-Edinburgh Festivalleri’nden Notlar-

Eric Hobsbawm’ın Parçalanmış Zamanlar: 20. Yüzyılda Kültür ve Toplum[1] kitabındaki bölümüne küçük bir ekleme yaparak yazıya başlamak isterim. “21. Yüzyılda Festivaller Neden (Hâlâ) Düzenlenir?” sorusu; hakikat-üstü çağda kutuplaşmaları güçlendiren dijital yankı odaları gölgesinde -ve hatta iklim krizinin yarattığı etkileri düşündüğümüzde- mübalağasız bir yangın yerine dönen dünyamızda geçerliliğini koruyor. Soruyu samimiyetle tekrar soralım: gerçekten neden ihtiyacımız var?

Bu sorunun yerel ve uluslararası ölçekte farklı cevapları bulunuyor. Hobsbawm sorusunu, festivallerin dönüşeceği formları konuşmak için, “21. Yüzyılda Niçin Festivaller Düzenlenir?” diyerek soruyor. Sanatın sadece kişisel bir deneyim değil, toplumsal, hatta bazen politik bir biçim alabileceğini belirterek yeni yüzyıla dair akıl yürütmesine devam ediyor.

Geçtiğimiz hafta UNBOXED: Creativity in the UK projesi kapsamında uluslararası bir delegasyonun parçası olarak Edinburgh’taydım. UNBOXED, Birleşik Krallık’ta sanat ve teknolojiyi birleştiren bir kamusal sanat projesi. Projenin uluslararası ölçekte de ele alınabilmesi için UNBOXED, British Council global ortaklığı aracılığıyla dünyanın farklı yerlerindeki festival yaratıcılarına yönelik bir uluslararası delege çağrısında bulundu. Delege çağrısı, dünyanın farklı yerlerinde müzik, kültür ve teknolojiyi birleştiren festivallerin küratörleri ya da bu faaliyetleri yürüten kurumların direktörlerine yönelikti. Mart 2022’deki WOW İstanbul deneyiminin ardından Beats By Girlz Türkiye direktörü olarak bu delegasyona seçilmek benim için oldukça heyecan vericiydi. Delegasyon kapsamında Edinburgh Fringe gibi global ölçekte markalaşmış festivalleri görme imkânım oldu. Ayrıca festivaller çağında, festival yaratıcılarıyla birlikte farklı deneyimleri ele aldığımız bir tartışma alanına sahip olabildik.  Bu süre zarfında sanatın -ve festivallerin- sahip olabileceği bu farklı anlamlar hafta boyu aklımın bir köşesindeydi. “Bazı tartışmalarla birlikte festivallere hâlâ ihtiyacımız var, çünkü…”  diyerek Edinburgh notlarıma başlıyorum.

Edinburgh Festivalleri Deneyimi

Edinburgh Festivalleri’ne birlikte katıldığım delegelerin ülkelerindeki festival ekosistemiyle ilişkisi oldukça çeşitliydi. Yarattığımız festivaller veya yönetilen yaratıcı mekanlar, kapsamları ve içerikleri bağlamında birbirinden farklıydı. Delegasyonun çeşitli arka planlardan (yaş, cinsiyet, cinsel yönelim, ülke, iş) oluşması, festivallerin bugününü farklı deneyimlere açık olarak tartışmamıza olanak sağladı.[2] Birlikte, Ağustos ayında farklı festivallere ev sahipliği yapan Edinburgh’un festivallerine katıldık.

Edinburgh Festivalleri’nin temel olarak bir Avrupa projesi olduğu söylenebilir. İkinci Dünya Savaşı’nın ardından 1947’de Hollanda Festivali, Edinburgh Uluslararası Festivali ve Festival d’Avignon “milletler arasında barış ve anlayış projesi” olarak kurulan festivaller olmuşlar.[3] Edinburgh Kitap Festivali Direktörü Nick Barley, kendisiyle yaptığımız oturumda bu üç şehrin (Amsterdam, Avignon ve Edinburgh), savaş sonrası Avrupa’yı temsil edecek yeni kültür-sanat başkentleri olarak seçildiğini anlattı. Sanatın kültürler arasında köprü kurma gücüne olan inancı simgelediğini belirtirken Brexit ve tüm dünyayı etkileyen pandemi sonrası, “şimdi birlikte” sloganıyla aslında festivalin 75. yılını konuştuğumuzu hatırlattı. Nick Barley’le buluşmadan önce, delegasyon içi bir oturumda ülkeleri etkileyen ekonomik ve politik istikrarsızlığı tartışmaktaydık. Türkiye’de yakın dönemde sıklıkla görmeye başladığımız festival yasakları ve ekonomik sorunların festival yaratıcılarını oldukça zorlayan bir gerçek olduğundan bahsettim -tahmin edersiniz ki, boyutları farklı olsa da yalnızca bize özgü olmayan problemleri de konuşmaktaydık. Sınır-ötesi dayanışma imkanlarını konuşurken bir bakıma hep birlikte yokuş aşağı sürüklendiğimizi fark ettim. Elbette, herkes aynı ölçüde bu kayışı kopmuş halin sorumlusu değil, fakat herkesin mustarip olduğu bir değişim çağında olduğumuzu kabul etmemiz gerekiyor. Ve evet, Avrupa’yla bağları siyasi olarak koparılmış, toplumsal kutuplaşmaları artmış ve kültürel olarak kabuğuna çekilmiş bir ülkede sanat festivali yaratıyor olmak, tek bir ülkenin derdi olamaz.

Malumunuz, Edinburgh Fringe’in tohumları aslında bir protestodan doğmuş.[4] Uluslararası Edinburgh Festivali’nde kendine yer bulamayan sekiz tiyatro kumpanyası birleşerek kendi festivalini yaratmış. Bu topluluktan yola çıkarak, 1958’de tiyatro grupları kendi Edinburgh Fringe Festival komitelerini oluşturmuşlar. Festival direktörü Shona McCarthy, Fringe Tiyatro Komitesi’nin prensip olarak gruplar ve oyunlar arasında bir ayrım yapmadan herkesi desteklediğini belirtti. Kendisiyle daha genç seyirci kitlesine erişim konusunu da konuştuk, İKSV’nin Tik-Tok’la yürüttüğü medya partnerliğinden de bahsettim. Benzer partnerliği bu yıl ilk kez Fringe de değerlendirmekteydi; erişim olarak çok çarpıcı bir kitleye ulaştıklarını belirtti. Fakat bu yeni dijital alanları nasıl değerlendireceğimizi, tanıtım stratejileri dışında da konuşmaya ihtiyaç olduğunu düşündüm. Fringe’te çok ilginç keşiflerin yanında vasat, turistik ya da gerçekten çok kötü işlerle de karşılaşabiliyorsunuz. Artık bu da Fringe deneyiminin bir parçası. Komedi, drama, stand-up, tek kişilik performanslar, dans, sirk gösterileri, müzikaller, kabareler, operalar, söyleşiler, konserler ve bir daha sürü içeriğe sahip bu festival, genel olarak izleyiciyi bir temaşaya davet ediyor aslında. Burada izlediğim performanslar ayrı değerlendirmeleri hak ediyor. Fakat benim için en çarpıcı olan noktaları kısaca özetleyebilirim.

Edinburgh’ta hem Fringe programından hem de uluslararası festival seçkisinden performanslar izledim.[5] Fringe’te temalar genel olarak şunlardı demek oldukça yanlış olur, çünkü program gerçek bir havuz. Küratöryel bir seçkiye sahip olabilmek için bazı mekanları takip etmek daha makul bir yol. Burada Dance Base, Zoo Southside ve Summerhall gibi mekanlar alternatif festival rotasını takip etmemize yardımcı oldu. İzlediğimiz performanslarda pandemi sonrasında bir araya gelme ve fiziksel olarak tekrar buluşmanın anlamını hissetmemek mümkün değildi. En şatafatlı prodüksiyonlardan en alçakgönüllüsüne, teknolojinin sahnelemeye içkin kullanımını da söylemem gerekiyor. Yalnızca bilgisayar teknolojisi değil, basit sahne-üstü buluşlarla da artık teknoloji, deneysel bir yaklaşımın ötesinde ses veya ışık gibi sahneye dair bir unsur haline gelmiş durumda. İzlediğim performanslarda oyunun bire bir parçası haline gelen müzik ve ses tasarımını gördükçe de “bir ihtimal daha var?” diye düşünmeden edemedim. Bir temenni notu olsun: Türkiye’de genç kuşak performerlar ve yaratıcılar olarak daha çok risk alabiliriz.

UNBOXED: Creativity in the UK Projesi Üzerine Notlar

UNBOXED: Creativity in the UK, Birleşik Krallık içerisindeki dört hükümetin (İngiltere, İskoçya, Kuzey İrlanda ve Galler) bir araya gelerek bilim, teknoloji, matematik, mühendislik ve sanatı birlikte kurgulayan çalışmaları desteklediği bir proje. UNBOXED kapsamında Birleşik Krallık içerisindeki farklı disiplinlerden yaratıcılara bir açık çağrı yapılmış. Yapılan açık çağrı sonucu seçilen gruplar, şehir merkezleri dışında sergilenmek üzere 10 adet kamusal sanat formu tasarlamışlar. Fakat projenin alâmetifarikası, yalnızca çıktısını gördüğümüz sanat çalışmalarında değil, aynı zamanda metodolojisinde yatıyor. UNBOXED, daha önceki kamu-destekli sanat projelerinde alışık olunan yolun biraz daha dışında kurgulanmış. Öncelikle projelere değil, farklı çalışma gruplarına yönelik bir açık çağrıyla yola başlanmış. Farklı çalışma gruplarının seçilmesinin ön-koşuluysa içerisinde mühendislik, bilim ya da teknoloji barındıran birden fazla kişinin bulunması, kişilerin daha önce birbiriyle çalışmamış olması ve ekip liderliğinin sanat alanından projeye katılan kişilerce yürütülmesi. Bu grup oluşturma yaklaşımı sanatçılar, mühendisler ve bilim insanları için yaratıcılığı teşvik etmek ve konfor alanlarının dışına çıkmak amacıyla dizayn edilmiş. Yaratıcı sanat eserlerinin tek bir -erkek, beyaz, heteroseksüel- dâhinin elinden çıkmak zorunda olmadığını vurgulamak için de grup çalışmaları teşvik edilmiş. Gruplar içerisinde de katılan kişilerin cinsiyet, toplumsal arka plan ve etnisite açısından çeşitlilik arz etmesine öncelik verilmiş.

Proje çıktısı olarak “kamusal sanat formu” diye nitelendirdiğim çalışmalar yaratıcı bir AR-GE süreciyle şekillendirilmiş. Gruplar günümüz sorunlarına sanatsal bir yanıt oluşturma hedefiyle bir araya gelmiş; bu yanıtı da temelde üç sac ayağıyla kurmaları talep edilmiş: Open, Original ve Optimistic. Projelerin açık kaynaklı bir şekilde kamuya açılması, farklı eğitim kurumlarında müfredat olabilecek içeriklere sahip olması ve proje deneyimlerinin tamamen ücretsiz olması önemli sayılabilecek adımlardan. Sonuç olarak bir arada olması beklenmeyen disiplinlerin yan yana durabileceği sanat çalışmalarının yaratılması teşvik edilmiş.

Proje metodolojik açısından ilham alınabilecek noktalar barındırsa da, üretilen kamusal sanat formları açısından tartışma barındırdığını belirtmek gerekir. UNBOXED’ın Theresa May’in 2018’de yapmış olduğu bir konuşmaya dayandığı, kamuoyunda tartışıldığı, Edinburgh Festivalleri esnasında da konuşuldu. Genel olarak Birleşik Krallık’ın Brexit süreciyle yakından ilişkilendirilen bu projenin, çok yüksek bir kamu yatırımına sahip olduğunu söylemeliyim. UNBOXED, genellikle yüksek bütçesi ve Brexit sonrasında daha içe kapalı bir Birleşik Krallık portresi bağlamında kamuoyunda tartışılsa da, içerisindeki bazı projelerin gelecek dönemlerde sürecek olması ve projelerin açık kaynaklı kurgulanması not edilmesi gereken konulardan. Festival delegasyonu olarak proje sahipleriyle tek tek tanışma ve projelerini konuşma fırsatımız oldu. Bahsettiğimiz bu tartışmalı durumları da belli bir ölçüde konuştuk. UNBOXED ekibi, içe kapalı bir kültür-sanat politikası ajandasının önüne geçmek için uluslararası delegasyonu da tartışmanın bir parçası haline getirmiş oldu. Bu bağlamda, kamu maliyesinin nitelikli ve doğru yönetiminin yalnızca belli coğrafyalara özgü problemler olmadığını bu örnekle birlikte tekrar hatırlamak gerekiyor. Bahsettiğim konuların yalnızca ülke-içi bir tartışma olarak kalmayıp açıklıkla öne sürülmesi demokrasi kültürü açısından oldukça önemliydi. Delegelerin tamamının British Council global partnerliği aracılığıyla seçildiği göz önüne alındığında, UNBOXED projesi kapsamında delegasyonu ağırlayan ekibin uluslararası ölçekte bir geri-bildirim mekanizmasına yönelik adım atmış olduğu söylenebilir. Bu sayede program içerisinde farklı iş birliklerini konuşmuş ve festivallerin geleceğini açıklıkla tartışma imkânı elde etmiş olduk. Ayrıca üretilen eserlerin, muhafazakâr beklentilerin çok daha ötesinde (oldukça uzağında) sonuçlandığını; bu yüzden de sanatsal olarak da farklı değerlendirmeleri hak ettiğini söylemeliyim.

Dreamachine Projesi

Bu küçük notla birlikte, özellikle Dreamachine projesinin ayrıca konuşmaya değer bir örnek olduğunu düşündüm. Dreamachine, kafanızın içinde ücretsiz yolculuğa çıktığınız bir deneyim. Çok temelde gözleriniz kapalı bir şekilde deneyimlediğiniz bir ışık ve ses gösterisi. Akustiği çok iyi dizayn edilmiş bir odada, ışık gösterileri eşliğinde bir müzikal eserle baş başa kalıyorsunuz. Gözleriniz kapalıyken ışığa ve sese karşı beyniniz çeşitli görüntüler oluşturmaya başlıyor (bir kaleydoskopa baktığınızı hayal edebilirsiniz, bazen saykodelik bir deneyim olduğu da söylenebilir). Her Dreamachine deneyiminde beyniniz farklı görüntüler yaratıyor. Dreamachine internet sitesinde insanların gördüklerini çizdiği bir reflection bölümü de bulunuyor; baktığınızda beynin bu uyaranlara karşı gerçekten çok farklı yanıtlar oluşturduğunu görebiliyorsunuz. Sanatçı Brion Gysin’in 1959’da yükselen televizyon kültürü ve kitle iletişim araçlarına bir cevap niteliğinde geliştirdiği yanıt, kapalı gözle deneyimlenen bir düş makinesi olmuş. Bu proje, Brion Gysin’in hayalini tekrar tartışmaya açıyor. Ayrı bir not olarak, deneyimin kendisinin sinesteziye oldukça yakın olduğunu belirtebilirim. Sinestezi, herhangi bir duyuya dair uyarılmanın başka duyuyu tetiklemesi olarak özetlenebilir. Örneğin sinestezi hastalığına sahip kişiler, La notasını duyduğunda aklına direkt kırmızı renk gelir. Peki, yaratılan bu deneyim alanı bize ne söylüyor? Öncelikle reklam ve tüketim kültürü dışında herkese açık bir teknolojik deneyim yaşatma iddiasının, bugünün insanı için önemli olduğu söylenebilir. Dreamachine’de ses ve ışık gösterisinden çıktıktan sonra uzun süre vakit geçirebileceğiniz, insanlarla konuşup tartışabileceğiniz bir geri-bildirim alanı mevcut.

Not edilebilecek bir diğer önemli nokta da, deneyimin tamamen duyulara hitap etmesi. Bu deneyim alanlarının duyulardan düşünceye nasıl taşınabileceğini düşünürken 2017’de katıldığım Ableton – Loop etkinliği aklıma geldi: Müzisyen ve eğitmen Adam Neely, müzikteki poliritim kavramını ses, ışık ve gezegen hareketleriyle birlikte değerlendirme ihtimallerini tartıştığı konuşmasında, müzisyenleri de disiplinler-arası bir yaklaşıma davet etmekteydi. Türkiye’de sahne üstünde ve eğitim & araştırma çalışmalarında bu yaklaşımın nasıl inşa edilebileceği ise bence ayrıca üzerine düşünülmeyi hak ediyor.[6]

Neden (Hâlâ) Festivaller?

Douglas Adams, Otostopçunun Galaksi Rehberi[7]’nde korkunç, aptal bir felaketi ve onun doğurduğu sonuçları anlatırken insanlığa ait budalalığı basit bir gestusla anlatır: kendi halinde, üstelik fazlasıyla uysal bir adam olan Arthur Dent, evinin saçma bir sebeple yıkılmasını engellemek için buldozerlerin önüne yatıp direnirken, arkadaşı Ford Prefect, “dünyanın sonu gelmek üzere!” diye onu uyarır. Arthur Dent, dünyanın yok edilmesi ihtimaline rağmen son dakikaya kadar evinin akıbeti peşinde koşar. İnsanlığın felaketlere karşı inkâr gestusunu daha çarpıcı anlatabilecek başka örnekler de şu an ve burada gerçekleşiyor. Ve hatırlatıyorum: biz yaşadığımız çağa rağmen festivalleri konuşuyoruz.

Yazıda sona yaklaşırken kimseyi umutsuzluğa sürükleme niyetinde olmadığımı belirtmek isterim. Yalnızca festivallerin bugünde yerel ölçekte de ifade ettiği anlamlar üzerine düşünmeye devam etmek gerektiğini söylüyorum. Aynı zamanda festivallerin yarattığı potansiyelleri konuşmak gerekiyor. Filistin’deki site spesific (mekâna özgü) tiyatro oyunlarının coğrafya bağlamında yarattığı anlam, yalnızca sanatsal bir tartışmadan ibaret değil. Ya da bugün Çin’de pandemi tedbirleri çok katı bir şekilde devam ederken tekil performanslara yatırım yapmaya çalışan tiyatro üreticilerini, koşulları bağlamında ele almak gerekiyor. Türkiye’de yakın dönemde yasaklanan Eskişehir Anadolu Fest, 20. Munzur Kültür ve Doğa Festivali, Zeytinli Rock Festivali gibi festivaller içeriklerinden bağımsız bir şekilde, var oldukları bölgeler için bir taraftan da nefes alma alanları. İçinde bulunduğumuz ekonomik koşullarda gençlerin uluslararası ölçekli festivalleri yerinde görmesi hayli uzak bir ihtimalken, en azından eldeki ihtimallerin peşine düşmek yine aynı ölçüde yakıcı ve önemli. Kişisel olarak ayrı bir notu da, hem Londra’da hem İstanbul’da deneyimlediğim Women of the World (WOW) Festivalleri bağlamında eklemek isterim. WOW Londra’da, şehir için çok merkezi ve hayati konumda olan bir mekânın (Southbank Centre) her yaştan ve farklı deneyimden kadına nasıl ev sahipliği yapabileceğini gördüm. WOW Londra’nın Southbank’i nasıl dönüştürdüğünü görmek oldukça çarpıcıydı. Bu, festivallerin içinde bulundukları mekânı toplumsal olarak nasıl etkilediğinin çarpıcı bir örneği. WOW İstanbul’a dair yorumlarım, müzik küratörü olarak çalıştığım düşünüldüğünde ne kadar nesnel olur bilemesem de, sahne-üstünde ve seyirci olarak bir arada olmanın etkisi kelimenin tam anlamıyla “anlatılmaz, yaşanır” dedikleri bir histi. Ve umuyorum bu festivalin gelecek edisyonlarında da, ihtiyacını sürekli hissettiğimiz diyalog ve işbirliği misyonunu sağlamaya devam edeceğiz. Türkiye’de yaşayan bir kadın ya da LGBTİ’nin, siyasetten azade bir varoluş kurmasının imkânsız olduğunu bilerek; bazen istemeden toplumsallaştığımızı kabul ederek ama bir arada durarak bunun üstesinden gelebileceğimizi biliyorum. İşte festivaller, bu zemini yaratmak için de varlar. Bu deneyimlerin ardından “Beats By Girlz Türkiye kapsamında neden bir festival yapıyoruz?” sorusu benim için çok daha açıklayıcı oldu. Kapsayıcı ve eşitlikçi bir ortamda gençleri müzik ve teknolojiyle buluşturan bir festival, Türkiye gerçeğinde önemli bir yere oturuyor.

Hobsbawm yeni yüzyılın başından bugüne bakarken festivallerin 21. yüzyıldaki anlamını farklı biçimlerde tartıyor, “sanat kişisel bir deneyimin dışında nasıl toplumsallaşır?” sorusunun peşinden gidiyor. Roskilde Festivali’ni tanımlarken seyirciler için “yeni, beklenmedik ve orijinal; farklı keşif yolcuğu” yaratıldığını belirtiyor. Bu anlamda Edinburgh Festivalleri geçmişi ve bugünüyle bunun gerçek bir örneğiydi. Buraya toplumsal cinsiyet açısından bir not eklemek isterim; bence festivaller sesini gür duymadığımız, hikayesini yazmadığımız gruplar için de yeni bir hikâye yazımı alanı olabilir. Her festival olmasa da, en azından bu niyetle ve bu grupların gücüyle üretilenlerin bahsettiğim etkiyi yaratacağına inanıyorum.

Bu yüzden “Neden (hâlâ) festivaller’e ihtiyaç var?” sorusunun yanıtı bazen hiç de zor değil gibi geliyor.  Hobsbawm’ı son kez anımsayıp biraz da yorumla tamamlayalım: “Sanatsal deneyim, tüm insani iletişim biçimleri gibi, ‘sanal’ olmaktan daha fazlasıdır. Dolayısıyla gelecekte de gerçek mekanlarda, sanal olmayan yerlerde sanatçıların, farklı topluluklarının bir arada duracağı yerler olacak. Bazen de rüyanın ara sıra, bir an için gerçeğe dönüşeceği yerlere.”

 

[1] Parçalanmış Zamanlar: 20. Yüzyılda Kültür ve Toplum, Eric Hobsbawm, Türkçesi: Osman Akınhay, Agora Kitaplığı, 2014
Orijinali: Fractured Times: Culture and Society in the Twentieth Century, Eric Hobsbawm, The New Press, 2013

[2] Türkiye dışında delegelerin bulunduğu ülkeler: Brezilya, Malezya, Yunanistan, Arjantin, Mısır, Kanada, İrlanda, Filistin, Güney Kore ve Çin.

[3] “At 75, the Holland Festival Is Back and More Global Than Ever”, A.J. Goldman, https://www.nytimes.com/2022/06/15/arts/holland-festival-amsterdam.html, 15 Haziran 2022

[4] https://www.edfringe.com/about/about-us/the-fringe-story

[5] Fringe kapsamında izlediğim performanslar şunlardı: And (Charlotte McLean), Runners (Cirk La Putyka), Pain and I (Sarah Hopfinger & Alicia Jane Turner), Ice Age (Resident Island Dance Theatre & Maylis Arrabit). Tiyatro oyunu Mustard (Eva O’Connor) ve müzikal bir deneyim alanı sayılabilecek D Ý R A (Shhe). Uluslarası festival seçkisi kapsamında da ROOM (James Thiérrée & La Compagnie du Hanneton) ve Medea’yı (National Theatre of Scotland) izleme fırsatım oldu. Bir akşam da geç saat Fringe şovlarından bir stand-up gösterisi izledim.

[6] Türkiye’de amatör sanat çalışmaları bağlamında yakın dönemde bahsedebileceğimiz bir örnek 2016’da İstanbul Amatör Tiyatro Günleri’ni düzenleyen gruplara yönelik tasarlanmış Ritim Atölyesi olmuştu. Atölye, katılımcılara temel ve giriş niteliğinde bir ritim bilgisi kazandırmak ve sahneleme çalışmalarında sezginin ötesine geçebilen fiziksel bir ritim duygusu edinmeyi teşvik etmek üzere tasarlanmıştı.

[7] Otostopçunun Galaksi Rehberi, Douglas Adams, Türkçesi: İrem Kutluk & Nil Nil Alt, Kabalcı Yayınevi, 2005