“…Olympos’ta oturan ilham perileri musalar, haydi söyleyin bakayım şimdi bana…, on tane ağzım olsa, on tane dilim, hiç kısılmayacak bir sesim olsa, göğsümde tunçtan bir yüreğim, siz hatırlatmazsanız bana, ben hiçbir şey bilemem ki!.“.. “(Homeros) 

İzmir Bayraklı Belediyesi tarafından bu yıl ikincisi düzenlenen “Homeros Edebiyat/Sanat Festivali”, 29-30 Eylül/1 Ekim tarihleri arasında gerçekleşti. Homeros’un doğduğu kabul edilen kentte düzenlenen bu festivalde Kardeş Türküler de yer aldı.

Bundan 11 yıl önce, 49. Troya Festivali’nin içeriği de Homeros’tu. Festival kapsamında sunulan “Homeros Bilim Kültür Sanat Ödülü”, “Barış, kültürümüz olsun!” sloganıyla Kardeş Türküler’e takdim edildiğinde, bu topraklardaki kalıcı barış kültürüne katkı sunabilmenin ve bunu yaparken Homeros’un eteğinin bir ucuna da tutunabilmenin mutluluğunu yaşamıştık. İşte bugün yine Homeros’un adının geçtiği bir etkinliğe katılma neşesiyle 1 Ekim sabahı İzmir’in Bayraklı ilçesine vardığımızda Kardeş Türküler topluluğu olarak bizleri Bayraklı Belediye Başkan Yardımcısı Osman Çağrı Şahin karşıladı ve zaman kaybetmeden hep birlikte Smyrna Höyüğü’nü ziyarete gittik.

 

Kardeş Türküler müzisyenleri ve Prof. Dr. Cumhur Tanrıver

 

Bugün höyükteki bilimsel çalışmaları Prof. Dr. Cumhur Tanrıver yürütüyor. Tanrıver’in ev sahipliğinde ve de zamanımız elverdiği ölçüde kazı alanını gezmeye başladık. Höyükteki ilk kazı çalışmaları Prof. Dr. Ekrem Akurgal ve Prof. Dr. John M. Cook tarafından İngiliz-Türk üyelerden oluşan bir heyetle 1948-1951 yılları arasında yapılmış ve çalışmalar neticesinde buradaki ilk yerleşimin M.Ö. 3000 yılında, yani erken tunç çağı denen dönemde başladığı ortaya çıkmış. Zaman zaman yağmalanıp, yıkılıp terk edilerek, zaman zaman yeniden yerleşilip, yeniden imar edilerek asırlar boyu bir uygarlık merkezi olarak buradaki varlığını korumuş.

Önce bir Aiol şehri olarak kurulan Smyrna’ya daha sonra İonlar hakim oldukları için kentte  “Aiol ve İon” ağızlarıyla harmanlanmış değişik bir lehçe konuşuluyor. İşte tam da bu noktada Batı edebiyatının ilk büyük eserleri olarak kabul edilen İlyada ve Odysseia destanlarının usta yazarı Homeros çıkıyor sahneye. Homeros’un Smyrna’lı olduğu bilgisi, yazdığı destanların Aiol ve İon ağızlarıyla iç içe geçen bu lehçeyle yazılmış olmasına da dayandırılıyor.

 

 

Aldı Smyrnalı Homeros Söyledi, Bakalım Ne Söyledi…

Homeros’un kaleme aldığı İlyada ve Odysseia, yazıldığı çağdaki inançları, toplumsal yapıyı ve anlayışı yansıtan edebi eserler olduğu kadar, bugünleri de anlamak için çok önemli kaynaklar.  İlyada, o çağa göre çok görkemli bir kent olan Troya’da yaşanmış bir savaşın destanını anlatırken, Odysseia ise tanrısal bir kahraman olan İthake Kralı Odysseus’un, Troya Savaşı’ndan sonra ülkesine dönüş yolculuğunu anlatıyor.

Smyrna Höyüğü’nü gezerken, eski Smyrna’nın Yamanlar Dağı’nın güney eteklerinde, şu an üzerinde bulunduğumuz kayalık tepede yer aldığını öğreniyoruz Cumhur Tanrıver hocamızdan. Höyüğün bulunduğu bu yerleşkeye ilk gelenlerin Aioller olduğunu, daha sonra burayı İonların ele geçirdiğini öğrendiğimizde, aklımıza bir sürü soru da takılıyor: Peki İonlarla Helenler aynı halk mı? Cumhur hoca sorumuza başka bir soruyla cevap veriyor: “Siz söyleyin bakalım, milletler ve milliyetçilik ne zaman doğar?” Elbette savaş koşullarında, “düşman”la karşılaşınca… Önceleri kendilerini İon halkı, Aiol halkı, Dor halkı gibi ifadelerle tanımlayan bu halkların “Hellenliği”,  tarihsel süreç içinde “barbar” olarak tanımladıkları “öteki” ile, yani Doğu halklarıyla karşılaştıkları zaman başlıyor. O karşılaşmalardan itibaren milliyetçi duygularla yazılan mitoslar ve Helen olma meseleleri de yavaş yavaş devreye giriyor.

Savaşı Anlatırken Barışı Yücelten Destanlar…

İlyada’da sözü edilen Troya Savaşı, 10 yıl süren uzun bir savaş. Homeros bize bu savaşın sadece son 40-50 gününü anlatırken asla savaş güzellemesi yapmaz. Hatta bu destanların savaş karşıtı metinler olduklarını söylemek bile mümkün. Örneğin Homeros, savaş tanrıları için “başbelası”, “dönek”, “surlar yıkan”, “azgın”, “insafsız”, “elleri kana bulanmış”, “zulme doymaz” gibi korku ve nefret uyandıran sayısız sıfat kullanırken, savaşın kendisi için kullandığı sıfatlar, “kötü, uğursuz, korkunç, zorlu, gözyaşı döktüren” şeklindedir.

 

 

Cumhur hoca, yürürken kazı alanındaki küçük seramik parçaların dikkatimizi çektiğini görünce, her bir küçük parçacığın o çağlardaki insanlar tarafından kullanılan toprak eşyalara, çanak çömlek kalıntılarına ait olduğunu söylediğinde şaşkınlığımız daha da artarak höyükteki küçük gezimize devam ediyoruz. Smyrna, ilk kuruluşundan itibaren sürekli büyüyen ve gelişen bir kent olmuş diyor Cumhur Tanrıver. Şehri çeviren kerpiç surlar, en erken savunma duvarları olarak biliniyor. Batı Anadolu’da Arkaik Dönem’in en görkemli savunma yapısı olan bu kerpiç Smyrna surları, bugün kentin doğu kenarı boyunca yaklaşık 250 m uzunluğunda ortaya çıkarılmış. Surlarla bağlantılı olarak doğuda kente girişi sağlayan ve büyük bir kule tarafından korunan giriş kapısının yeri de tespit edilmiş. Taş döşeli olan girişin iki kanatlı büyük bir ahşap kapı ile kapatıldığı anlaşılmakta.

 

 

Destanlardaki Satırlarda Eşitlik ve Adalet…

Homeros destanlarında anlatılan ve neredeyse tunç çağını kapatıp demir çağını açan Troya savaşının nedenlerinden biri, bilim insanlarına göre, Anadolu’daki zengin demir madeni yataklarına sahip olma hedefi. Ancak Homeros’un kulaklarımıza fısıldadığı neden ise, güzeller güzeli Helene’nin Paris’le Troya’ya kaçması. Tam da bu noktada denebilir ki, tarih yazımındaki “erkek bakış”, Homeros destanlarında da kendini gösteriyor. Nedir bu bakış?: Kadın cinsi ya görünmez ya da göründüğü her vakitte bir krize yol açar. Öyle ki, Troya savaşına sebep olarak gösterilen Helene, destanda yer yer beddualarla anılır: “Ah şu Helene, bütün soyu sopuyla yok olaydı keşke, bunca insanın dizlerini kıran bu kadının kökü kuruyaydı..!”

Kahraman sıfatıyla görünür olma ayrıcalığı her daim erkeklere bahşedilmiş olsa da, Homeros destanlarında bu duruma isyan eden kadın Tanrıçaların ya da yaşadığı acının intikamını alan kadın öznelerin de anlatılması feminist perspektifle yapılacak araştırmalar için çağlar ötesinden ilginç veriler sunmakta. Örneğin  Odysseia destanında, tanrısal özellikleri olan ölümsüz Kirke, çok korkulan bir kadın büyücüdür, yaptıkları akıl almaz derecede gizemli ve karanlıktır. Gel gör ki Kirke, bir ölümlü olan Odysseus’a sevdalanır ve yaşadığı adada Odysseus’u 7 yıl boyunca alıkoyar. Kirke öylesine güçlü bir büyücü Tanrıçadır ki, gücü, tanrıların tanrısı Zeus’u, Odysseus’a yardım etmek zorunda bırakacak kadar büyüktür. İşte Kirke o anda isyan eder: Ey tanrılar tanrısı koca Zeus, siz erkek tanrılar ölümlü insan soyundan kadınlarla istediğiniz gibi gönül eğlendirip aşklar yaşarken biz Tanrıçalar ölümlü bir erkekle aşk yaşadığımızda neden bu kadar öfkelisiniz, diye seslenir. Bana cadısın, diyorsunuz, oysa  cadılık her zaman kötülükten doğmaz, aşktan da doğar! Kadınlara haddini bildirmek erkeklerin en sevdiği vakit geçirme biçimi gibi geliyor bana. Yerlerde sürünüp ağlamazsak size gerçek bir hikâye çıkmazmış gibi. Oysa bizim, sizin düşündüğünüzden daha fazla arzumuz, isyanımız ve gücümüz var, diyen bir Kirke vardır karşımızda.

Smyrna Höyüğü’nde bir Yunan polisinin fiziki olarak nasıl geliştiğini izlemek ve bir polis için ne gerekiyorsa mimari üzerinde gözlemlemek kolayca mümkün. Çifte Megaron’un önüne geldiğimizde Cumhur hoca, Deniz Kavimleri Göçü olarak da bilinen ve neredeyse tüm Ege dünyasını sarsan büyük bir göç dalgasını anlatıyor bize. Bugün bile nedeni hâlâ tartışmalı olan ve Doğu Avrupa’yla Balkanlar’dan kaynaklandığı ifade edilen bu göçlerin genel olarak sebebi ekonomik, askeri ve siyasi zorunluluklarla birlikte nüfus artışlarına da bağlanmakta. Örneğin Dor göçleri kıta Yunanistan’daki halkları yerinden oynatmış göçlerden biri olarak biliniyor ve karşı yakadaki halklar büyük kitleler halinde Anadolu’ya doğru göç ediyorlar.

Bir zamanlar Homeros’un da yürüdüğü rivayet edilen Athena Caddesi üzerinde yürüyüp Athena Tapınağı’nın olduğu bölgeye geldiğimizde Cumhur hoca anlatmaya devam ediyor: Smyrna kenti, apokolipsanın, yani İncil’deki vahiylerin indiği 7 merkezden biri olarak da kabul ediliyor. İnanca göre Tanrı, kıyametin kopacağını vahiy aracılığıyla 7 merkezdeki 7 kiliseye haber verir: Efes, Bergama, Salihli, Alaşehir, Akhisar, Denizli ve Smyrna. İşte dünyanın dört bir yanından hacı olmak maksadıyla bu merkezlere gelen turistlerin gezdiği 7 kutsal mekândan biri de burası… Tarihsel süreçler bizlere tapınak inşaalarının da ortalama 400 yıl sürdüğünü gösteriyor, diyor Cumhur Tanrıver ve ekliyor: Aslında tapınaklar hiçbir zaman tam anlamıyla bitirilemiyor, çünkü “En kudretli tanrı bizim tanrımız, dolayısıyla tapınağımızın heybeti ve görkemi bunun kanıtıdır” dercesine bu tapınakların en büyüğü inşa edilmeye çalışılıyor her zaman. Bu tapınaklar aynı zamanda parayı çevirme merkezleri. En büyük ibadetler, en büyük bayramlar, en büyük festivaller bu tapınak çevrelerinde yapılıyor ve dört bir yandan insanlar akın akın bu devasa yapıların yanına geliyorlar. Buraları canlı bir ticaret merkezi haline dönüşüyor, paralar harcanıp bağışlar yapılıyor.

Peleusoğlu Akhilleus! Mal da Yalan, Mülk de Yalan…

İlyada destanı Akhilleus’un, hak ettiği ganimeti kendisine sunmayan Akha ordularının başkumandanı Agamemnon’a karşı öfkesiyle ve bu yüzden savaşı bırakıp çadırına çekilmesiyle başlar. Yine Akhilleus’un savaşa geri dönüp Troyalı savaşçı Hektor ile çarpışmasıyla devam eder. Akhilleus’un efsanevi savaşçılığı destanda daima ön plandadır, fakat destanın sonunda İlyada şehrinin kapıları, galip gelen Akhilleus’a hayranlıkla değil, Akhilleus tarafından ölüsü saatlerce at arabası arkasında sürüklenen mağlup Hektor’a ağıtlarla kapanır… Hektor’un paramparça olmuş bedeni orta yerdedir, acılı ana ve babasına günlerce teslim edilmez, cenaze töreninin yapılıp toprağa defnedilmesine izin verilmez. Akhilleus’un çadırına gelip oğlunun ölüsü için ona yalvaran Kral Priamos’un acısına saygı da bir insanlık göstergesi olarak destanda can alıcı bir yerde durur. Sadece yenilen bir savaşçıya değil, bir ölüye ve onu sevenlere yapılan en büyük zulümdür bu. Ve işte tam da o noktada, Akhilleus’un destanı biter, Hektor’un destanı başlar. Böylelikle Homeros, Troya’yı yerle bir eden büyük savaşçı Akhilleus’a ciddi bir insanlık dersi verir.

Homeros destanlarının bu denli çağlar ötesine seslenen zamansız metinler oluşunun bir nedeni de bu değil midir zaten? İçinde çok ciddi özeleştirileri de barından yüzleşme metinleri olması… Bu nedenle, bu metinleri okurken “İliya neresi, Troya nerede, bu savaş gerçekten yaşandı mı, Odysseus diye biri var mıydı, böyle bir yolculuğa gerçekten çıkıldı mı” ve benzeri sorulara cevap aramakla yetinmemek gerektiği çok aşikâr. Homeros metinlerini anlamak demek, ödenen bedelleri, yaşanan yüzleşmeleri ve içerdiği derin özeleştiriyi de görebilmek demek. Bu destanlar, bugün içinde yaşadığımız günlerin de ne anlama geldiğini anlamamızı sağlayan dev birer ayna niteliğinde…

Ölüme Karşı Hayatı Savunmak…

Bu dev aynalardan biri de “Ölüler Ülkesi”… Odysseia destanında Odysseus’un 20 yıl sürecek olan eve varma yolculuğunun bir yerinde Ölüler Ülkesi’ne de giden Odysseus, orada Yunan birliklerinin en büyük savaşçısı, Troya kahramanı Akhilleus’un ruhu ile karşılaştığında, Akhilleus’un ruhuna, Troya savaşındaki kahramanlıklarının nasıl dilden dile dolaştığını anlatmaya başlar. Ancak Akhilleus’un keder içindeki ruhu, Odysseus’un sözünü keser: “Ballandırma bana ölümü, şanlı Odysseus! Burada Ölüler Ülkesi’nde bir kahraman olacağıma, bütün geçmiş göçmüş ölülere kral olacağıma, el kapısında kulluk edeydim ama hayatta olaydım keşke. Varlıksız, yoksul bir çiftçinin yanında ırgat olaydım ama yaşıyor olaydım!” der ve ölüme karşı hayatı savunur…

 

 

Smyrna Höyüğü’nde, arkaik yoldaki yürüyüşümüze devam ediyoruz. Bu kez  klasik dönem toplantı yapısının önündeyiz. O dönem konuşulan hâkim dil, Aeol ve İon dillerinin karışımı olan bir lehçe olmakla birlikte Antik Yunanca, diyor Cumhur hoca. Ancak Smyrna, son derece kozmopolit bir yer. Karyalılar da var ve Karya dilini konuşuyorlar, Lidyalılar var, Lidce konuşuyorlar, Frigler var, Likyalılar var ve bu halkların her birinin kendi dilleri var. Cumhur hoca, asıl çalışma alanının da epigrafi olduğunu ve  yazıtlardan hareketle bugün Manisa olarak bildiğimiz Lidya bölgesindeki ekonomik, sosyal ve dini amaçlı dernekler üzerine çalıştığını söyleyince, taa o çağlarda bile tiyatrocuların dernekleri, heykeltıraşların dernekleri, müzisyenlerin dernekleri olduğunu öğrenip heyecanlanıyoruz. Mesela Roma dönemide Akhisar’daki köle tacirleri, kölelerine bölge valisinin heykelini yaptırıyorlar. Mesela İzmir’de tiyatrocular derneği, dönemin kralına mektuplar yazarak vergi muafiyeti talebinde bulunuyorlar. Bu bilgileri yazılı belgelerden öğreniyoruz, diyor Cumhur Tanrıver ve belki de lonca teşkilatlarının ilk örnekleri sayılabilecek bu dernek yapıları daha çok dayanışma ve yardımlaşma aracıyla kurulmuş, diyor.

 

 

Meslekten Ozan Rapsodlar…

Panadya bayramlarında Homeros destanlarını okuyan ozanlara rapsod dendiği paylaşılan bilgiler arasında. Rapsodlar, ellerinde sazlarla destanlar okuyarak, çağlar boyunca sözlü geleneğin taşıyıcılığını yapmışlar. Peki Homeros destanlarında “aoidos” olarak anılan ozan’la  “rapsod” arasındaki fark nedir? Azra Erhat, bu soruyu cevaplarken Homeros’un destanlarındaki “aoidos”un daha çok “yaratıcı bir ozanı” tanımlamaya yönelik olarak kullanıldığını, “rapsod”un ise, “zanaatkâr”, yani meslekten ozan olan kişileri tanımlamak için kullanıldığını ifade ediyor.

Homeros adı, tarihçi Proklos’a göre “tutsak” anlamına gelen “homereia”dan gelmiş. Fakat bu kelime Aiol lehçesin­de, “gözü görmeyen, kör” anlamlarına da geliyor. Bu nedenle Homeros’un kör olduğu da rivayetler arasında. Homeros doğuştan kör bir ozan olabilir mi, sorusuna ise Proklos vakti zamanında şu öfkeli cevabı vermiş: “Homeros’a kör diyenlerin, kendileri kördür! Dünyada, Homeros kadar sayısız gerçeği görebilmiş olan var mıdır?”

Sığınmacılık ya da Tanrı Misafirliği…

Homeros metinlerinde insanlığın temel göstergesi olan bazı değerler var ki, bunların başında, sürgün ya da konuk olarak kapıya gelip sığınana saygı en üst sıralarda. Örneğin sürgün olan Patroklos,  Akhilleus’un babasının kapısına dayandığında artık Akhilleus için kardeşten de ileridir. Tanrı misafirliği de o eski çağlardan kalma bir gelenek olsa gerek. Bu durum, çağdaş edebiyatımızın Homeros’u diyebileceğimiz Yaşar Kemal’in romanlarında da sıkça görülür. Bir eve bir konuk geldi mi, kılığına kıyafetine bakılmaz, içeriye buyur edilir, elini yüzünü yıkaması sağlanır, aç mı tok mu diye sorulmaz ocak başına oturtulur yiyecek ikram edilir. Fırsat düştüğünde, kim ol­duğu, nereden gelip nereye gittiği de sorulur ama, fazla da ısrar edilmez. Odysseus gibi kimliğini gizlemek istiyorsa, sırrına saygı gösterilir. Bu, kuşaktan kuşağa aktarılacak bir dostluğun da ilk adımıdır.

 

Bayraklı Belediye Başkanı Serdar Sandal, Aylin Sandal, Gülsen Tuncer, Engin Ayça, Fehmiye Çelik, Vedat Yıldırım

 

Smyrna Höyüğü gibi, Göbekli Tepe’den ya da Çatalhöyük’ten de biliyoruz ki dünyanın en eski yerleşimleri bu topraklarda mevcut. Yine Yaşar Kemal’in deyimiyle, “Anadolu’nun, Ege’nin, Çöl Arabistan’ın Mezopotamya’nın sözlü gelenekleri hep burada. Bu muazzam geleneği Herkül gibi sırtlayan bir coğrafyamız var. Hem bu geçmişi bilerek ve hem de çağın değişimlerini kavrayarak üretmek hiç kolay değil, ama bunu bir de başarırsan tadından yenmez.”

1 Ekim akşamı Homeros’un kentinde şarkılar söyleyen Kardeş Türküler projesi de, 30  yıla varan müzik yolculuğunda tanığı olduğu çağın ve coğrafyanın sınırları ötesine bir seslenme çabası aslında. Bu zengin kültürel evrendeki yolculukta zaman zaman usta isimlerle kendi sahnesinde buluşan, zaman zaman geleneksel şarkılara yeni sözler, danslara yeni adımlar ekleyen ve  gösterilerine katılan herkesle beraber “memleket de sahnemiz gibi olsa” diye haykıran bir proje… Govendler, semahlar, zeybekler, bozlaklar, ağır romanlar, halaylar, horonlar… Her birini kendi kültürel bağlamlarını dikkate alarak kendi dillerinde yorumlama çabası…  Bir arada yaşamak isteyen herkesin, Alevilerin, Sünnilerin, Yahudilerin, Arapların, Türklerin, Türkmenlerin, Çerkeslerin, Kürtlerin, Çingenelerin, Ermenilerin, Lazların, Rumların, Süryanilerin… işçilerin, kadınların, lezbiyenlerin, geylerin, transeksüellerin…  Herkesin sözünü, şarkısını ve dansını sahneye taşıma neşesi… Ve tıpkı Homeros gibi, Kardeş Türküler’in de inancı, barışı getirecek olan tek şeyin, insanların birbirlerinin haklarına, inançlarına, fikirlerine, kimliklerine, kültürlerine sahip çıkarak bir arada yaşama isteği.. 

 

 

“…Şölende eş pay aldı her insan, yakınmadı tek bir kişi.

Yenilip içilince doyasıya, şaraplarla doldurdular kadehleri

Ve korolarla yatıştırdılar tüm öfkeleri, gün boyunca…” (Homeros)