Coralie Fargeat’in 2024 Cannes Film Festivali’nde ‘En İyi Senaryo’ dalında ödül alarak dikkatleri üzerine çektiği, Türkçe’ye ‘Cevher’ olarak çevrilen Substance filmi, gündelik hayatımıza sirayet eden cinsiyetçi estetik politikalarla seyircisini oldukça sarsıcı bir şekilde yüzleştiriyor. Fransız yönetmen Fargeat, 2017’de vizyona giren ilk uzun metraj filmi Revenge (İntikam) ile de tecavüz, şiddet, cinsiyet ve intikam temalarını işlemiş, filmin baş kahramanını Barbie’den belalı bir suçluya dönüştürerek yarattığı sarsıcı etkiyle birçok bağımsız sinema ödülünü almayı başarmıştı.
Substance (Cevher) filmini izlerken hem konusu hem de anlatım biçimiyle oldukça sıra dışı bir deneyim yaşayacağınızı söylemek isterim. Bu değerlendirmede temel olarak filmin öne çıkarmak istediği feminist dramaturjiyi ve de bu dramaturjinin seyirciye aktarımında tercih edilen sarsıcı etkinin altındaki unsurları ‘avangart sanat’ öğeleriyle paralellik kurarak incelemeye çalışacağım. Okumaya devam edecekler için, filmin şaşırtıcı ve düşündürücü yönünün yarattığı heyecanla yazılan bu değerlendirmenin biraz ‘spoiler’ içereceğini de belirtmeden geçmeyeyim.
Film, bir zamanların popüler televizyon yıldızı ve aerobik hocası Elisabeth Sparkle’ın (Demi Moore) 50. yaş gününde yaşlandığını fark etmesi ve sektörün acımasız erkekleri tarafından işine son verileceğini öğrenmesiyle başlar. Artık, sektörün istediği standartlarda genç ve güzel olmayan Elisabeth’in yerini başka biriyle doldurma zamanı gelmiştir. Kendisi için zirvedeki ışıltılı günlerin sona ereceğini anlayan Elisabeth tam bu sırada kendisinin daha iyi bir versiyonunu yaratacağını iddia eden ‘substance’ isimli gizemli bir maddeyle tanışır. Elisabeth, bu maddenin bedeli karşılığında daha genç bir versiyonu olan Sue (Margaret Qualley) ile sırayla bedenini paylaşmaya başlar. Ancak, bu paylaşım gençliğin ve güzelliğin sürdürülebilirliğinden ziyade ruh ve beden arasındaki dengesizliğin yarattığı korkunç bir yıkımla sonlanacaktır.
Film sistem tarafından süregiden gençlik ve güzellik algısına dair getirdiği feminist bakış açısı ve izleyici üzerinde bilinçli bir şekilde yaratmayı amaçladığı rahatsız edici etki açısından oldukça dikkat çekici bir yerde duruyor. Demi Moore’un oldukça başarılı bir şekilde canlandırdığı baş kadın karakter Elisabeth güzel olma ve beğenilmenin getirdiği yanıltıcı haz ile gerçek kimliğini yaşamanın mutluluğu arasında seçim yaparken, özellikle kadın izleyicilerin kendinden pek çok şey bulabileceği birçok olguyu gözler önüne seriyor. Öncelikle, Elisabeth’in güzel olmak için harcadığı çabanın yetmediğini gördüğü an ve bunun getirdiği bir yıkım durumu gözler önüne seriliyor. Elisabeth, zaten aerobik hocası olduğu için ne kadar formda olsa, güzel kalmak için bakımlar ve estetiklerle bedenini olduğu kadar yüzünü de genç tutmaya çalışsa da 50. yaş gününde, yönetmenin özel tercihi olduğunu düşündüğümüz ‘domuzsu’ bir yönelimle oynayan erkek patronu tarafından artık sonunun geldiğini duymak zorunda kalıyor. Bu sonun nedeni kesinlikle Elisabeth’in işindeki başarısızlığı veya kişiliğiyle ilgili etik bir durum değil, tamamıyla şekilci ve ataerkil bir güzellik anlayışının dayatması. Elisabeth’in ne yapsa fayda etmeyeceğini anladığı yüzleşme anı onun için tam bir yıkım oluyor. Tam o sırada karşısına onun hiç yaşlanmayacak, hep güzel ve dinç kalacak çok daha iyi bir versiyonunu yaratacağını iddia eden bir madde ortaya çıkıyor. Bu noktada Elisabeth’in bir seçim yapması gerek; ya bu maddeyi kullanarak yalan ve ikiyüzlülükle dolu ışıltılı dünyaya geri dönecek ya da bu yıkımın getirdiği psikolojik farkındalığı yaşayıp kendine yeni bir yol çizecek. Elisabeth bu noktada ‘substance’ı denemeyi seçiyor. Onu suçlayabilir miyiz? Gündelik hayatın koşturmacası içinde ‘keşke daha iyisi olabilsem’ diye düşünmeyen kadın sayısının pek fazla olduğunu sanmıyorum. Bu nedenle Elisabeth’in bu seçimini bir kadın seyirci olarak üzüntüyle anlamlandırabiliyorum. Yalnız, ‘substance’ın belli kuralları var. Öncelikle sıvı aktive edildikten sonra oluşacak yeni versiyonun da ‘sen’ olduğunu anlaman ve ona kendinle aynı özeni göstermen gerekiyor. Oluşacak yeni beden yedi gün uyanık kalabilir ve uyanık kaldığı her gün için gerçek bedenin omuriliğinden alınan özel bir sıvı ile aktive edilmesi gerekir, aksi halde düzgün şekilde hayatını sürdüremez. Uyuyan orijinal versiyon bu sırada hazırlanan özel bir besinle beslenmelidir. Besin bittiği anda değişim yapılmalıdır ki orijinal beden hayatını sürdürerek oluşturulan bu matris sisteminin devamı için yeni kaynaklar üretebilsin. Bu kuralların aksaması halinde bedelini gerçek beden fiziksel bir kayıpla öder. Elisabeth tüm bu kuralları bilerek ‘substance’ı aktive eder ve acı içinde omurgası yarılarak daha iyi versiyonu olan Sue’yu doğurur. Sue, gerçekten de Elisabeth’in tam olmasını hayal ettiği bedendir. Ondaki ışık TV şovunun ‘domuzsu’ patronlarının da dikkatini çeker ve kısa sürede Elisabeth’in yerini alır. Zaman içinde Sue’ya yedi gün yetmemeye başlar, bunun üzerine ilk olarak değişimi bir gün geciktirir. Bunun etkisi gerçek bedenin bir bölgesinin –ilk olarak Elisabeth’in işaret parmağıdır bu– aşırı derecede yaşlanması olur. Elisabeth uyandığında bu duruma çok kızar, hatta bir an durumu sorgulamaya başlayacağını ve bu saçmalıktan vazgeçeceğini düşündürür seyirciye. Orta yaşlı bir kadın olarak, bu çıkmazdan kurtulmaya, mutlu olmaya çalışır. Lisedeki eski bir arkadaşıyla akşam bir şeyler içmeye karar verir. Ancak, yapamaz. Banyosunda uyuyan ve yedi gün sonra aktif olmayı bekleyen Sue’nun güzelliği karşısında aynadaki kendinden nefret eder. Yine aynı sarmalın içine düşen Elisabeth artık dışarı çıkmaktan vazgeçmiş, Sue’nun aktif olmasını evden çıkmadan, TV karşısında sürekli sağlıksız beslenerek beklemeye başlamıştır. Elisabeth kendine mutsuz ve değersiz hissettiği bir hayatı bile bile reva görür. Seyirci olarak sorgulamaya başlarız neden böyle? Neden durdurmuyor bu saçmalığı, zararın neresinden dönse kâr değil mi? Sanki biz kendimizi mutsuz ve değersiz hissettiren her ortamdan kolayca çıkabiliyormuşuz gibi bir de karakteri sorgulamaya başladık! Hissettiğimiz bu rahatsızlık kurguda o andan itibaren giderek daha da artarak seyirciye aktarılacaktır. Sue her uyandığında daha fazlasını ister, Elisabeth’i tabiri caizse yemeye başlar. Elisabeth giderek tükenmektedir, her uyanışında bir yerleri çürüyordur. En son artık hareket edemeyecek bir ucubeye dönüştüğünde, iş işten geçmiş olsa da bu işi sonlandırması gerektiğini anlar. Ancak yine yapamaz, çünkü Sue’nun son kez yılbaşı şovunu sunarak yıldız gibi parlamaya hakkı olduğunu düşünür. Bu da onun ölümünü beraberinde getirecektir, Sue kendisine ayak bağı olan bu yaşlı bedeni vahşice öldürür. Seyircinin oldukça kanlı ve vahşi ölüm sahneleri karşısında rahatsızlığı daha da artar. Yine de filmin gidişatı belli olmuştur. Çünkü Sue, Elisabeth’i, yani besin kaynağını öldürdüğü için kendini de ölüme mahkûm etmiştir. Seyirci acaba yılbaşı şovunun sonunu getirebilecek mi diye düşünürken, yönetmenin yaklaşık yarım saat sürecek son hamlesiyle iyice sarsılır. Sue şov başlamadan besin yetersizliğinden ölmek yerine bir metamorfoz geçirerek dönüşmeye başlar. Sue aslında Elisabeth’in bir parçası olduğu için bu dönüşüme Elisabeth de dahil olur ve ortaya ‘Elisasue’ isimli bir canavar çıkar. Sahneye çıkan bu ucube canavarın organları –yönetmen işe özel olarak memeden başlar– yerlere dökülür, sonra canavar kanıyla bütün izleyicileri, stüdyoyu, TV binasını yıkayarak kendini sokağa atar ve Hollywood yıldızlar sokağında kendi isminin üstünde gökyüzündeki yıldızları izlerken gülümseyerek yok olur.
Coralie Fargeat’ın Substance filminin, feminist dramaturji açısından incelendiğinde, kadın karakterlerin temsili, beden politikaları ve toplumsal cinsiyet eşitsizliği gibi meseleleri sorgulayan güçlü bir yapıya sahip olduğu söylenebilir. Fargeat, özellikle patriarkal düzenin kadını nasıl bir nesneye dönüştürdüğünü eleştiren, buna karşı kadının yaşadığı açmazları gözler önüne seren bir yaklaşım sunar. Yönetmen, bu temaları genellikle rahatsız edici vahşet öğeleri ve yoğun bir sembolizmle anlatır; böylece izleyiciyi kadın karakterlerin içsel mücadelelerine dair empati yapmaya davet eder. Filmin genele yayılan, özellikle son bölümde iyice artan rahatsız ediciliği yirminci yüzyıl başındaki avangart tiyatro anlayışının bir parçası olan Antonin Artaud’nun Vahşet Tiyatrosu kuramı ile de benzerlik gösterir. Artaud’nun tiyatro anlayışı, seyirciye salt bir anlatı sunmak yerine onu zorlayacak, şok edecek, bilinçaltına hitap eden, yıkıcı ve bedensel bir deneyim yaşatmayı hedefler. Fargeat’ın Substance filmiyle Vahşet Tiyatrosu arasında bu bağlamda bir benzerlik kurmak mümkündür. Yönetmenin kadın bedeni üzerinden feminist bir tartışma açarken seyirciyi konfor alanından çıkarıp rahatsız ederek düşünmeye zorlamayı amaçladığını söyleyebiliriz. Artaud’nun kuramına göre, Vahşet Tiyatrosu “anlam arayışına dair klasik teatral yapıları” yıkmak ve “hissiyat üzerinden deneyim yaratmak” ister. Seyirciyi zorlayan bu şiddetli yaklaşım, bilinçdışını harekete geçirip bastırılmış duyguları açığa çıkarmayı hedefler. Aynı şekilde Substance, tıpkı Artaud’nun tiyatro anlayışında olduğu gibi, izleyiciyi tahammül sınırlarını zorlayarak ona içsel bir yüzleşme yaşatmaya çalışır. Seyircinin bilinçaltına nüfuz etmeyi hedefleyerek, onun kişisel korkularını, bastırılmış duygularını ve travmalarını açığa çıkarma niyetindedir. Özellikle görsel ve işitsel açıdan rahatsız edici öğelerle seyircide tepkisel bir deneyim yaratmayı hedefler.
Peki, yaşanan tüm olumsuzluklar ve yanlışlar yakılıp yıkılarak, parçalara ayrılıp vahşice katledilerek sona erdirilebilir mi? Film en nihayetinde çözümsüzlük içinde, sonrasına dair hiçbir öneri sunmadan, her şeyi yıkarak ve seyircide yarattığı şok edici etkiyle bitiyor. Tıpkı avangart olarak nitelendirilen tiyatro oyunları gibi. Seyirci filmden sonra yaşadığı deneyimi sorgulayıp bir şeyleri düzeltmeye çalışır mı? Filmin bu sorunun cevabını önemsemediği çok açık. Substance ile amaçlanan ve kesinlikle çok iyi başarılan şey seyircinin kendi içinde yaşadığı şiddetli bir sarsıntı.