Aysel Yıldırım
Merhaba hoşgeldiniz,
Panelin deneyimler bölümünde, ben size 1990 ve 2010 yılları arası, 20 yıllık bir süreçte eylemiş olduğumuz feminist tiyatro deneyimimizden bahsedeceğim. Çoğu ‘amatör tiyatro’ evreninde şekillenmiş bu uzun süreli dönem oldukça hareketli, oldukça yoğun bir deneyim. Bu yüzden aktarırken süreyi de düşünerek belli kısaltmalar yaptık haliyle.
Neredeyse 20 yıla yayılan bu tarihi aktarırken, o dönem amatör feminist tiyatro deneyiminden geçmiş bazı kadınların, bugün halen BGST çatısında feminist prodüksiyonlar üretmeye devam ettiğini, ancak ‘profesyonel’ ya da ‘yarı profesyonel’ bir biçimde devam ettiğini söylemeliyiz. Biz -Banu, Sevilay ve ben- bugün için ön hazırlık yaparken, şöyle bazı sorular sorduk kendimize: Feminist bir üretimin piyasa koşulları içinden sunumu sürdürülebilir bir durum mu? Feminist tiyatro eğitim-araştırmalarının zayıfladığı durumda, feminist hareketle ilişkisi ivme kaybeden, amatör alandan uzaklaşan bir feminist tiyatro mümkün müdür? Net işbölümlerine dayalı, dar ve içe kapalı projelerle yürümek, feminist olma iddiasındaki tiyatroyu nereye taşır? Patriyarkal ilişkilere itiraz eden feminist tiyatro, o ilişkilerin göbeği diyebileceğimiz profesyonel piyasada teslimiyet yerine mücadeleci bir tavrı, ürünü dışında nasıl bir gücü arkasına alarak sürdürebilir? Bu sorular tam olarak bizim pozisyonumuzu yansıtmıyor elbette, bizim geldiğimiz gelenek ve şimdiki ilişki ağlarımızla biraz daha farklı bir pozisyon aldığımız söylenebilir. Ama yine de bu sorular, hepimiz için küçümsenmeyecek bazı tuzaklara işaret ettiğinden önemli. Biz bu sorulara şöyle şöyle yanıtlar verdik diyemeyiz, ama buradan başlayacak bir tartışmanın anlamlı olduğunu düşünüyoruz. Ve bu sorular aklımızda olarak, kendi amatör feminist tiyatro deneyimimizi aktaralım istedik.
Şimdi bu tarihsel sürecin başına gidelim. Boğaziçi Üniversitesi’nde, BÜO ve BÜFK kulüp çatısı altında kültür sanat faaliyeti gösteren, amatör olarak tiyatro, dans ve müzik üreten kadınlar, bir süre sonra, bağımsız çalışma yürütebilecekleri bir yapıya ihtiyaç duyuyorlar. Burada çerçeve aşağı yukarı şöyle özetlenebilir. “Toplum erkek egemendir, sanat üretim alanları da bunun dışında değildir. İçinde devindiğimiz alan da bu eril geleneklerden gelişmiştir. Dolayısıyla buna itiraz edecek bir örgütlülüğe ihtiyaç vardır.” Ve 1989 yılında Feminist Kadın Çevresi kuruyorlar. FKÇ bu kadın öğrenciler tarafından underground bir yapı olarak kuruluyor, yıllar içinde bu bağımsız kadın örgütü genişleyerek, hem kendi kültür sanat alanında ürünlerini çıkarıyor, hem de İstanbul kadın hareketi içindeki etkin, görünür pozisyonunu alıyor.
FKÇ’li kadınlar 1991 senesi itibariyle, üniversite içinde 8 Mart şenlikleri düzenlemeye başlıyorlar. Neden önemli 8 Mart şenlikleri? Çünkü bizim feminist tiyatro etkinliklerimiz o şenliklerde gerçekleştirdiğimiz amatör gösterilerde şekillenmeye başlıyor. Sadece gösteriler de değil, o hafta boyunca paneller, söyleşiler düzenleniyor, panolar hazırlanıyor, sadece kadın eserlerine yer veren bir kitap sergisi açılıyor, meydanda ve yurtlarda gösteri/eylemler, skeçler, konserler yapılıyor. Boğaziçi’nde başlayan bu “8 Mart Kadın şenliği” geleneği neredeyse 30 yıldır sürüyor, 2000’lerden beri de Boğaziçi Üniversitesi Kadın Araştırmaları Kulübü/BÜKAK çatısında sürdürülüyor.
Bu kadın şenliklerinin protest bir niteliği vardı. Etkinlikler sadece kadınların gündemleriyle şekilleniyordu. Erkek egemen algı kalıpları içine hapsedilmiş kadınlık imgelerini reddediyor, alternatif arayışları kışkırtıyor, tartışmaya açıyor, kadınlar lehine pozitif ayrımcılık yapıyordu. Bu çerçeveden çıkan tiyatral etkinlikler de bu temel dramaturjiyle şekilleniyordu haliyle.
Bu yapıda, kadınlara mahsus bir alan olan “kız yurtlarının” ayrı bir önemi vardı; çünkü Feminist tiyatrocuların gösteri/eylem pratikleri burada şekilleniyordu. Her 8 Mart’ta kadınlar o dönem öğrenci kadınların gündeminde her ne varsa sahneye taşıdıkları kısa skeçleri, yurt koridorlarında yarı doğaçlama yarı metinsel bir yapıda diğer kadınlara sergilerler; hem de daracık bir koridor kavşağında, merdivenlere tepeleme doluşmuş kız yurdu sakinlerine. Ardından da, kadın şarkılarının seslendirildiği bir konser olurdu mutlaka. Bu gösterimler bir eylem pratiği içinden gündeme gelirdi ve sadece kadınlara mahsustu.
Yapılarını anlamak için bazı skeçlerden örnekler verelim. Örneğin o dönem yurtlar arasında paralel telefonlar var ve erkek yurdundan çok sık taciz telefonları mı geliyor, skeçte bu canlandırılır. Ya da Mühendislik Binası’nın tuvaletlerine kamera mı konmuş ve kadınlar bundan rahatsız mı, “Tuvalette Gizli Göz” skeci oynanır. Bu amatör, doğaçlamaya dayalı üretimler, 70’li yıllarda Amerika ve Avrupa’da bir taban hareketi olarak şekillenen Feminist Tiyatro’daki bilinç yükseltmeden doğan gösteri eylemlere benzetilebilir ama farklılıklar da görülür. Vurgusu tek tek kadınların özgürleşmesinden ziyade, bir alanda kadınların birlikte bir eylem sürecine girerek, kendilerini içinde bulundukları alanla birlikte özgürleştirmeyi önermesidir. Buradan çıkan feminist tiyatro da, kendisinden önce gelen geleneksel, patriyarkal iş ortamlarına, içerik ve biçimlerine itiraz eder. Bu anlamda avangarttır, öncüdür.
Daha sonra bu yurt skeçleri ve konserler İtalyan sahneye taşınıyor; yani şu an içinde bulunduğumuz kamusal sahneye ÖFB’ye. Hem de ilk kez bir Rock konseri ile. Kamusal alanda kadınlara özel bir etkinlik, üstelik bir rock konseri düzenlemek, gürültü koparan bir girişim oluyor. Rock müzik, özellikle o yıllarda, eyleyicisinin ve esas alımlayıcısının erkekler olduğu düşünülen bir alandır. 1995 yılında gerçekleşen bu amatör konserde, Rock grubundaki herkes kadındır, hazırlığın tüm aşamalarında sadece kadınlar çalışmıştır ve konseri de sadece kadınlara açmaya karar verirler. Tabii kampüsteki çoğu erkeklerle ve bazı kadınlarla ciddi karşılaşmalar yaşanır.
Bu gösteri/eylemin temelinde hangi sorular vardı peki? Sadece kadınlara açık kamusal bir alan neden kurulmasın? Kadın kadına erkeğin gölgesinden azade olmanın getirdiği bir rahatlık, bizim ‘kadın matinelerinden’, kadın günlerinden bildiğimiz bir ortam; bu rahat ortam feminist çerçevede yeniden örgütlense nasıl olur? Ama her şeyden öte özgürleştirici bir deneyim alanı kurmak: çünkü erkeğin yokluğunda, kadınlığa pozitif ayrımcılık yaparak, üstelik de sadece eğlenerek değil, tartışarak -çünkü homojen bir kalabalık değil kadınlar- sahnedeki eser sadece eğlendirmek için yapılmamış, bir tartışma açmak için de yapılmış, 8 Martı kutlamak için de.
Bütün bu yeniliklerin amatör alandan çıkmış olması tesadüf değil tabii ki. Ömer Faruk Kurhan’ın kitabında okuduğumuz şu cümlesi geliyor aklımıza: “Amatör tiyatronun en büyük avantajı, neredeyse hiçbir ticari ya da akademik denetim olmaksızın iş yapabilmesidir”. Şu tarihe şu oyun yetişecek, gidere göre şu kadar para kazanılması gerekiyor endişeleri ya da akademinin “bu tiyatro böyle yapılmaz ki” tarzı hamasi katı sınıflama ve söylemlerinin dışında yapılan işler bunlar. Yenilikçi işler. Deneysel işler. Taban hareketiyle ilişkisi olan, feminist dramaturjisi olan, belli korku ve kısıtların dışında konum alabilen amatör işler. Bugüne dönersek, şöyle bir soru da formüle edebiliriz: sadece profesyonel ya da yarı-profesyonel alanda üreterek ve amatör sanatın sağlayabildiği görece özgürlük alanından uzaklaştıkça, gerçekten feminist tiyatronun sonuna doğru mu gidiyor oluruz? Abartılı bir soru gibi gelebilir, farkındayız, biraz da kışkırtıcı olmasını da istedik. Çünkü bu riskin varlığı da hafife alınmamalı.
Tarihsel akışa devam edelim. Ardından yine bu sahnede, yine sadece kadınlar tarafından gerçekleştirilen Feminist Tiyatro etkinlikleri de 2000 yılı itibariyle sadece kadınlara açılacaktır. Biz daha çok içinde yer aldığımız tiyatro geçmişinden örneklerle devam edeceğiz ama unutmayalım, bu yapıda feminist amatör sanatın, dans, müzik ve tiyatro alanında ayrı ayrı ya da birlikte pek çok ürünü olmuştur.
Feminist Tiyatro derken neyi kast ediyoruz? Kadın rollerinin ikincilleştirildiği, stereotipleştirildiği, eril tiyatro geleneğine feminist dramaturjik müdahalenin yapıldığı bir tiyatro. Kadın hikayelerinin, rollerinin o stereotiplerden çıkarılıp derinleştirildiği, kadın deneyiminin ve bakışının hikayenin merkezine taşındığı bir tiyatro. Ayrıca yazar, yönetmen, teknik kadro, başrol gibi alanları genelde erkeklerin doldurduğu patriyarkal tiyatro anlayışını bozan bir çalışma ortamı kuran, bu ortamda kadın dayanışmasının vurgu kazandığı, kadın mücadelesinden gelen ve o mücadeleye katkı sunan bir tiyatrodur Feminist Tiyatro.
2000 yılı itibariyle Feminist Tiyatro çalışması bir çalışma alanı olarak Feminist Kadın Çevresi içinde kurulacaktır. 1997 yılında kadın oyunları yazmaya başlamış olan Sevilay Saral, 2000 yılında diğer amatör feminist tiyatrocu arkadaşlarıyla bir feminist tiyatro çalışması başlatacaktır. Bu çalışma katılıma açık bir alan olarak kurgulanacak, kolektif oyunlaştırma esas olacaktır. 8 Mart’a özel hazırlanan kısa oyunlardır ilk oyunlar. 2000’de Uykudan Önce, 2001’de Düş Dostları, 2002’de Kadın Doğum. Sonra daha uzun oyunlar çıkarmaya başlar bu kadro. 2003’te 7 Kadın, 2005’te Bir Kadın Uyanıyor, 2008’de Otobüs oyunları yazılır ve sahnelenir.
2000 yılı itibariyle kadro artık sadece öğrenci tiyatroculardan kurulu değildir. Farklı mesleki alanlara yerleşmiş kadınlar amatör olarak feminist tiyatroyu yapmaya devam ederler. Kadınların mezuniyet, iş hayatı ya da annelik deneyimleri sonrası sanatın tüketicisi pozisyonuna geçmemesi açısından, bu yıllardaki devamlılık önemlidir. Yapısal tartışmalar daha çok bu noktaya odaklıdır. Eğitim araştırma, örgütlenme ve alternatif kamusallaşma yolları bulma ve belli bir düzen içinde sürdürme bu tartışmaların yapı taşıdır. Belli sıkıntılar yaşansa da, az önce saydığım, kısa ve uzun oyunlarla sonuçlanan feminist tiyatro çalışmalarının her biri feminist hareket içinde, eğitim araştırma süreçleri sonucu oluşturulmuştur.
7 Kadın’dan itibaren oyunların profesyonel temsilleri oluşturulmaya başlanmıştır. Oyunlar kampüs dışına çıkmış ve yine sadece kadın seyirciyle buluşmaya devam edilmiştir. Biz bunu ‘Kadınların Tiyatrosu’ olarak adlandırdık. Bu oyunlar seyirciyle buluşurken, temsil dışında da kamusallaşma yolları kurulmuş, oyun sonrası fuaye tartışmaları tertip edilmiş, bunlardan oluşan “turne notları” tutulmuş, oyuna dair yazınsal çalışmalar yapıp Mimesis, Feminisite gibi yayın organlarında yayımlanmış, Feminist Tiyatro Mimesis özel sayısı yayınlanmış, oyun metinlerimiz BGST Yayınlarından basılmıştır.
Yani özetle, prodüksiyonla yetinmeyen bir yaklaşım vardı. Bütün bu üretimlere baktığımızda, tiyatronun sadece gösteren değil, merkezi bir rol atfedilmese de ‘dönüştürücü’ bir eylem olarak görüldüğünü anlayabiliriz. Bu toplumsal işlevin sağlıklı bir biçimde yerine gelmesi de, eğitim-araştırma yapılarının kurulmasıyla olduğu kadar feminist taban hareketiyle kurduğu ilişki ile de ilintili diye düşünüyoruz. Yine bugüne bir soru bırakalım o zaman. Örgütlü feminist mücadeleden uzaklaşmak ya da bu mücadele alanının soluklaşması, feminist bir tiyatronun toplumsal işlevini zayıflatır mı?
Bu noktada FKÇ’nin, o yıllarda, özellikle İstanbul’daki kadın hareketiyle ilişkisine de bakmak lazım. Çünkü tiyatrocu kadınlar da bunun içindeydi elbette. Bu çok uzun bir seminerin konusu olacak bir başlık ama özetle şunu söyleyebiliriz. Kadın hareketi yakinen izleniyordu, rutin toplantıları özenle takip ediliyordu. Geri bildirim yoluyla görüş alışverişi sağlanıyordu. 8 Martlarda mitinglere katılmak temel prensiplerdendi, o yüzden kürsünün söylemi önemliydi. Müzisyen kadın arkadaşlarımız burada sahne alıyordu. Ancak İstanbul’da kadın hareketinin hareket alanı haylice genişti. Kadın sorunlarını, Kürt sorununu, savaşı, hak ihlallerini, kurumlar içindeki tacizleri geniş bir şekilde gündemine alıyor ve sıklıkla basın açıklamaları ya da başka tür eylemlere çağrılar oluyordu. FKÇ bunları takip etmeye çalışmakla beraber, çoğunlukla katılımı dar ve sembolik oluyordu. Çünkü öğrenci ya da meslek sahibi kadınlarla birlikte sürdürdükleri kültür sanat alanındaki örgütlenmelerini ve üretimlerini sekteye uğratacak şekilde bir katılım göstermek benimsenmiyordu.
Ayrıca 8 Mart mitinglerinin dışında, doğrudan örgütçüsü olunmuş bazı kampanyalar da vardı tabii. Örneğin 2006 yılında yürütülen “Eren Keskin’le dayanışma Ağı” kampanyası. Burada yoğun bir eylemlik dönemi yaşanmış, iki ay sürmüş, bitiminde de etkileyici bir dayanışma gecesi ve bir konser yapılmıştı. Yine örgütçüsü olunan bir diğer kampanya, sanat eğitiminde cinsel tacize karşı yürütülen kampanyadır. Bu imza ve ifşa kampanyasında da yoğun bir eylemlilik dönemi yaşanmış, tiyatrocu kadınlar bir araya gelmiş, yaşanan taciz vukuatını da içeren bir doğaçlama metin oluşturmuş ve bir etkinlikte bu çalışmanın sonuçlarını sahnelemişlerdi. Bu örneklerde, avangart feminist sanatın aktivizmle bağını görüyoruz. Günümüzde bu bağın zayıfladığını biliyoruz. Bu durum batıda 70’li yılların sonunda yaşanıyor. Ancak gösteri sanatlarında kadın duyarlılığı meselesi vazgeçilmez bir unsura dönüşmüş oluyor. Kadın tiyatrosu, ana akım tiyatronun bir parçası haline geliyor. Bugün İstanbul sahnelerinde ya da bazı televizyon kanallarında izlediğimiz onlarca kadın hikayesinin varlığı da bize biraz o yıllarda batının yaşadığı dönüşümü anımsatıyor.
Tarihsel akışımıza dönersek, 2010’ların başı itibariyle, feminist tiyatrocuların kendi sanat alanını örgütleme yaklaşımının çözüldüğünü, varlığını prodüksiyonlar aracılığıyla amatör alandan ayrılıp yarı profesyonel ve profesyonel yapıda sürdürdüğünü söyleyebiliriz. Bununla birlikte, 2010 yılı sonrası yeni bir prodüksiyon da hazırlanmadığından, bu bölgede çalışmalar durma ve dağılma noktasına gelmiştir de diyebiliriz.
Bu tarihsel deneyimi toparladığımızda, gelinen nokta, bize Ömer Faruk Kurhan’ın kitabında yaptığı değerli bir uyarıyı hatırlattı, aktarımımızı onunla bitirmek istedik:
“Asıl mesele, ‘eğitim araştırma mı, prodüksiyon mu’ ikilemine düşmeyip bu ikisi arasında verimli ve birbirini destekleyen bir ilişki kurulmasıdır.”