Liseli bir gencin Atatürk fotoğrafına yaptığı eylem üzerinden sanatçıların yaptığı yorumlar, tiyatro ödülleri ve Altın Portakal’a damga vuran sanatta sansür tartışmaları bu dönemki kültür-sanat gündeminin ana başlıkları olarak karşımıza çıktı. Haber akışına buradan ulaşabilirsiniz.
Kültür ve Sanat Gündemi İçerisinde Atatürk üzerine Tartışmalar ve Cumhuriyet’in 100. Yılı
Geçtiğimiz dönemlerde Disney+’da yayınlanması planlanan “Atatürk” filminin platformdan çıkarılmasına dair tepkiler, toplumsal gündeme oturan liseli bir gencin Atatürk fotoğrafına yaptığı eylem üzerinden sanatçıların yorumları, Cumhuriyet’in 100. Yılı kapsamındaki etkinlikler bu dönemki kültür sanat gündeminin ana başlıkları olarak karşımıza çıktı.
Hatırlamak gerekirse, liseli bir gencin Atatürk fotoğrafıyla uygunsuz hareketlerini içeren videosu sosyal medyada yayılmış ve ciddi tepkiler almıştı. Sonrasında Tarkan bu hareketi büyük bir hadsizlik ve Atatürk’ü itibarsızlaştırma çabasının bir sonucu olarak değerlendirerek daha önce Disney+’a tepki vermediği için özeleştiri yapmıştı. Sezen Aksu da eyleme olan tepkisini liseli gence mektup yazarak göstermiş, onu “dış dünyayla bütün algı şansları elinden alınmış” bir çocuk olarak tanımlamış ve genci terbiyeye davet emişti. Bir yandan Cumhuriyet’in 100. Yıl etkinliklerini fırsat bilen markalar isimlerini duyurmak için ardı ardına etkinliklere sponsor olurken, bir yandan da Mevzular Açık Mikrofon’un 100. Yıl Özel bölümünün tanıtımında Oğuzhan Uğur’un sunumuyla Gülşen’in İstiklal Marşı’nı okuması gündemde çok konuşulmuştu.
Günümüzün faşizan ortamında, öncesindeki pratik ve söylemleriyle toplumsal olaylara ve politikalara tepki vermemeyi tercih edebilen sanatçılarımızın, AKP’li olan ve AKP’li olmayanlar olmak üzere iki ayrı taraf olarak kendilerini tanımlamak zorunda kaldıklarını tespit edebiliriz. Bu bağlamda, iktidara biat eden sanatçıların tavırları çok net iken, diğerlerinin sadece Atatürk ve Cumhuriyet üzerinden muhalif bir söylem üretmeleri, diğer faşizan yaklaşımlara hala ses çıkarmamaları bir tartışma konusudur.
Atatürk’e dair sanatçılarımızın ürettiği söylemlerde, onu Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucu liderinin çok ötesinde tanımladıklarını söyleyebiliriz. Mustafa Kemal Atatürk, Türkiye’de sadece bir kurucu değil, bir baba ve önder olarak kutsanır. Onun sözleri dini kitaplardaki ayetler gibi yön verici ve kutsal kabul edilir. Bu nedenle Türkiye’de Atatürk’ün içinde yer aldığı her proje, her söylem çok dikkatli lanse edilmelidir, çünkü en ufak bir hata kutsala yapılan saygısızlık olarak kabul edilebilir. Türkiye’de de çoğu ulus devlette olduğu gibi kurucu liderle sıhhatli bir ilişki kurulamadığından, kutsala saygısızlık yapan kişinin toplum önünde linç edilmesi doğal kabul edilir. Toplum tarafından ifşa edilen bu kişiler ayrıca ceza kanununa göre de ciddi suçlu bulunacaktır.
Böylesi bir tablo içinde kendini aydın ve muhalif olarak tanımlayan göz önündeki sanatçıların daha sağ duyulu ve aklı selim hareket etmesi beklenmelidir. Sanatçılardan beklenen, sadece yapılan eylemi eleştirmeleri değil, daha çocuk kabul edilen yaştaki bir gencin linç edilmesinin önüne geçecek söylemler üretmeleri olmalıdır. İktidarın dini ve faşizan söylemlerle gündelik hayata, sanata ve sanatçıya, cinsiyet politikalarına dair baskılarını eleştirirken kullanılan dilin, eleştirilerin karşısında yaratılan yeni bir dinin kutsalını içeren baskı unsurlarını barındırmamasına dikkat etmeliyiz. Bu noktada sorulması gereken sorulardan biri, bundan 10-15 yıl önce demokratikleşme yolunda daha ılımlı bir tablo varken söylemlerimiz nasıl olurdu? Yoksa iktidarın hepimizi sürüklediği kutuplaştırıcı siyaset bugünün “muhalif” sanat dünyasını da mı gericileştirdi?
100 yıllık Cumhuriyet tarihini ele alırken kutuplaştırıcı etkinlikler yerine demokratikleşme sürecini aklı selim bir şekilde değerlendirmek ve Türkiye’nin çok kültürlü yapısını kültürel çoğulcu bir perspektifle üretilmiş sanatsal ürünlerle öne çıkarmak hala bir seçenek olarak umut vermeli.
Hangi Tiyatrolar Ödüllendiriliyor?
Geçtiğimiz hafta Tiyatro Eleştirmenleri Birliği (TEB) Ödülleri sahiplerini bulurken, Afife Jale Tiyatro Ödülleri adayları da açıklandı. Tiyatro alanında prestijli sayılabilecek birkaç ödülden biri olan bu oluşumlardaki adaylar ve kazananlara baktığımızda Şehir Tiyatroları’nın temsiliyetinin daha yoğunluklu olduğunu söylemek mümkün.
Daha önceki kültür-sanat tartışmalarımızda Kültür ve Turizm Bakanlığının özel tiyatrolara ayırdığı bütçenin yetersizliğinden, yapılan vergi zamlarının tiyatroların belini iyice büktüğünden, belediyelerin kültür-sanat bütçesi harcamalarına getirilen eleştirilerden bahsetmiştik. Özetlemek gerekirse iktidara yakın tiyatro grupları bakanlık ödeneklerini kapıyor. İktidara yakın olmayan muhalif tiyatrolara ise CHP’li belediyelerin kendi şehir tiyatrolarına ayırdığı bütçelerden arta kalan, oldukça düşük kaşelerle ve ödedikleri yüksek vergilerle var olma mücadelesi kalıyor.
Tiyatro ödüllerinde de benzer şekilde muhalif ve bağımsız tiyatroların temsiliyetinde sıkıntılar yaşanıyor. Türkiye’deki prestijli tiyatro ödüllerinin, arkalarındaki büyük bütçeli sponsorlara karşın, söylem itibariyle bağımsız ve iktidar yandaşı olmayan bir yanı var. Peki bu kadar çabaya ve emeğe rağmen hala var olmaya devam eden, kendi metinlerini yazan, oyunlarını sahnelemek için her türlü özveriyi gösteren bağımsız özel tiyatroların neden bu pastada payı yok? Bu seneki ödülleri göğüsleyen grupların oyunlarına dair ciddi eleştiriler söz konusuyken, adaylıklar gerçekte hangi kriterlere göre belirleniyor? Ödülleri neden hep ödenekleri yüksek kurumlar ya da topluluklar alıyor?
Afife Jale gibi sahne üzerinde var oluş mücadelesiyle tarihe damga vurmuş bir kadın tiyatro sanatçısının ismini taşıyan ödüllerde, tıpkı onun gibi, arkasında kimsenin desteği olmadan bağımsız bir şekilde tiyatro yapmaya çalışan alternatif grupların daha çok yer alması beklenir.
Altın Portakal’a Damga Vuran Sanatta Sansür Tartışmaları
60’ıncı Antalya Altın Portakal Film Festivali, 22 Eylül 2023’de yönetmen Nejla Demirci’nin “belgesel sinemaya bir darbe” olarak nitelendirdiği basın açıklamasıyla Türkiye gündemine oturdu. Yönetmenin KHK mağduru iki kişinin yaşadıklarını anlatan “Kanun Hükmü” isimli belgeseli festival yönetimi tarafından film seçkisinden çıkarılmıştı. Gerekçe olarak söz konusu kişilerden birinin yargı sürecinin devam ettiği öne sürülmüş, ancak yönetmenin açıklamasıyla işin aslının bu şekilde olmadığı orta çıkmıştı. AYM tarafından hukuki olarak ifade, bilim ve sanat özgürlüğü kapsamında değerlendirilmiş bu film, konusu itibariyle birilerini rahatsız ettiği için açıkça sansüre maruz kalmıştı.
Nejla Demirci’nin basın açıklamasının üzerine hemen ertesi gün, festivalin 20 jüri üyesi “Kanun Hükmü” belgeselinin Altın Portakal’dan çıkarılmasına tepki olarak görevlerini bıraktıklarını duyurdu. Görevlerini ancak belgeselin seçkiye geri alınmasıyla yerine getireceklerini söyleyen jüri üyeleri yaptıkları açıklamada, Antalya Altın Portakal Film Festivali’nin topluma ait olduğunu, demokratik ilkeler ve ifade özgürlüğünden ödün verilemeyeceğini belirttiler.
Jüri açıklamasının ardından, birçok sanatçı, sendika ve kurum ardı ardına tepkilerini dile getirirken, iptal kararının arkasında Kültür ve Turizm Bakanlığı’nın olduğu konuşulmaya başladı. Bu sırada Altın Koza’da filmi gösterilen Nuri Bilge Ceylan’ın, sansür tartışmalarına tepki göstermek yerine, bakanlığı ziyaret etmesi de eleştiri konusu oldu.
Sansür kararını çok geçmeden yönetmenler de eleştirmeye başladı. Birçok yönetmen ortak bir açıklamayla, Zeki Demirkubuz ise ortak açıklamaya dahil olmadan bireysel olarak, “Kanun Hükmü”nün seçkiden çıkarılmasını sanatsal ifade özgürlüğüne karşı açık bir tehdit olarak gördüklerini belirterek, filmlerini festivalden çektiler.
Artan tepkiler ve filmlerin de çekilmesiyle birlikte festivalin iptal edilip edilmeyeceği gündeme gelmişken, festival yönetiminden geri adım geldi. Yapılan açıklamada, festival yönetmeni Ahmet Boyacıoğlu, “‘Kanun Hükmü’ adlı belgesel filmde yer alan kişi ile ilgili yargılama sürecinin devam etmediği tarafımızca belgelendiği için filmin yarışma seçkisine geri alınmasına karar verilmiştir” dedi. Bu baskılara karşı kazanılmış bir zaferdi, ancak demokratik tepkiler sonrası yaşanan bu olumlu gelişmenin sevinci pek uzun sürmedi. İlk olarak Kültür ve Turizm Bakanlığı, Antalya Altın Portakal Film Festivaline verdikleri desteği çektiklerini açıkladı. Belgeseli FETÖ terör örgütü propagandası yapmakla suçladı ve bakanlığın sanatın provokasyon unsuru olarak kullanılması çabasının bir parçası olmayacağını belirtti. Bu gelişmenin akabinde, Gençlik ve Spor Bakanlığı ve sponsorlar da festivalden desteklerini çekti. Devlet Tiyatroları Genel Müdürü Tamer Karadağlı da bakanlığın yanında olduklarını belirten bir açıklama yapmayı ihmal etmedi. Bunun üzerine, festival yönetimi haklarında soruşturma açıldığını ve terörist gibi görünmek istemediklerini belirterek “Kanun Hükmü”nü bir kez daha seçkiden çıkardı.
Yaşanan gelişmelerin ardından, sanat camiasından ve çeşitli kurumlardan tepkiler sürerken gözler CHP’li Antalya Büyükşehir Belediye Başkanı Muhittin Böcek’e çevrildi. Böcek, festival yönetiminin yaşanan bu krizi iyi yönetemediğini, büyük bir karmaşanın çıktığını, “malum” film yüzünden onların dışında gelişen bu süreç sebebiyle festivali iptal ettiklerini açıkladı. KHK mağduriyetlerini gidermeyi vaat eden bir partinin başkanı olarak yapılan ve biraz manidar bulunan bu açıklama tepki topladı. Bunun üzerine Muhittin Böcek tekrar bir açıklama yaparak yıl bitmeden ve bakanlıklardan kuruş istemeden Altın Portakal Film Festivali’ni yapacaklarını belirtti.
Altın Portakal süreci kişiler ve bileşenler açısından farklı değerlendirmelere maruz kalsa da AKP yönetiminin kültür-sanatın her alanında uyguladığı baskıcı politikalara, yasaklara ve yapılacak sanatı ve eleştirinin dozunu belirlemeye kadar varan hegemonyasına bir başkaldırı örneği olması açısından değerlidir. Dünyanın hiçbir yerinde festivallerin yapılmasına siyasiler karar veremez. Hiçbir devlet başkanı sanat eserlerinin içeriğinin nasıl olması gerektiğine dair bu kadar açık görüş belirtemez. Altın Portakal’da gösterilen örgütlü duruş sanatsal ifade özgürlüğünden vazgeçmemek adına sonuna kadar desteklenmelidir. Yönetmenler, jüri üyeleri, sanatçılar ve kamuoyunun sansüre karşı direnişi ve birlik içinde duruşu demokrasi ve ifade özgürlüğü açısından umut verici olsa da bu sürecin nasıl devam ettirileceği önemlidir. İktidarın şimdiye kadarki sansürcü pratiklerinde hiç geri adım atmadığını göz önünde bulundurduğumuzda bu direnişi istikrarlı bir şekilde sürdürebilmek için festivalin bağımsız bir şekilde hareket etmesi gerektiği ortadadır. Bu durum belki de Kültür Bakanlığı ve devletle ters düşmek istemeyen sponsorların desteğinden vazgeçmek demektir, ama aynı zamanda gerçek anlamda toplumsal sinemanın vurgulanması açısından değerlidir. Peki bizim sanat camiamız içinde bunları yapmak gerçekten mümkün müdür? Sinema, yapısı gereği bütçesi yüksek bir sanat dalı olduğundan, bakanlık ödenekleri ve sponsorlar olmadan ilerlemek olası mıdır? Festivalde yer alacak yönetmenler bakanlığın desteğini çekmesini göze alabilir mi? Antalya Altın Portakal Film festivali, konaklama ve ikramlarda sağladığı standartları düşürdüğünde, sadece sinemanın tartışıldığı ‘basit’ bir organizasyon olarak sanatçılarımız için tatmin edici olacak mı?
Altın Portakal Film Festivali’nin bundan sonraki akıbeti sinema sektörünün demokrasi ve ifade özgürlüğü kapsamında vereceği bir sınav olacaktır. Bu süreçte kimlerin üç maymunu oynayacağını, kimlerin 1972 yılında Altın Koza’da rejimin baskılarından dolayı iptal edilen Yılmaz Güney’in ödülünü almayı kabul etmeyen Cüneyt Arkın gibi ‘festivali kurtaran adam’ olacağını hep birlikte göreceğiz.