Bu değerlendirme yazısı için temel alınan haber akışına buradan ulaşılabilir.
Milliyetçilik ve Sanat Alanı
Çeşme’de Türk Eğitim Vakfı’nın yardım gecesinde, sahne alması beklenen Yunanistanlı sanatçı Despina Vandi, bayrak krizi nedeniyle sahneye çıkamadı. Sahne arkasındaki dev Türk bayrağı ve Atatürk bayrağıyla karşılaşan sanatçı, bu beklenmedik fonun önünde konser vermesinin uygun olmayacağını ifade etti ve konserden 2-3 saat evvel attığı tweette ancak benzer ölçülerde bir Yunan bayrağının temin edilmesiyle kabul edilebilir bir sahne oluşacağını ifade etti. Organizasyon komitesinin bunu kabul ve temin edememesiyle kriz çıktı. Despina Vandi Atatürk ve Türk düşmanı olmadığını ancak kariyerini de düşünmek zorunda olduğunu belirtti. Nihayetinde konser iptal oldu. Çeşme Belediye Başkanı Lal Denizli’nin, kendi ifadesiyle “seyirciyi sakinleştirmek için” sahneye çıkıp “barışçıl” mesaj verdiğini iddia ettiği ama sanatçıyı hedef alarak Vandi’nin Çeşme’den derhal ayrılmasını istediği konuşması vuku buldu. Ardından Despina Vandi, sosyal medya hesabından açıklama yaptı. Vandi, Türk Eğitim Vakfı’nın mutabık kalınmamış siyasi bir anlam yüklediğini ifade ederek:” “Bugün (17/07/2024) gerçekleştirilmesi planlanan konserime katılarak beni onurlandıracak olan kamuoyuna sonsuz saygılarımla, TÜRK EĞİTİM VAKFI’nın (tek taraflı olarak etkinliğin ‘konser’ olma niteliğini değiştirmeye karar veren, etkinliğe yasaklanmış ve mutabık kalınmamış siyasi bir anlam yükleyen) kusuru nedeniyle, söz konusu etkinliğe katılmamın mümkün olmadığını bildiririm.” dedi.
Geçen ay haber seçkimizde yer alan pekçok gelişme, Türk milliyetçiliğinin kamusal alanda tarafgirlik ve siyasal simgelerle ne şekilde tekrar tekrar sahne aldığını bize gösterdi ve hatta geçen ayki kültür sanat değerlendirmemizin tümünü bu milliyetçilik, ırkçılık ve popüler kültür konusuna ayırdık. Açıkçası CHP’li Belediye Başkanı Lal Denizli’nin, bu hamasetçi, milliyetçi tarafgirliğin bir diğer tezahürü niteliğindeki konuşmasının, bırakalım halkların kardeşliği çerçevesini, İzmir’de iki yakayı barışçıl bir söylem içinde bir araya getiren “Türk Yunan dostluğu” vurgulu Kemalist çerçeveye dahi sığmadığını söyleyebiliriz. Ayrıca CHP’li bir belediye başkanının bu açıklamasının, Yunan sanatçılarla gerçekleştirilecek benzeri etkinliklerin de iptaline yol açacağını, sosyal medyada sadece kadın sanatçının kimliği özelinde değil Yunan kimliği özelinde de bir linçi kışkırtacağını öngörmesi gerekirdi.
Diğer yandan Fırat’ın öte yanında Kürt gençleri, Kürtçe şarkılar eşliğinde halay çektikleri için gözaltına alınmaya, tutuklanmaya başladılar. Mersin’de bir grup genç, sanal medyada Kürtçe şarkılar eşliğinde halay çektikleri anlara dair videoları üzerinden ırkçı hesapların hedefi oldu. Eski bir görüntü üzerinden hedef alınan 9 genç, 22 Temmuz’da gözaltına alındı. Gençlere, “örgüt propagandası yapmak” suçlaması yöneltildi. Polisler, gözaltında gençlere “Ölürüm Türkiyem” şarkısı dinlettirdi. Gençler, 25 Temmuz’da söz konusu iddia üzerinden tutuklandı. Hemen sonrasında Ağrı’nın Doğubayazıt ilçesinde benzer bir durum yaşandı. Bir düğünde yöresel kıyafet giyip çalınan Kürtçe şarkılar eşliğinde halay çeken 6 kişi “örgüt propagandası” suçlamasıyla gözaltına alındıktan sonra serbest bırakıldı. Siirt’in Kurtalan ilçesinde de bir düğünde çekilen ve sanal medyada paylaşılan görüntüler üzerine 6 genç kadın gözaltına alındı. Sanal medyada ırkçı hesaplar üzerinden görüntünün paylaşılması üzerine Batman ve Siirt’te ev baskınları yapıldı. Görüntülerde yer alan 6 genç kadın gözaltına alındı. Gözaltına alınanlar, Siirt İl Emniyet Müdürlüğü’ne götürüldü. Valilik, gençlerin “örgüt propagandası yaptığını” ileri sürdü.
Bütün bu atmosferin içinde, iç ferahlatıcı bir gelişme Fırat’ın her iki yakasından sanatçıların beraber kurduğu “Özgürlük İçin Sanat İnisiyatifi”nin deklarasyonuyla geldi. Diyarbakır’da bulunan İskenderpaşa Konağı’nda yapılan, pek çok sanatçının katıldığı ve imzacı olduğu girişimin kuruluş açıklamasında: “Sürekli yasakların olduğu bir yerde önce özgürlük mücadelesi verilir. Biz konuşabilmek, yaratabilmek için toplumsal barışın tesis edildiği bir ülke istiyoruz” denildi. Deklerasyonun tamamı için bkz.
Yerel Yönetimlerin Sanat Politikaları
Geçtiğimiz aylarda yayımlanan değerlendirmelerimizden birinde gündemde olan bir diğer konu da yerel yönetimlerin kültür-sanat faaliyetlerini nasıl politikalarla örgütlediği ve bu organizasyonu kamu ile nasıl paylaştığıydı. Tarsus Şehir Tiyatrosu’nun kapatılmasıyla gündeme gelen tartışmalara Nilüfer Kent Tiyatrosu (NKT) ve İzmir Büyükşehir Belediyesi Tiyatrosu’nda (İzBBŞT) yaşanan kadro değişiklikleri de eklendi.
Murat Daltaban ve Özlem Daltaban 2021 yılında Nilüfer Kent Tiyatrosu’nda Genel Sanat Yönetmenliği ve Genel Yapım Yönetmenliği görevlerine NKT’nin yürütme kurulu tarafından getirilmişlerdi. Ancak 2024 yılında gerçekleşen yerel seçimlerinden ardından, Daltabanlar’ın görevine herhangi bir gerekçe göstermeden son verildi; üstelik görevi devralırken ortaklaşılan zaman dilimi yok sayıldı. Özlem Daltaban NKT’de görev aldıkları üç yıl boyunca ilçe belediyesi tiyatrosu bünyesinde gerçekleştirdikleri faaliyetleri, saikleri ve sonuçlarını kaleme alarak kamu ile paylaştı. Yapılan görevden almaya ve yeni seçilen görevlilere dair Nilüfer Kent Tiyatrosu’ndan veya Nilüfer Belediyesi’nden herhangi bir açıklama gelmedi.
İzmir Büyükşehir Belediyesi Tiyatrosu’nda da benzer gelişmeler yaşandı. 2021 yılında İzBBŞT’nin genel sanat yönetmeni olarak göreve başlayan Erten’in görev süresi doldu ve uzatılmadı. Bu konuda yeni belediye başkanı Cemil Tugay ile görüşemediğini belirten Erten de İzBBŞT’de gerçekleştirdiği faaliyetleri kamu ile paylaştı. Ancak Erten’in bu yazısında dikkat çeken nokta sadece sanatsal faaliyetleri olmadı; aynı zamanda hangi yönetmeliğe göre nasıl ve niçin genel sanat yönetmenliği görevine getirildiğini de detaylarıyla açıkladı. Bununla beraber İzmir Büyükşehir Belediyesi Şehir Tiyatroları Kurucu Danışma Kurulu’ndan da bir açıklama geldi ve kurul bu süreçte nasıl pasifize edildiğini açıkladı. Bu açıklamada altı çizilmesi gereken nokta tiyatronun yönetiminin şeffaflıktan uzak süreçlerle işletiliyor olması.
Devlet Tiyatroları Sanatçıları Derneği (DETİS) ve Tiyatro Eleştirmenleri Birliği (TEB) bahsi geçen görevden almalara dair açıklamalarda bulundu. DETİS’in açıklaması daha ziyade İzmir’de yaşananlara değinse de, TEB’in açıklaması ülke çapında gerçekleşen atamalar ve görevden almaların gerekçelerine dair nitelikli açıklamalar beklendiğini vurguladı. Ancak bu açıklamalara herhangi bir karşı açıklama veya duyuru gerçekleştirilmedi.
Görevden alma ve görev süresi uzatmama eylemlerinin farklı biçimlerde gerekçelerini bilerek değerlendirmek, akılcı bir yoruma ulaşmak için elzem görünmektedir. Bu konularla ilgili yerel yönetimlerin kültür birimlerinin nitelikli ve şeffaf açıklamalar yapması kamu görüşünün ve yorumunun oluşması açısından kritik. Yerel yönetimler içindeki kültür sanat faaliyetlerinin liyakata dayalı bir biçimde organize edilmesi özellikle muhalefetin yönetiminde olan belediyeler tarafından dikkate alınıyor mu sorusu akıllarda. Yapılan kadrosal değişiklikler sonrasında bölgelerin kültür-sanat etkinlikleri de değişiyor; bu durum kurumsallaşmayı ve aynı zamanda devamlılığı olumsuz yönde etkileyebilir. Bu noktada 31 Mart seçimlerinin ardından yerel yönetimlerin çoğunluğunu kazanmış ana muhalefet partisinin politikaları, bunları hangi saiklerle kurduğu ve hangi yöntemlerle tartışmaya açtığı veya açmadığı muhalefet biçimi ile ilgili tartışmaları beraberinde getiriyor.
Öte yandan yerel yönetimlerin kültür-sanat politikalarını, yaptıkları etkinlikleri ve hangi odaklara alan açıktılarını ülkedeki tasarruf politikaları ile birlikte düşünmekte fayda var. Açıklanan tasarruf paketinin hemen ardından belediyelere ait borçlar kamu ile paylaşıldı; birçoğu eski yönetime ait olan bu borçlar belediyeleri ekonomik açıdan sıkıştırmayı hedefliyor gibi gözükmekte. Bu durumun kültür-sanat üzerindeki etkisi, kendisini çok gecikmeden hissetirmeye başladı. İzmir ve Antalya gibi şehirlerde düzenlenen köklü müzik ve film festivallerinin bu seneki akıbetlerine dair herhangi bir açıklama gelmedi ya da bu etkinlikler iptal edildi. Sanat örgütleri, dernekleri ve sendikaları tasarrufa sanat alanından başlanmasına itirazlarını dile getiren bir açıklamada bulundu. Nispeten sakin geçen yaz aylarının ardından özellikle tiyatro sezonu açıldığında belediyelerin etkinliklerine nasıl devam edeceği takip gerektiren bir gündem olarak not edilmeli.
Massive Attack Konseri ve Yaşanamayan Katarsis
Dünyaca ünlü müzik grubu Massive Attack 23 Temmuz’da İstanbul’da ses getiren bir konser gerçekleştirdi. Konser boyunca sahnenin arkasında bulunan dev sinevizyona dünyadaki gelişmelerden hareketle çeşitli görüntüler ve mesajlar yansıdı. Sosyal medyada da gündem olan bu mesajların başında Filistin – İsrail savaşının sonlanması ve Filistin’e yapılan saldırıların bir an evvel durdurulmasına yönelik söylemler geliyordu. Buna ek olarak ülkelerin göçmen politikaları, Rusya ve Ukrayna arasındaki savaş, dünya çapında süren savaşların maddi kaynakları, doğa katliamları gibi birçok yakıcı gündeme dair görüntüler konser boyunca ekrana yansıtıldı. Muhalif duruşlarıyla bilinen bir grubun konserine giden orta sınıf Türkiye vatandaşları için bu konserin bir rahatlama alanından ziyade bir karşılaşma mekanına dönüştüğü söylenebilir. Üst üste verilen çarpıcı veriler dünyada yaşanan gelişmelerin ciddiyetini ortaya koymaktaydı. Bununla beraber sinevizyonda gösterilen gelişmelerin yerelleştirilmediğini ve aralarına Türkiye’deki yakıcı gündemlerden eklenmediğini söylemek mümkün. Ancak konseri izleyenlerin görüşlerine dayanarak, grubun dünya çapında tartışılan/tartışılması gereken noktaları icra ettikleri sanat ile buluşturmaları sayesinde Massive Attack İstanbul konserinin etkileyiciliğinin arttığı söylenebilir.
Paris Olimpiyatları Açılış Gösterileri
Paris’te düzenlenen 2024 Olimpiyatları görkemli bir açılış töreni ile başladı. Tören geleneksel olimpiyat açılışlarından farklı olarak, olimpiyat stadının dışına taşırıldı, canlı performansların yanı sıra hazırlanan videolarla desteklenen televizyon yayınlarıyla dünya çapında izlendi. 4 saat süren, Sen Nehri’nde yapılan törende, 6 bin 800 sporcu 85 tekneyle 6 kilometrelik güzergahta geçit yaptı, pekçok performans gerçekleşti. Fakat özellikle ilk gelen tepkilere bakıldığında, törenin olimpiyat ruhunu temsil etme iddiası ya da entertainment başarısının değil, sergilenen performanslardan birinin, gösterideki “LGBTİ propagandası” nedeniyle gündem olduğunu gördük: Leonardo da Vinci’nin Hz. İsa’nın havarileri ile yediği yemeği konu alan “Son Akşam Yemeği” isimli tablosunun “drag queen” gösterisiyle canlandırılması, dine hakaret içerdiği gerekçesiyle eleştirilerin hedefi oldu. Fransa Katolik Kilisesine ait X hesabından, Olimpiyat Oyunları açılış törenine ilişkin Fransız piskoposların “derin üzüntülerini” ifade eden görüşünün yanı sıra pek çok din adamı, avukat, sağ görüşlü entelektüel tarafından kınama mesajları yayımlandı hatta hakaret davası açacağını belirtenler oldu. Bunun karşısında Paris Olimpiyat Oyunları İletişim Direktörü Descamps “herhangi bir dini gruba saygısızlık etme niyetlerinin olmadığını” belirterek açılış törenine ilişkin oylamaların sonuçlarının, “toplumda hoşgörünün kutlanması” hedefine ulaşıldığının göstergesi olduğunu savundu ve “Eğer alınanlar olduysa tabii ki çok üzgünüz” dedi. Basında Paris 2024’ün dünyanın en çok beğenilen ve en çok nefret edilen Olimpiyat Oyunları olarak tarihe geçeceği yönünde değerlendirmeler yer aldı.
Olimpiyat ruhuna spordan çok entertainment ateşi üfleyen bu açılış töreni ile ilgili ayrıntılı dramaturjik değerlendirme yapabiliriz elbette, çünkü gerçekten spordan çok show’u ön plana çıkarıyor gösteriler. Fakat şimdilik kendimizi bu haber seçkisinde ön plana çıkan drag queen gösterisine gelen suçlama ve eleştirilerin değerlendirmesiyle sınırlı tutacak olursak, eleştirilerin, LGBTİ+ temsili karşısında iktidar ve kilisenin geliştirdiği sağ muhafazakar tepkinin çeşitlemeleri olduğunu, kimlik siyasetine karşı geliştirilen tahammülsüzlük olduğunu söyleyebiliriz. Diğer yandan, gösterideki eşcinsellik temsilinin ise, stereotiplerin, açılıştaki başka gösteriler gibi bu gösterinin de fragmanlardan ibaret televizyon klipleri niteliğinin ötesine geçmediğini belirtmeliyiz. Ayrıca açılışında çeşitliliği “kutlayan”, adeta “diversity washing”e dönüşen Fransa Olimpiyatının, başörtülü sporcularını müsabakalardan men ettiğini biliyoruz. Gerçi, bu sene Rusya’nın olmadığı bir olimpiyat izledik, Rusya-Ukrayna savaşı nedeniyle… Ama nedense İsrail işlediği insanlık ve savaş suçu görmezden gelinerek dahil edildi olimpiyata. Dolayısıyla Batı’nın çifte standardının gölge düşürdüğü bir olimpiyattı. Özetle olimpiyat açılış gösterilerinin, olimpiyat ruhunu ne kadar temsil ettiği ve “hoşgörünün, barışın ve çeşitliliğin ne kadar kutlandığı” tartışılır. Açıkçası, açılıştaki gösterilerin sporla ve olimpiyatla dramaturjik bağı dahi tartışılır. En basitinden, Lady Gaga’nın ses getiren koreografisi ön plana çıkarıldı ama Gaga’dan Olimpiyatlarda playback yapmamasını, canlı vokal performans sergilemesini beklemek fazla mı olur? 1896 yılında Fransız sporcu De Coubertin ateşkesin ve dünya barışının kalıcılaşması için “daha hızlı, daha güçlü, daha yüksek” mottosuyla başlatmış Olimpiyatları. Diğer yandan ilk senesinden itibaren de uzun süre kadın sporcuların Olimpiyatlara dahil edilmesini engellemiş. Ona göre kadınlar “Olimpiyat oyunlarında sadece sporculara çiçek takdim edebilir, en çok hemşire olabilir”miş… Hatta Olimpiyatların kurucusu Pierre de Coubertin öyle ileri gitmişti ki “kadının teri arenadaki kumu bile kirletiyor” demiş. Olimpiyat açılış töreninde, Fransız kadın sporcu, icracı, sanatçı, siyasetçi kadınlara iade-i itibarı ön plana çıkaran gösteriler ve sloganlar ardında, Olimpiyatların bu erkek egemen tarihsel öyküsü yatıyor ve bu açılış törenindeki gösteriler ve Olimpiyat arasında bu dramaturji üzerinden bir bağ kuruluyor.