar ile mücadele edebilirler sorusu gündeme geliyor. Sanatçıların bu gibi engellemeleri belgelemeleri ve karşılaştıkları yaptırımları gerektiğinde hukuki bir şikâyetin konusu olabilecek şekilde kayıt altına almaları önemli bir yerde duruyor. Fakat Yıldız Teknik Üniversitesi ve Kürt Tiyatro Günleri ile ilgili haberler incelendiğinde engellemenin hangi gerekçeler ile yapıldığı ve resmi yollar ile sanatçılara sunulduğu maalesef takip edilemiyor.
Yeni Sinema Yasasına Tepkiler
5224 sayılı ‘Sinema Filmlerinin Desteklenmesi ve Sınıflandırılması’ adlı kanun değişikliğinin geçtiğimiz ocak ayında Meclis’te kabul edilmesinin ardından yasanın içeriği değerlendirilmeye ve tartışılmaya devam ediyor. Özellikle yasanın sınıflandırma ve değerlendirme ile ilgili maddesinde yer alan ‘komisyonca uygun bulunmayan filmler ticari dolaşıma ve gösterime sunulamaz” ibaresi birçok yönetmen tarafından tepkiyle karşılanmıştı. Bunun üzerine Kültür ve Turizm Bakanı eleştirilen bu maddenin önceki yasada da bulunduğunu ve herhangi bir değişiklik yapılmadığını söylemiş, hali hazırdaki maddenin pornografik filmler için korunduğunu dile getirmişti. Halbuki önceki yasanın yürürlüğe girdiği 2004 yılından bugüne kadarki sürece bakıldığında özellikle Gezi Parkı eylemleri sonrası aralarında Kürt belgesellerinin de bulunduğu birçok muhalif yapıma bu madde vesilesiyle sansür uygulandığı görülüyor. Ayrıca yeni düzenleme ile birlikte önceki yasada net ve kesin olan birçok maddenin muğlaklaştırıldığı ve genelleştirildiği, adı geçen “değerlendirme kurulu”nun ise ağırlıklı olarak bakanlık görevlilerinden kurulduğu dikkat çekiyor. Bu durumda keyfi yönetmeliklerin önünün açılmasının yanı sıra sansür mekanizmalarında belirleyici taraf bu alanın bilirkişilerinden çok iktidar kanadı haline gelmiş oluyor.
Geçtiğimiz günlerde, kanun değişikliğine ve bu değişikliğin sektörü nasıl etkileyeceğine ilişkin bazı sinemacılardan çeşitli tepkiler gelmeye devam etti. Yönetmen Kazım Öz bu yasa ile birlikte mevcut üretimlerin kontrol altına alınmak istendiğini, kendi filmlerinin gösterimi için salon bulmak konusunda karşılaştıkları engelleri örnek göstererek iktidarın sanat üzerindeki baskısının giderek arttığını belirtti. Öte yandan sanatın kendi içinde muhalefet taşıdığını hatırlatarak demokratik bir mücadeleyle bu sürecin düzeltileceğine dair olan inancını vurguladı. Duruma daha olgusal yaklaşmayı tercih eden Yönetmen Ezel Akay muğlaklığa dikkat çekerek, yasanın tehlikeli olduğunu, uygun bulmama kriterlerinin net olarak belirtilmemesinin yapımcılarda film üretmek konusunda bir endişe oluşturacağını dile getirdi. Yönetmenler Tolga Karaçelik ve Kıvanç Sezer, Cumhuriyet’e yakın zamanda verdikleri bir söyleşide konuyu değerlendirmenin yanı sıra bağımsız sinemacıların bu koşullarda nasıl hamleler alabileceğine dair önerilerde de bulundular. Tolga Karaçelik bu dönemi bir geçiş dönemi olarak değerlendirerek, sinemacıların üretim yapmaktan vazgeçmemeleri gerektiğini söyledi. Ayrıca bağımsız film gelirlerinden kurulan bir fon ile devlet desteği alamayan yönetmenlere bir altyapı oluşturulabileceğini vurguladı. Son filmi için devlet desteği alamayan Kıvanç Sezer ise İran sinemasını örnek vererek baskıya rağmen kaliteli üretim yapılabileceğinin altını çizerek hiçbir yasanın mücadelelerinin önüne geçemeyeceğini belirtti.
Şener Şen’in ise Hürriyet’e verdiği söyleşinin son kısmında bu tartışmaları çıkar kavgası olarak değerlendirdiği ve net cevaplar vermekten kaçındığı görülüyor. Halbuki Şener Şen’in 90’lı yıllarda Atıf Yılmaz ile birlikte katıldığı “Bir Başka Gece” programında hükümetin 70’li yıllardaki sert sansür uygulamalarını açık sözlülükle eleştirdiği görülüyor. Bu durumda akla şu soru geliyor: Şener Şen’in bugün bu konu hakkında yorum yapmaktan kaçınması iktidarı karşısına almak istememesinden kaynaklanıyor olabilir mi?
Müzik Alanında da Yeni Bir Yasa mı Geliyor?
Yeni sinema yasasının ana akım sinema alanından sinemacılar tarafından Saray’da yüceltilmesinden kısa bir süre sonra Sabah Gazetesi yazarı Hakan Uç müzik alanında telif yasasının düzenlenip düzenlenmeyeceğine ilişkin bir soruyu dile getirdi.
Birçok şarkıcı ve yapımcı da bu tür bir düzenlemeye ihtiyaç olduğunu dile getiren açıklamalar yaptı. Bunların üzerine Kültür Bakanlığı’ndan şöyle bir açıklama geldi: “Biz hem kültür hem de turizm bakanlığıyız. Şimdi kültür anlamındaki bu yasamız geçtikten sonra turizm alanında bir yasa çalışmamız var. Daha sonra da telif hakkı yasasını gündemimize alacağız. O biraz daha kapsamlı bir yasa. Çok geniş kitleleri içeriyor. Bu duruma da aynı çabayı gösterip, hızlı bir şekilde halledeceğiz”. Fakat Sabah Gazetesi’nin yaptığı bu habere sanatçılardan ve yapımcılardan gelen tepkiler ve Kültür Bakanlığı’nın açıklaması incelendiğinde bahsi geçen bu yasadan ne beklendiğini pek açık olmadığı, daha çok devletten kurtarıcı rolü üstlenmesi beklendiğini, Kültür Bakanlığı da bunun sözünü verdiğini görüyoruz. Bu aşamada müzikte telif tartışmalarının Avrupa ve Amerika’da nasıl ilerlediğine referans vermek önemli. Örneğin şu anda AB parlamentosu gündemindeki telif yasası teklifi incelendiğinde sosyal medya kanallarında paylaşılan herhangi bir şarkının sosyal medya platformları tarafından denetlenmesini ve bu platformların paylaşılan içerik için ücret ödemesini kapsıyor. Facebook, Twitter gibi şirketler ise bu yasaya karşı çıkıyor. Bu yasanın özgür içerik üretimini engelleyebileceğini, bu nedenle sosyal medya platformlarının kullanımlarında düşüş yaşanabileceğini iddia ediyorlar. Amerika’da ise 11 Ekim 2018’de çıkan Music Modernization Act (Müziği Modernleştirme Kanunu) incelendiğinde ise sanatçı ve yapımcıların dijital platformlar karşısında bir nebze olsun elinin güçlendiği söylenebilir. Tüm bu veriler ışığında Kültür Bakanlığı’nın muğlak olarak nitelendirilebilecek açıklaması bakanlığın AB Parlamentosu’ndan çıkacak sonucu beklemek zorunda olduğunu gösteriyor. Fakat bu konunun Sabah gazetesindeki bir köşe yazısı ile gündeme gelmesi, sanatçıların ‘‘devlete güvenimiz tam’’ şeklinde özetlenebilecek söylemleri ve bakanlığın “sinemadan sonra müziğe de el atacağız” sözü incelendiğinde tüm bu süreç yaklaşan yerel seçimler öncesi hükümetin kamuoyu nezdinde müzisyenlerin de desteğini alma hamlesi olarak duruyor.