2020 ve 2021 yılında Covid’den kaynaklanan sağlık önlemleri nedeniyle seyircileriyle buluşamayan ve büyük maddi sorunlar yaşayan sanatçılar, 2022 yılında pandemi kısıtlamalarının kaldırılmasıyla bir nefes almayı umut ettiler. Ancak, bu kez bir yandan ağır bir ekonomik krize diğer yandan da yaklaşmakta olan seçimlerle ilişkili görünen bir baskı ortamına maruz kaldılar. Etkinlikleri yasaklayan ya da engelleyen devlet politikaları, hukuksuz bir şekilde hedef gösterilen sanatçılar, yasaklanan festivaller ve engellenen konserler, 2022 yılına damgasını vurdu.
Artizan Kültür-Sanat Komisyonu’nun 2022 yılı süresince en çok tartıştığı gündemleri derlediğimiz bu yazıda öne çıkan gündemleri ele alacağız.
2021 yılını şu tespitle kapatmıştık:
Pandemi koşullarına özgü sorunlar bir yana, devlet politikalarının kültür-sanat alanına duyarsızlığı, güvencesizlik, yalnızlaşma, yok sayılma, pandemi kısıtlamalarının bir baskı ve sansür aracı olarak da kullanılması gibi etkenler kültür-sanat insanlarını büyük bir yıkımla karşı karşıya bıraktı. Kapısına kilit vurulan sahneler, mesleğini bırakmak, enstrümanlarını satmak zorunda kalan sanatçılar, basılamayan kitaplar, üretim hayatına son veren kültür yayınları… derken art arda gelen müzisyen intiharları haberleriyle sarsılan kültür-sanat dünyası hem devlet kaynaklı ayrımcılıkla hem de içinde bulunduğu örgütsüzlüğün sonuçlarıyla daha derin bir yüzleşme yaşamak zorunda kaldı.
Öte yandan, 2021 yılı sonunda, canlı performansların seyircisinin azalmasının yeni teknolojinin getirdiği online izleme pratikleriyle ilişkili olduğunu da vurgulamıştık. Deneysel çalışmalar yapan ya da yeni kurulan grupların pandemi ve kısıtlamalarla yoğunlaşan seyirci sıkıntısını gündeme getirmiştik. Yine, 2021 yılı sonunda “Birçok üniversite tiyatrosu pandemi sürecinde faaliyetlerini durdurdu ve yeni yeni tekrar bir araya gelebiliyor. Eski yıllara oranla çok daha az sayıda amatör etkinliklerle karşılaşıldığı söylenebilir.” diyerek dikkat çektiğimiz amatör çalışmalardaki zayıflamanın, 2022 yılında da devam eden bir sorun olduğunu belirtebiliriz. Her zaman, sanattta deneyselliğin ve yeniliğin öncüsü olan amatör çalışmalar, 2022 yılında daralma eğilimini sürdürdü.
2022 yılında sanatçıların yaşadığı ekonomik sıkıntıları telafi edecek devlet desteği beklemiyorduk, ama sanatçıların çok ciddi şekilde zorlandığı iki yılın ardından bu kadar çok konser, tiyatro, festival yasağını da öngörmemiştik. 2022’nin daha ilk günlerinde Erdoğan’ın Yeditepe Bienali’nde yaptığı konuşma, yılın devamında yaşanacakların habercisi niteliğinde idi. Şöyle demişti Erdoğan: “Günümüzde sıkça karşılaşıyoruz. Özellikle medya mecraları üzerinden tüm dünyaya boca edilen batı menşeili kültür sanat eserleri içine yerleştirilen mesajların amacı var. Bu amaç masum değil. Her türlü sapkınlığı, ahlaksızlığı ve marjinalliği sanat adı altında normalleştirme gayesi taşıyan sinsi saldırıya karşı imkânlarımızı devreye almalıyız.”
Popüler İsimlere Konser Yasakları
Kültür-sanat dünyası 2022’de önceki yılla karşılaştırıldığında çok daha fazla sansür ve yasağa maruz kaldı. Öte yandan 2022’yi ayırt eden nokta popüler isimlerin hedef alınması ve haliyle karşı çıkışların popüler alana da sıçraması oldu. Bu vesileyle toplumun geniş bir kesimi, yasaklamaların yanında ya da karşısında yer alacak şekilde bu tartışmanın içine çekildi. Bunun, toplumdaki kutuplaşmaları derinleştiren bir etkisi olduğuna şüphe yok.
Ocak ayında Sezen Aksu’nun 5 yıl önce yayınladığı bir videodaki şarkı sözünden cımbızlanan bir satır üzerinden hedef gösterilmesinin ardından, Sezen Aksu’ya yönelik sosyal medya üzerinden başlayan linç kampanyası, lümpen grupların sanatçının evinin önüne giderek kendisini tehdit etmesine kadar dehşet verici boyutlara ulaştı. Gülşen önce yeni bir albümünün kapağındaki kıyafeti nedeniyle hedef gösterildi. Gülşen’in dik duruşuyla bu süreçten güçlü çıkması, kendisine yönelik daha büyük bir saldırıyı getirdi. Önce Şile’de vereceği bir konser engellendi. Daha sonra kamuya açık olmayan bir alanda söylediği bir sözün sosyal medyaya sızdırılmasıyla açılan dava jet hızıyla sonuca bağlandı ve Gülşen cezaevine yollandı. Melek Mosso’nun Uluslararası Isparta Gül Festivali kapsamında vereceği konser iptal edildi. Konserin yasaklanmasının nedeninin Mosso’nun giyim tarzı olduğu dile getirildi. Kadın sanatçıların kostüm seçimleri hatta gündelik hayattaki giyim ve söylemlerine dönük baskılar, toplumun bütününe sınırları çizilmiş bir ahlak anlayışının dayatılması için kullanıldı.
İranlı sanatçı Mohsen Namjoo da yasaklardan nasibini adı ve Müdafaa-i İslam Hareketi ile Diyanet ve Vakıf Çalışanları Sendikası ve başka kurumların Namjoo’yu Kur’an’a hakaret ettiği gerekçesiyle hedef göstermesi üzerine Türkiye turnesinin bilet satışları herhangi bir gerekçe gösterilmeden durduruldu. Namjoo’nun kendisini anlattığı ve savunduğu açıklamaları bu kararı değiştirmedi. Edip Akbayram’ın Karadeniz Ereğli’de gerçekleşecek olan konseri valilik talimatıyla Amasra’daki maden kazası gerekçe gösterilerek iptal edildi.
Festival Yasakları
Mayıs ayında Eskişehir’de düzenlenecek olan Anadolu Fest’in Eskişehir Valiliği tarafından yasaklanmasıyla başlayan festival yasakları yıl boyunca devam etti. Uzun yıllardır yapılan Zeytinli Rock Festivali, Burhaniye Kaymakamlığı tarafından iptal edildi. Tunceli’de Munzur Kültür ve Doğa Festivali, Zonguldak’ta Kozlu Müzik Festivali, Balıkesir’de Kazdağı Ekoloji Festivali, Ankara’da ODTÜ Bahar Şenliği, Muğla’da Milyon Fest ve Çağdaş Fest iptal edilen etkinlikler arasında yer aldı. Bursa’da Nilüfer Belediyesi’nin düzenlediği müzik festivali de açılışını yapacağı gün Nilüfer Kaymakamlığı tarafından yasaklandı. Nilüfer Belediye Başkanı’nın görüşmelerinden sonra festivale izin verildi ama içki satışı yasaklandı.
Biletleri aylar öncesinden çıkan konser ve festivallerin kısa süre kala iptal edilmesi organizasyon şirketlerine büyük zararlar yaşattı. Tüm dünyada olduğu gibi Türkiye’de de festivaller ağırlıkla içki sponsorlarıyla gerçekleşebiliyor. Son dakikada yapılan yasaklamalar, önümüzdeki yıllarda sponsorluk anlaşmalarını ve dolayısıyla festivallerin organizasyonunu engelleyecek boyutlara gelmiş durumda. Özellikle gençler için farklı müzisyenleri tanıma, çok farklı illerden gelen yaşıtlarıyla tanışma, eğlenme, öğrenme, özgürleşme imkânı sağlayan festivallerin iptalleri, bir yandan da müzisyenlerin ve müzik emekçilerinin gelir olanaklarını kısıtlıyor. Festivaller, sürekli kutuplaşan bir toplumda gençlerin birbirini anlamalarına, dinlemelerine de olanak sağlıyor. Festival yasakları gençleri oldukça zengin bir deneyimden mahrum bırakıyor.
Etnik Kimlikler, Anadolu Dilleri ve Konser Yasakları
Anadolu’nun farklı dillerinde şarkılar söyleyen müzisyenler de yasakların hedefindeydi. 2022 yılı boyunca Trabzon, Denizli ve Bostancı’da Apolas Lermi, İzmit ve Bursa’da Aynur konseri, Muş’ta Metin Kemal Kahraman, İstanbul Pendik’te Niyazi Koyuncu, Bursa’da İlkay Akkaya konseri engellendi. Zafer Partisi Genel Başkanı Ümit Özdağ ile kendilerini ülkücü olarak tanımlayan kişilerin hedef göstermesinin ardından Matthaios Tsahouridis’in Trabzon’daki konseri de gerçekleşmedi. Kültür Bakanlığı tarafından organize edilen Kültür Yolu Festivali programında yer alan Ara Malikian konseri bir gerekçe gösterilmeden iptal edildi. Çok-kültürlü bir sanat ortamını engelleyen müdahalelerle, 2022 yılında daha sert ve daha yoğun bir şekilde karşılaşmaya başladık. Farklı dillerde şarkılar söyleyen müzisyenlere dönük yasaklamalar, toplum nezdinde bu müzisyen ve dilleri potansiyel suçlu damgası vurarak itibarsızlaştırma çabalarının sonucu olarak değerlendirilebilir.
Türkiye’de sık sık geri dönülen etnik kimlikleri ve Anadolu dillerinin kamusal alandaki varlıklarını potansiyel terörizm olarak yaftalayarak itibarsızlaştırma ve toplumu kutuplaştırma stratejisi 2022 yılı boyunca iş üstündeydi. Bu stratejiyi boşa çıkarmak üzere bu müzisyenler çeşitli belediyelerin festivallerine davet edildi, biletli konserleri seyircilerden ilgi gördü. Bunlar önemli olmakla birlikte yine geçen yılki yazılarımızda belirttiğimiz gibi bu konuda kültür-sanat camiası içinden de daha yoğun bir çabaya ihtiyaç var.
Bir yazımızda bunu şöyle ifade etmiştik:
Ayrıca festivaller örgütlenirken ne derece çeşitliliğe açık bir süreç işlediğini de sorgulamak gerekiyor. Örnek vermek gerekirse Zeytinli Rock Festivali ve Keçi Fest’e davet edilmiş Kürtçe müzik yapan bir grubun olmayışı önemli bir belirti. Kültür-sanat etkinliklerinde demokrasi talebinde bulunurken etkinlik organizasyonunda anti-demokratik ve çoğulculuğa ters adımlar atılmaması gerekiyor.
Yasaklamalar Nasıl Gerçekleşti?
Hangi konserin neden yasaklandığını sıraladığımızda tablo büyük ölçüde ortaya çıkıyor. Yeni Şafak gazetesi Sezen Aksu’nun beş yıl önce yayınlanan şarkısının sözlerini hedef gösterdi. Sezen Aksu’ya sosyal medya üzerinden ve kapısına dayanarak gerçekleştirilen linç girişimleri böyle tetiklendi. Müdafaa-i İslam Hareketi ve Diyanet ve Vakıf Çalışanları Sendikası Mohsen Namjoo’nun şarkılarının Kuran’a hakaret içerdiğini iddia etti. Isparta’da Milli Gençlik Vakfı Melek Mosso’nun giyim ve yaşam tarzını hedef gösterdi. İlim Yayma Cemiyeti Burhaniye Şubesi, Eğitim Bir Sen Burhaniye Şubesi, İnsan Hak ve Hürriyetleri İnsani Yardım Vakfı (İHH) Burhaniye Şubesi, Diyanet Sen Burhaniye Şubesi ve Türk Kızılay Burhaniye Şubesi, ortak basın açıklamasıyla Zeytinli Rock Festivali’nin yapılmasına karşı olduklarını duyurdu. Festival Balıkesir Burhaniye Kaymakamlığı tarafından yasaklandı. Yasağın gerekçesinde “kamu güvenliği ve sağlığı, toplumun huzuru, çevrenin korunması” maddelerine yer verildi. 1-4 Eylül arasında düzenlenmesi planlanan “Milyonfest Fethiye” yasaklandı. Muğla Valiliği yasaklama kararını, festivalin “ekolojik dengeye zarar verebileceği” gerekçesine dayandırdı.
2022 yılı boyunca LGBT+ etkinlikleri yasaklandı
Türkiye’nin hemen hemen bütün illerinde Onur Yürüyüşleri, Onur Haftası etkinlikleri yasaklandı. Daha önce de belirttiğimiz gibi LGBTİ+ gündemiyle uzaktan yakından ilişkilenen sanatsal ürünler ve etkinlikler benzeri bir süreci yaşadı.
Milat Gazetesi, 2006 yılında kurulan Tarlabaşı Toplum Merkezi’ni hedef gösterdi. Halen kapatılma davası süren merkez için gazete şu ifadeleri kullandı: “…sapkınlıklarıyla bilinen Beraberce Derneği, KAOS GL gibi LGBTİ+ dernekler de ortak çalışıyor, programlar düzenliyor. Sosyal medyadaki LGBTi+ hesaplar tarafından da desteklenen merkez, çocuklarla birlikte çıkardığı ‘Parlayan Çocuklar’ adlı dergide LGBTi+ ve PKK propagandası yapıyor, erkek çocuklarını etek giymeye, prenses olmaya teşvik ediyor…”
Karalanan dernek ve etkinliklerin tıpkı konser ve festival yasaklamaları gibi milli ve ahlaki değerler şemsiyesi altına sığınılarak hedef gösterildiği belirtilebilir.
Yazılarımızda bu iptalleri şu şekilde değerlendik:
Müzik ve sanat festivallerinin 90’lı yıllarla birlikte ülke çapında hem nitelik hem de nicelik anlamında çoğaldığına tanıklık ettik. Yakın dönemdeki yasak ve baskılara bakacak olursak Türk- İslam ideolojisinin kültür-sanat alanında kendi hegemonyasını kurma anlamında bir kriz yaşadığını, bu krizi de yasaklamalar yoluyla aşmaya çalıştığını söylemek yanlış olmaz. İktidar belirgin bir şekilde ülkedeki kültür-sanat iklimini 80 darbesi sonrasının çoraklığına dönüştürme gayretinde.
Türk-İslam ideolojisine dayanan mevcut iktidarın kültür-sanat üzerindeki hegemonya kurma çabası uzunca bir süredir kültür-sanat gündeminde önemli bir yer teşkil ediyor. Ancak bu gayretin başarıya ulaştığı söylenemez. Bir dönem seküler çevrelerden eleman ve alan devşirme, biat ettirme üzerinden ilerleyen hegemonya çabası söz konusuyken artık bundan vaz geçilmiş görünüyor. Devletin imkanları, tarikatların rızası doğrultusunda kültür-sanat üretimlerini baskılama ve yasaklama konusunda seferber ediliyor. Bu her ne kadar şiddetini artıran bir baskı rejimi olarak zuhur etse de esasında iktidarın kültür-sanat alanındaki zayıflığını gösteriyor.
“Alkol tüketiminin, zina, eşcinsellik ve dejenerasyonun yaygınlaştırılması” gibi gerekçelerle; “dini değerler, milli duygular gibi hassasiyetlere” dayanarak uygulanan bu yasaklamalar belirgin biçimde seküler yaşam tarzına getirilen kısıtlama ve baskı olarak değerlendirilmeli. Bu kısıtlamanın gerçekleşmesi şu saiklerle olabilir: seçim öncesinde AKP tabanının rızasını kazanmak, seküler kesimin ne kadar ses çıkaracağını test etmek, altılı masadaki iki muhafazakâr partinin tabanına oynayıp altılı masayı dağıtmak, seçim evveli OHAL atmosferi yaratmak ve demokratik süreçleri çıkmaza sürüklemek. Bunlardan biri, birden fazlası veya hepsinin birden hedeflendiği düşünülebilir. Ancak en temelde rejimin çıkmaza sürüklendiği ölçüde seküler kültür-sanat üzerinde baskı kurmayı bir strateji haline getirdiğini söyleyebiliriz.
Öte yandan Kültür Bakanlığı tarafından büyük paralar aktarılarak organize edilen Kültür Yolu Festivallerinin, iktidar cephesinin kültürel alandaki temel etkinliği olduğunu söylemek mümkün. Bu noktaya aşağıda tekrar değineceğiz.
Yasaklara Tepkiler
Yine popüler alanın, özellikle seküler kesimin tepkilerinin bayrağını taşıdığını söylemek yanlış olmayacaktır. Tüm bu hedef gösterme girişimleri ve konser yasaklarına güçlü tepkiler geldi. Sezen Aksu, Gülşen, Melek Mosso için yoğun bir sanatçı ve kamu desteği oluştu. Bu tepkilerin çoğunlukla sosyal medya üzerinden ilerlediğini belirtebiliriz. Ne var ki, sanatçılarla dayanışma ve sanatçıların kendi arasında dayanışma ağlarının çok güçlü olmadığını da eklemek gerekiyor. Örneğin, Moda Sahnesi’nin yüksek elektrik faturasını ödememe eylemi, bazı grupların oyunlarını elektrik olmadan sahne yanından taşınabilir aydınlatma araçları ile oynaması ve seyircilerin bu oyunlara bilet almasıyla bir süre devam etti. Ancak başka sahneler benzer bir eylem biçimini sürdürmedi.
Sanatçıların ve festivallerin engellenmesine siyasi partilerden de tepkiler geldi. Kılıçdaroğlu yasaklama kararlarını kınadığını belirten bir açıklama yaptı. Ancak bu konunun CHP’nin temel siyasi eylem planlarından biri haline geldiğini söylemek maalesef mümkün değil.
Tarkan’ın “Geççek” şarkısı seküler muhalefeti ferahlatan bir etki oluşturdu. Şarkı bu yazı yazılırken 72 milyondan fazla tık almıştı. Yine Tarkan’ın 9 Eylül İzmir konseri yoğun bir katılımla toplumsal tepkinin açığa çıktığı bir etkinlik olarak tarihe geçti. 2022 yılının Film Festivallerinde ödül kazanan yönetmen ve oyuncuların ödül konuşmaları da tepkilerin kamusallaştığı alanlar oldu.
1000’den fazla müzisyen bir araya gelerek Müzik Susmayacak! bildirisini imzaladı ve kamuyla paylaştı. Bu müzisyenler sonrasında birlikte bir video hazırlığına başladı.
Yıl boyunca farklı yazılarda tepkileri ve bu baskılara direnen sanatsal üretimleri şu şekilde ele almıştık:
Seküler direnişin pop müzik alanını önemli ölçüde etkilediği bir dönemi yaşıyoruz. Gülşen ve Reyhan Karaca’nın LGBTİQ+ bayrağını konser performanslarının bir unsuru haline getirmeleri, Mabel Matiz’in iki erkeğin yakınlaşmasını içeren “Karakol” klibi, Tan Taşçı’nın hem Türkiye hem de dünyadaki insanlıktan çıkma hallerini sorguladığı “Zor İşimiz Zor” klibi gibi örnekleri çoğaltmak mümkün. Geçtiğimiz dönemlerde Sezen Aksu’nun yazdığı şiir ve Tarkan’ın “Geççek” şarkısı da benzeri bir şekilde gündeme gelmişti. Seküler kesimin mevcut baskılara karşı itirazını dillendirmek, popüler olmanın bir unsuruna dönüşmeye başlıyor. Bunun kültür-sanat açısından önemli bir gelişme olduğunun altını çizelim.
…
Sanatsal alanda son yıllarda yaşanan onlarca hak ihlalinin, saldırı, baskı ve hapis cezalarının ciddi bir biçimde irdelenmesi gereği açık. Sorunun çözümü sadece iktidarların değişimlerinde değil, aynı zamanda sanatın kendi alanını özgürleştirecek yeni modeller geliştirmesinde yatmakta. Bu da sanatçıların kendi taleplerini net olarak belirleyip bunu kamuoyunun önüne koymasıyla ve bu talepler temelinde yaratıcı, katılımcı, caydırıcı mücadele teknikleri geliştirebilmesiyle gerçekleşebilecek.
Hukuki mücadelenin sürmesi gerektiği tartışmalarımızda öne çıkardığımız bir nokta idi.
Somut direniş biçimlerinden biri de hukuki mücadele. Anayasa Mahkemesi’nin bu dönemde başka bir konuda verdiği bir karar, festival yasakları konusunda mücadele yürütenlere umut verecek türden. Anayasa Mahkemesi, “müstehcen” kitap bastığı gerekçesiyle cezalandırılan bir yayıncının ifade özgürlüğünün ihlal edildiğine hükmetti. Yüksek Mahkeme, kararında; “Açıklanan ve yayılan bir düşüncenin kişiler ve toplum açısından değerli-değersiz veya yararlı-yararsız biçiminde ayrıştırılması -sübjektif unsurlar ihtiva edeceğinden- ifade özgürlüğünün keyfi biçimde sınırlandırılması tehlikesini doğuracaktır” değerlendirmesini yaptı. AYM’den bu tür kararların çıkabiliyor olması hukuki mücadelenin gereksiz ya da sonuçsuz bir direniş biçimi olmadığını gösteriyor.
Tiyatrolar: “Ayakta Kalma Savaşı Değil, Hayatta Kalma Savaşı”
Tiyatro alanında görülen baskı ve sansür politikalarına yönelik mücadeleler geçtiğimiz sene içerisinde süregelen önemli bir gündemdi. Ocak – Şubat aylarında yaptığımız değerlendirmelerde bu politikalarla mücadele kapsamında çeşitli etkinlikleri sıralamıştık. “Kamusal Tiyatro” platformunun 27 Mart Dünya Tiyatrolar Günü’ne yönelik tasarlamış olduğu etkinlikleri de bu bağlamda değerlendirdik. Ancak baskı ve yasaklara dair geriletici veya caydırıcı mücadele yöntemleri bulmak 2022 yılında da kolay değildi. Mücadele yöntemleri bulmanın yanında bunların örgütlü bir şekilde sürdürülebilir hamleler olması gerektiğinin altı çizildi. Kültür-sanat üretimleri ise nitelik, nicelik ve özgür bir ortamda üretim anlamında zor dönemler yaşadı. Bunu dikkate aldığımızda baskı ve sansürün yanında “oto-sansür” engelinden de çokça bahsettik. Tiyatro grupları, yaptıkları ortak açıklamalarda bile “temkinli” olmakta fayda gördü.
Peki bu mücadele ne tür baskı ve yasaklara karşı ortaya kondu? Örneğin bazı tiyatrolar devlet desteği alamazken bunun gerekçesi olarak “örf ve adete uygun oyun yapmamaları” gösterildi. Aslında burada yandaş bir tutum sergilemeyen tiyatrolar örf ve âdet kisvesi altında politik tutumlarına yönelik yaptırımlarla karşılaştı. Kültür Bakanlığı’nın buralardaki destek kriterlerinin muğlaklığı birçok özel tiyatronun destek alamamasına sebep oldu. Yönetmeliğin yanında süreçlerin nasıl işletildiğinin de kritik olduğunu söylemek mümkün.
65 yaş üzeri oyuncuların sahneye çıkmasına yönelik yasaklamalar görüldü. Temel hak ve özgürlüklerin yanında akıl ve mantık çerçevesinde değerlendirildiğinde de bir sonuca ulaşmanın mümkün olmadığı bu uygulamaları 2022’de “tiyatro sanatını çölleştirecek uygulamalar” olarak değerlendirdik:
Bir dönem Devlet Tiyatroları’nda genel müdürlük ve başrejisörlük yapan, yazar, çevirmen, yönetmen ve oyuncu Yücel Erten’e göre 65 yaş üstü oyunculara getirilen yasak, ‘Mevcut iktidarın uzun süredir sanat alanlarına ve kurumlarına savaş açmış gibi görünen davranışının bir başka fotoğrafı.’ Ve yine Erten’e göre sanatçılarımız, bu tür konularda ortak akıl geliştirip topluca tepki göstermedikçe çözüm üretmek yerine, yine avlanmaya devam edecekler.
Bağımsız tiyatrolar ise ülkenin içerisinde bulunduğu ekonomik krizi “Bizimki artık bir ayakta kalma savaşı değil, hayatta kalma savaşı” şeklinde değerlendirdi. 2022’de 608 özel tiyatrodan 503’ü kapandı. Sanat kurumları halkla beraber ülkede artan enflasyonu ve derinleşen ekonomik krizi ağır bir şekilde yaşadı. Ülke genelinde yaşanan bir sorun olan elektrik faturası miktarlarının ödenemeyecek boyutlarda olması krizi ise sanat kurumlarının tepkisiyle karşılaştı. 2022’de çokça bahsettiğimiz üzere Moda Sahnesi krizin faturasını ödemeyi reddederek 7 bin liradan 20 bin liraya çıkan faturalarını ödemeyerek protesto etti. Bu protestoya diğer sahnelerden etkili bir katılım gözlenmedi. Elektriği kesilen Moda Sahnesi’nin faturasının bir süre sonra başka bir kaynak tarafından ödendiği öğrenildi. Pandemi sürecinde de zor süreçler geçiren sahneler Kültür Bakanlığı’ndan ve devletten gerekli desteği göremedi. Bu sebeple “Sanata ve sanat eğitimine erişimin güçleştiği, sınıfsallaştığı ve bir lüks hâline dönüştüğü” de değerlendirmelerimiz arasındaydı.
Bunların yanında belediye salonlarına lisanslı oyun etiketiyle yapılan tiyatro alımlarında genellikle iktidar çevresine yakın tiyatrolar birden fazla oyunla yer alırken bağımsız tiyatroların neredeyse hiç yer bulamadı. Bu durum “kültür-sanat alanında iletişim kurulan kitlenin katılımına ve katkısına açık, şeffaf ve sorgulanabilir bir yapılanmadan uzaklaşılıyor mu” sorusunu da akla getirdi.
Mart ayına geldiğimizde Cizre Kaymakamlığı Mem û Zîn oyununu gerekçe göstermeden yasakladı. Oyuncular sendikas bu uygulamanın sansür olduğunu vurguladı. Şavşat Kaymakamlığı ise benzer bir sansür uygulamasıyla Halk TV’de bir programı Orhan Aydın’ın yer alması gerekçesiyle yasakladı.
Sansürler Nisan ayı ve sonrasında da devam etti. Mersin’de Amed Şehir Tiyatrosu’nun Kürtçe oynayacağı Tartuffe oyunu “kamu düzeni ve güvenliğini bozacağı” gerekçesiyle gösterimden 20 saat önce iptal edildi. Bu yasakları geçtiğimiz yıl “yaklaşan seçimlerin etkisiyle AKP-MHP koalisyonunun seçmenine verdiği bir mesaj” olarak yorumlamıştık:
Geçtiğimiz yıl yaptığımız değerlendirme şu şekildeydi: “Özellikle milli kimliğe saldırı olarak yorumlanabilecek bu konserlerin iptal edilmesi ve yasaklanması söz konusu partilerin milli ve dini değerlere sahip çıktığını göstermek için alınan hamleler olarak okunabilir. Aynı zamanda bu uygulamaların cinsiyetçi bir yaklaşım barındırdığını belirtmek de mümkün. Ahlaki değerlere sahip çıkmak için yasaklandığı söylenen konser ve festivaller özellikle kadın sanatçıları hedef alıyor. Bir bakıma seküler kesimin buluşma noktası olarak değerlendirilebilecek bu kültür-sanat faaliyetlerinin yasaklanıyor olması buluşma alanlarının kısıtlanması anlamına da geliyor. Bu noktada meslek örgütleri bir kez daha önem kazanıyor. Bu tür yasaklamalar karşısında hukuki olarak neler yapılabileceği sanatçılar ve sanat çevreleri tarafından ciddiyetle ele alınmalı.
Bu yıl seçimler iyice yaklaşmışken kültür-sanat alanında bizi nasıl uygulamalar bekliyor, göreceğiz. Bunun yanında aday partilerin kültür sanat alanında neler vaat ettiğini de takip edeceğiz.
Hakkari’de valilik tüm tiyatro, konser ve gösterilere yönelik “devlet ve milletin bölünmez bütünlüğü, milli güvenlik ve kamu düzeninin korunması” amacıyla uyguladığını duyurarak 15 günlük yasak getirdi. 16 Ekim’de Bursa’da gerçekleşmesi planlanan Medea’ya Göre Ahlak oyununun gösterimi sakıncalı bulunduğu için iptal edildi.
İktidarın Kültür-Sanat Atakları Kültür Yolu Festivalleri: Artwashing Tartışması
İktidar cephesi 2021’de gerçekleştirdiği ve kültür-sanat camiası ve eleştirmenlerden büyük tepki alan Beyoğlu Kültür Yolu Festivali’nden oldukça memnun görünüyor. Beyoğlu Kültür Yolu olarak yeniden adlandırılan güzergâh, en kısa özetiyle Beyoğlu’ndaki kültürel varlıkların tarihi anlam ve değerlerinden koparılarak yapılan restorasyonlar ve bu alanların kendi tarihi geçmişlerindeki işlevlerinin yok sayılarak alışverişe hizmet edecek şekilde yenilenmesi nedeniyle eleştirilmişti. Festival, bu güzergâh üzerinde, Galata’ya yanaşan turist gemilerini de hedefleyecek şekilde çok çeşitli sanatsal aktiviteyi bir araya getirdi. Sanat camiası içinde bu festivale katılanlar, iktidarın Beyoğlu’nu açık bir AVM’ye çevirme stratejisini meşrulaştırmaya katkıları nedeniyle yoğun bir şekilde eleştirildi. Ancak, iktidar bu festival modelini kendi kültürel eylem modeli olarak benimsedi ve 2022 yılında bu festival Beyoğlu’nda tekrar yapıldığı gibi Ankara, Diyarbakır, Çanakkale, İzmir, Adana ve Konya’ya da taşındı.
Beyoğlu Kültür Yolu Festivali’nin ikincisi, aralarında yeni Atatürk Kültür Merkezi, Taksim Camii, Grand Pera AVM, Narmanlı Han ve Paket Postanesi’nin de bulunduğu birçok ticari ve kamusal mekânda yer alan “müzikten edebiyata yüzlerce etkinlik ”ten oluşuyor. Bu festivalin bir kez daha düzenleniyor, bireysel ve kurumsal katılımcı sayısının ise giderek artıyor oluşu tepki ile karşılandı. Kültür Yolu’nun ilk edisyonuna yöneltilen eleştirilerin ciddiye alınmamış olması kültür-sanat alanının “yeni” Beyoğlu’nun artwashing’le meşrulaştırılmasına aracı olmayı büyük ölçüde kabul ettiğini gösteriyor.
Diyarbakır’daki festivalin tıpkı Beyoğlu gibi kültürel dokusundan tamamen farklılaştırılarak yeniden inşa edilen ve burada ölenlerin acısının toplumsal vicdanda halen tazeliğini taşıdığı Sur bölgesinde yapılması ise Diyarbakır Kültür Yolu Festivali’ne dair tartışmaları bambaşka bir yere taşıdı.
Sur Yolu Kültür Festivali, Kültür Bakanlığı tarafından 8-16 Ekim tarihleri arasında düzenleniyor. Birçok kesimin tepki gösterdiği festivale bir tepki de 2015 sürecinde Sur ilçesinde yaşanan çatışmalarda oğlunu kaybeden Ali Rıza Arslan’dan geldi. Yaşamını yitiren oğlu Hakan Arslan’ın kemiklerini 7 yıl aradan sonra bir torba içerisinde alan baba, insanlara organizasyona katılmama çağrısında bulunarak, “Halkımız bu festivale giderse bizleri bir kez daha öldürür”, dedi. Beyoğlu’nda cruise gemilerinin Karaköy kıyılarına yanaştığı döneme denk getirilen “Beyoğlu Kültür Yolu Festivali’nin bir devamı olan “Sur Kültür Yolu Festivali”, kamusal kaynağın ‘akıtılması’ suretiyle yani çok büyük devlet ödenekleriyle kotarılan hem çok “turistik” hem de maddi/manevi/ideolojik “yatırım” niteliği taşıyan festivaller olarak görünüyor. Katılımcılar da itina ile muhalif sesler çıkarabilecek isimlerden oluşturulmuyor; muhalif seslerin ‘çağırılmadıkları’ yahut ‘katılmadıkları’ sonucunu çıkarabiliriz.
Rusya-Ukrayna Savaşı: Ukrayna’ya Destek Etkinlikleri ve Rus Sanatçılara Dönük Cadı Avı
Rusya-Ukrayna savaşının başlamasının hemen ardından, sanatçılar çeşitli yardım kampanyaları ve konserler düzenledi ve bu kampanyalarda büyük rakamlar toplandı. Almanya’da düzenlenen bir yardım konserinde 12 milyon avro, İngiltere’deki konser ile 17 milyon dolar toplandı. Savaşla birlikte sanatın dayanışmacı yanına tanık olduk ama bir yandan da Rus sanatçılara dönük akıl almaz tavırlar söz konusuydu.
Batı’nın savaş karşıtı gerçek bir protesto göstermek yerine, sanatçılar ve sporculara yönelik yasaklamalar yoluyla savaşa karşı tepki gösteriyormuş gibi tutum takınması, sahte ve iki yüzlü bir tavır olarak değerlendirilebilir. Rusya’ya yönelik birçok alanda gündeme gelen yaptırımların bir parçası olarak Batı, sanatı araçsallaştırarak bu kadar da olmaz dedirten uygulamalara ırkçı bir tavırla imza attı. Rusya– Ukrayna savaşının başlamasının ardından tüm insanlığın ortak kültürel mirası ve değeri olan Dostoyevski ve Çaykovski gibi edebiyatçı ve müzisyenlerin eserlerinin eğitim müfredatından, konser programlarından çıkarıldığını, Rus sanatçıların taraf olmaya zorlandığını ve Vladimir Putin’i açıkça kınamaları için baskıda gördüklerini, birçok sanatçının görevlerine son verildiğini gördük. Bu durum karşısında açıklama yapmayı tercih eden Rus sanatçılar var. Rus sanatçılar bu tür açıklamalar yapmadıkları takdirde Batı’da iş yapamaz duruma geliyorlar. Aksi durumda ise ailelerini tehlikeye atmaları ve Rusya’ya dönememe ihtimalinin ortaya çıkması söz konusu. Hem Rusya hem de Batı’dan gelen bu baskıcı uygulamalar, Rus sanatçıları arafta ve oldukça zor bir durumda bıraktı, savaş karşıtı olmayan bir tavrın parçası yapılmaya çalışılarak tarafsızlık beyanı altında sanat engellenmeye çalışılıyor. Alexander Malofeev’in Kanada’da vereceği konserlerin organizatörler tarafından iptal edilmesi gibi, sanatçılar savaşı kınadıkları yönünde açıklama yapsalar bile iptaller gerçekleşebiliyor.
Bazı sanatçılar, savaşa tepki verdiklerini göstermek için Rusya’daki konserlerini iptal ediyor, müziklerine erişim izni vermiyorlar. Iggy Pop, 10 Temmuz’da Moskova’da vereceği konseri, şiddete karşı çıktığını ve Ukrayna’nın yanında olduğunu belirterek iptal etti. Rock grubu Pink Floyd, 1987’den sonra yayınladığı albümlerinin ve David Gilmour’a ait olan kayıtlarının Rusya’dan erişimini engelledi. Bu kararlar, savaş karşıtı bir tavır göstermeye çalışırken dinleyicilere bir nevi ceza verilmesi ve sanatçının kendi sanatını sansürlemesi gibi anlamlara da gelebiliyor. Savaş karşıtı ve barıştan yana tavrını sokaklarda gösteren Rus halkına destek vermek, dayanışmak ve konserlerde birlikte yüksek sesle “savaşa hayır” demek, kamuoyunda yaptırımı olabilecek politik bir tavır olarak tercih edilebilir, tartışılabilir.
Tüm bunlar olurken, Rusya’da savaşa karşı çıkan veya olan bitene “savaş” diyen sanatçılar, kendi ülkelerinde ağır baskılara maruz kaldılar.
Rusya’nın en büyük medya şirketlerinden biri tarafından yayınlanan listede yer alan Rus ve Ukraynalı sanatçıların radyo ve TV’ye çıkmasına izin verilmiyor. Spotify platformu Rusya’da dijital dağıtımı durdurmuş durumda. Podcast’lerde veya haber içeriklerinde savaş çığırtkanlığı yapılmasını engellemek için Rusya’daki ofis kapatılmış. Fakat bu eylemin tam tersi yönde de etkisi var: Rusya’da yapılacak savaş karşıtı üretimler de bu vesile ile Spotify’da yer bulamayacak. Savaş karşıtı seslerin çıkması zaten zorken dijital platformların kapatılması bir sorun daha yaratıyor.
…
Savaş bir gün sona erdiğinde kültür-sanat alanında yaşanan bu tahribatın nasıl giderileceği, küstürülen Rus sanatçılar ile ilişkilerin onarılıp onarılamayacağı bugün bir muamma.
Rus sanatçılara uygulanan ayrımcılık daha ziyade kurumsal yapıların içinden bir refleks olarak gelişiyor. Bu “iptal” kararlarını alanlar belediye başkanları; rektör, festival seçici kurulu, müze gibi yerlerin yöneticileri, yani kültür kurumlarının yöneticileri. Batı devletleri, Rus devletine yaptırım uygularken bu yöneticiler de Rus devletiyle özdeşleştirdikleri Rus kültürünü mahkûm ediyor görünüyorlar.
İklim Aktivistlerinin Sanat Eserleri Üzerinden Gerçekleştirdikleri Eylemler
İklim aktivistlerinin dünyaca ünlü müzelerde ve galerilerde gerçekleştirdikleri eylemler dünya basınında yer buldu. Just Stop Oil (Petrolü Durdurun) adlı çevre hareketi aktivistleri, İngiltere Kraliyet Akademisi’ndeki Leonardo da Vinci’nin “Son Akşam Yemeği”, Ulusal Galeri’de yer alan John Constable’ın “Hay Wain”, Manchester Sanat Galerisi’ndeki JMV Turner’ın “Thomson’ın Aeolian Arp”, Courtauld Galerisi’nde bulunan Vincent van Gogh’un “Çiçek Açan Şeftali Ağaçları” adlı tablolarına kendilerini yapıştırdılar. Extinction Rebellion (Yok Oluş İsyanı) adlı protesto grubundan iki kişi, Avustralya’da bulunan Victoria National Gallery’deki Pablo Picasso’nun “Kore’de Katliam” isimli tablosuna ellerini yapıştırdı. Just Stop Oil üyesi iki genç Londra National Gallery’deki Vincent van Gogh’un ünlü “Ayçiçekleri” eserine domates çorbası fırlatıp kendini duvara sabitledi. Almanya’da Letzte Generation (Son Kuşak) adlı çevreci grup üyesi iki kişi, Potsdam kentindeki Barberini Müzesi’nde sergilenen Fransız ressam Claude Monet’in “Les Mueles” (Saman Yığınları) serisinde yer alan bir eserine patates püresi attı. Just Stop Oil üyeleri, Madame Tussauds’daki Kral Charles ve Kraliçe Camilla’nın balmumu heykellerini çikolatalı pastayla kapladı. Yine Just Stop Oil üyesi 3 kişi Hollanda Lahey’deki Mauritshuis Müzesi’nde yer alan Johannes Vermeer’in “İnci Küpeli Kız” tablosunu hedef aldı.
“İnsanlar doğadan esinlenen sanat yapıtlarını korumak için gösterdiği özeni doğaya gösteriyor mu?” sorusunu soran eylemcilerin eylemlerini sanat eserlerine zarar vermeyecek çekilde tasarladıkları söylendi. Eylemlerle doğanın ve canlıların korunamadığı bir dünyada sanat eserlerinin anlamını sorgulayan sorgulayan grup acil olarak petrol çıkarımının ve kullanımının durdurulmasını talep etti. Görünürlük anlamında hedefine ulaşan bu eylemlerin asıl probleme ne kadar odaklandığını sorguladık ve tekil kaldıklarına dikkat çekerken eserlerin korunma dereceleri göz önünde bulundurulduğunda eylemcilere yönelik getirilen “vandallık” eleştirisinin de boşa düştüğünü değerlendirdik. Eylemlere dair değerlendirmemizi şöyle belirttik:
Rusya-Ukrayna Savaşı nedeniyle Avrupa’da kömüre dönme riskinin artmasıyla daha da anlamlı hale gelen bu eylemlerin sanat eserlerini barındıran müzelere de bir gönderme yaptığı düşünülebilir. Birçok ünlü sanat eserinin çokuluslu enerji şirketlerinin envanterinde bir kaleme ve karanlık odakların kara para aklama mekanizmalarının bir aracına dönüştüğü düşünüldüğünde bu eylemler daha da anlamlı hale geliyor. Bu eylemlere meşruiyet katan bir başka boyut da eyleme sahne olan müzelerin çoğunun büyük bağışçıları arasında dev enerji şirketlerinin olması. Öte yandan, bir görüşe göre, bu eylem biçiminin meşruiyet kazanması ilerde “kötü niyetli” ve gerçekten sanat eserlerine zarar verebilecek başka eylemlerin önünü açma riski de taşımıyor değil. Ayrıca, bu eylemin hedeflemediği ama gerçekleşmesi mümkün bir diğer sonuç şu olabilir: İçinde bulunduğumuz yeni kapitalizm çağında saldırıya uğramış sanat eseri pekâlâ koleksiyonerler tarafından “kavramsal” bir kılıfa büründürülüp daha yüksek piyasa değerine ulaşabilir. İklim aktivistlerine dönük bir antipati oluşturma riski taşısa da bu eylemlerin iklim krizine yönelik bir farkındalık yarattığı söylenebilir. Geçmişte tekil örnekleri olsa da son günlerde yaygınlık kazanan bu eylemler yeni bir aktivizmin de habercisi gibi duruyor.
İran Gündemi ve Sanat Alanına Yansımaları
13 Eylül 2022’de, kıyafetleri İslam kurallarına uygun olmadığı gerekçesiyle gözaltına alınan 22 yaşındaki Jîna Mahsa Amini’nin, İrşad Devriyesi (Geşti Erşad) tarafından dövülerek katledilmesiyle İran’da kadınlar sokaklara döküldü. Kürdistan’da ateşlenen isyan kısa sürede bir kadın direnişine dönüşerek tüm ülkeye yayıldı. İsyanın ortak sloganı “Jin Jîyan Azadi” (Kadın, Yaşam, Özgürlük) oldu. İran’da çeşitli bölgelerde kadınlar ölümü göze alarak baş örtüsüz şekilde sokakta dolaşmaya başladı; baş örtülerini çıkararak yaktı ve özgürlüğün dansını icra etti. İran’lı kadınlar “şiddet ve ayrımcılık ortadan kalkana kadar sokaklarda kalacağız” demeye devam ederken, İran’daki isyan dalgası halk isyanına dönüştü. İran sokaklarında duvarlara Mahsa Amini’nin adı yazıldı. Duvarlarda kanlı el işaretleri, yazılamalar, grafitiler dikkat çekti. İran’daki isyana destek vermek üzere dünyada kadınlar saç kesme eylemi başlattı. Küresel saç kesme eylemine, Türkiyeli kadınlardan da destek geldi. Videolar çekilerek sosyal medyada yayıldı. Birleşmiş Milletler İran’da idam cezasının infaz edilmesini kınadı. İnsan Hakları Dermeği’nin (İHD) çağrısıyla Türkiyeden 357 sanatçı, aydın ve hak savunucusu 14 Kasım’da ortak bir açıklama yayınlayarak idamları kınadı. Eylemlere karşı ilk hafta sessiz kalan devlet ikinci haftadan itibaren isyana saldırıyla karşılık verdi; bir yandan da protestoları “dış mihraklı, işgalci, vandal” diyerek itibarsızlaştırmaya çalıştı. Gösterilerin ikinci haftasından itibaren sokaklara çıkan halka saldırılar başladı. Yüzlerce insan hayatını kaybetti. Binlerce insan gözaltına alındı, işkence gördü; yüzlerce de kayıp var. Tutuklanan bazı insanlara idam cezaları verildi. Herşeye rağmen, 2022’nin son günlerine gelindiğinde, isyan yayılmaya ve halk direnmeye devam ediyordu.
İsyanın temel özellikleri
İsyanın en önemli özelliğinin kadınların liderliğinde örgütlenmesi olduğunu söyleyebiliriz. Bunda geçmişi çok önceye dayanan kadın hareketi ve örgütlülüğünün büyük önemi var. 1979 Şah’ın diktatörlük rejimine karşı çıkan isyanda da kadınlar öndeydi. Devrimden sonra ilan edilen örtünme yasası aslında kadınlara yeni bir yaşam biçimi dayatmış oldu. Örtünme yasası önceleri devlet daireleri ile sınırlıydı ancak daha sonra tüm kamusal alanlarda geçerli hale geldi. Örtünme yasasında tanımlanan “hicap” ile sadece başörtüsünün biçimi tanımlanmıyor, hicap polisi istediği her şeyi bahane ederek size müdahale edebiliyor. Bu da 80’li yıllardan itibaren protestolara konu oldu. Örneğin; Masih Alinejad, 2014 yılında Facebook’ta #MyStealthyFreedom adıyla bir sayfa açarak İranlı kadınları zorunlu örtünmeye karşı çıkmaya ve başörtüsüz resim ve videolarını bu sayfaya göndererek yayımlamaya davet etti. 2016 yılının başlangıcıyla birlikte, yine Masih Alinejad’ın öncülüğünde İran’daki bu hareket Beyaz Çarşambalar hareketine evrildi. Bu aşamada kadınlar haftanın her çarşamba günü başörtüsüz görüntülerini sosyal medya üzerinden paylaşmaya ve zorunlu örtünmeye tepkilerini ortaya koymaya devam ettiler.
İran’da 29 Aralık 2017’de başlayan halk protestoları ise bu eylemlerin dünya çapında duyulmasına sebep oldu. İnkılap Meydanı Kızları adıyla tarihe geçen, Tahran’ın İnkılap Meydanı’nda genç bir kadının beyaz başörtüsünü salladığı görüntüler dünya çapında gündem oldu. Kadının tutuklanması üzerine protestoya başlayan İranlı kadınlar haftanın her günü İran’ın farklı noktalarından başörtüsüz resim ve videolarını sosyal medya üzerinden paylaşmaya başladılar. İran devletinin ve devlete bağlı radikal grupların sokaklarda zorunlu başörtüsüne karşı eylem yapan kadınlarla karşı karşıya gelmesi ve şiddet vakalarının artmasıyla birlikte kadınlar her alanda kamera kaydı yapıp sosyal medyada paylaşarak radikal grupları deşifre etmeye başladı. Böylelikle Kameram Benim Silahım (#MyCameraIsMyWeapon) hareketi şekillendi. 2022 başlarında kadınlar sosyal medya üzerinden zorunlu örtünmeye dair tecrübelerini anlatarak Hadi Konuşalım (#LetUsTalk) hareketini başlattı. Kadınlar başörtülü ve başörtüsüz fotoğraflarını ve videolarını paylaşarak zorunlu örtünmeye dair yaşadıkları tecrübelerini ve düşüncelerini anlattı. Geçtiğimiz yıl iki kadının beraber yaşaması nedeniyle aldıkları idam cezası ve Mahsa Amini’nin hayatını kaybetmesinin ardından İran’da kadınların başlattıkları eylemler bir halk isyanına evrildi.
İsyanın diğer önemli özelliği etnik, dinsel, sınıfsal farklılıkların bir kenara bırakılarak ortak bir zeminde birleşilmesi; katılım çeşitliliği ve bölgesel kalmayıp tüm ülkeye yayılmış olması. Kadınların önderlik ettiği bu halk isyanına önce gençler katılım gösterdi. Ardından Kürdistan, Belucistan ve Azerilerin yaşadığı bölgelerden büyük bir destek geldi. İran’ın önemli kentleri olan ve orta sınıfın çoğunlukla yaşadığı Tahran, İsfahan, Tebriz ve Şiraz’da gösteriler büyümeye başladı. Uzun yıllardır sessizliğini koruyan İran üniversite gençliği isyanın bir parçası haline geldi. Derken eylemler liselere hatta ortaokullara kadar yayıldı. Bir süre sonra Üniversitelerdeki öğretim görevlileri de öğrencilerini desteklediklerini açıkladılar. İran’ın önde gelen bazı aşiretleri aktif olarak olayların içinde yer almaya başladılar. Olaylar ikinci ayına girdiğinde işçi grevleri ve esnafın kepenk kapatma eylemleri de başladı. Yine İran’ın önde gelen sporcuları ve sanatçıları da isyanı destekleyen eylemler yapmaya devam ediyorlar. Özellikle sinemacılar göze çarpıyor. Dolayısıyla işçisi, köylüsü, orta sınıfı, öğrencisi, toplumun değişik sosyoekonomik ve sosyokültürel çevrelerinden insanların isyana büyük bir destek verdiği görülüyor.
Ortak talep rejimin yıkılması ve demokratik bir İran Cumhuriyetinin kurulması. Bundan önceki isyan dalgalarında genellikle siyasal ya da ekonomik talepler dile getirilmiş iken, bu kez doğrudan İslam rejimi hedef alınmakta. Halkın gösteriler sırasında İslam rejiminin simgesi olan her şeyi tahrip edip yakması bunun işareti. İslam rejimi açısından dokunulmaz olarak algılanan Humeyni’nin resimleri yakılmakta, İran İslam Cumhuriyetinin bayrakları indirilmekte, “Humeyni’ye ölüm”, “Hamaney’e ölüm”, “İslam rejimi istemiyoruz” sloganları atılmakta. İran’ın en muhafazakâr kentlerinde bile mollaların yetiştirildiği medreseler halk tarafından yakılıyor. Göstericiler ‘bu rejim değişmeden evlerimize girmeyeceğiz’ diyor.
Baraye Âzadî
İranlı müzisyen Shervin Hajipoor’un yazdığı Baraye Azadi şarkısı isyanın marşı haline geldi ve dünyanın çeşitli yerlerindeki müzisyenler bu şarkıyı seslendirerek destek mesajları verdi. Çalışmalarını İzmir’de sürdüren müzik grupları Ahura ve Praksis de İran’daki halk isyanını konu alan bu şarkıyı yeniden düzenleyerek kaydetti ve video-klip ile birlikte yayınladı. İngiliz rock grubu Coldplay’in Baraye Azadi yorumu özellikle kendinden söz ettirdi. Peki şarkının arkasında nasıl bir hikaye yer alıyor? Baraye kelimesi Farsça’da “için” ya da “nedeniyle” anlamına geliyormuş ve sözler birebir olarak İranlıların sosyal medya mesajlarından oluşturulmuş. Tüm o mesajlar “baraye” kelimesi ile başlıyormuş. Şarkı sözlerinin Türkçe çevirisi şöyle:
Özgürlük İçin
sokaklarda dans edebilmek için,
öpüşürken korktuğumuz için,
kız kardeşim için, kız kardeşin için, kız kardeşlerimiz için,
çürümüş zihinleri değiştirmek için,
sefaletten utandığımız için,
sıradan, normal bir hayat özlemimiz için,
çöp karıştıran çocuklar ve hayalleri için,
bu baskıcı ekonomi için,
bu kirli hava için,
valiasr caddesi ve solan ağaçları için,
pirooz (çita) için, neslinin tükenmesi ihtimali için,
yasadışı masum köpekler için,
durmayan gözyaşları için,
bu anı tekrar tekrar yaşadığımız için,
gülen yüzler için,
öğrenciler ve onların geleceği için,
bu zorlanmış cennet için,
tutuklu, aydın öğrenciler için,
afgan çocuklar için,
bu “için”ler bitmediği için,
tüm bu anlamsız sloganlar için,
sahte binaların yıkılışı için,
huzuru hissedebilmek için,
bu uzun gecelerden sonraki güneş için,
endişe ve uyku ilaçları için,
erkekler, memleket, refah için,
erkek olmak isteyen o kız için,
kadınlar, hayat ve özgürlük için,
özgürlük için,
özgürlük için,
özgürlük için.