Bir süredir siyasi iktidarın neredeyse pek çok alana hâkim olmuşken aynı hâkimiyeti kültür sanat alanında kuramamış, yerli ve milli bir kültür yaratamamış olmaktan şikâyet ettiğini biliyoruz. Yerli ve milli kültürün ne olduğu, -hele de küreselleşen dünyada sınırlar aşılırken ve internet sanatsal tanışıklığı, etkileşimi hızlıca sağlayacak şekilde elimizin altındayken- yerli ve milli bir kültür yaratmanın mümkün ya da gerekli olup olmadığı ayrı bir tartışma konusu. Özgürlükçü ve kutuplaşmamış bir ortam olsa bu gibi tartışmalar entelektüel olarak derinlikli bir şekilde farklı çevreleri katarak yapılabilir; hem siyasal hem kültürel çevreler açısından ileriye dönük geliştirici sonuçlar da çıkarılabilirdi.
Türkiye’de siyasetin kültür sanat alanını her daim belirlemeye çalıştığı, siyasi iktidarların kültür sanat üretiminin önündeki her türlü engeli kaldırarak sanatsal çeşitliliği, üretimi teşvik etmediği bilinir. Bir dönem kadın oyunculara sahneleri yasaklayan, bir dönem Nazım Hikmet şiirlerini, Brecht oyunlarını, Yılmaz Güney filmlerini… bir dönem Zülfü Livaneli şarkılarını, Kürtçe, Ermenice müzikleri, Grup Yorum konserlerini… bir dönem de Ahmet Kaya’ya ülkesinde yaşamayı yasaklayan siyasal, toplumsal iklimler geçirdik eski Türkiye’de. Bugünse AKP iktidarlarının kurmayı hedeflediği yeni Türkiye’de yasaklama, baskı ve sansürün tonunun gittikçe koyulaştığı siyasetteki siz-biz kutuplaşmasının kültürel ortamı belirlediği bir iklimde yaşıyoruz. AKP iktidarları özellikle üçüncü iktidar dönemiyle birlikte sanat alanında belli bir kesime yönelik teşvik ve destekler verirken siyasi iktidarla ters düşen sanatçıların çalışmalarını kısıtlamaya, yasaklamaya çalışıp durdu. Keyfi uygulamalarla bir kesimi itibarsızlaştırmaya gayri ahlaki ilan etmeye, marjinalleştirmeye ya da ekonomik ablukaya alarak yaşamlarını sanatla idame ettirememelerini sağlamaya çalıştı.
Özellikle Türkiye’nin son beş yılında bu politikaların artarak uygulandığı belli kırılma noktaları karşımıza çıktı. Hatırlayalım… Bunlardan biri Gezi Parkı protestolarıydı. Gezi Parkı protestolarına destek veren firmaların, kişilerin, sanatçıların isimlerinin yer aldığı bir kara liste oluşturulduğu, Kültür Bakanlığı’nın bu listeye göre özel tiyatrolara verdiği fonları kestiği ya da bu kesimlere salon vermediği bilinen, konuşulan meselelerdi. Siyasi iktidarla ters düşmeseler de popüler kültür alanına da genel ahlak, Türk aile yapısına uygunluk gibi gerekçelerle yerli ve millilik adına ayar verilmeye devam edildi. Gülşen ve Hadise’nin de aralarında olduğu pop müzik sanatçılarının klipleri sansüre uğradı. Siyasi yetkililerin işaret ettiği dizilerde kullanılan kostümlerden, içki görüntülerine kadar ekranlar flulaştı. Kadın sunucuların kıyafetlerine bile siyasiler adeta moda danışmanlığı yaptı.[1] Bunlar olurken sanat alanından güçlü bir karşı duruş oluşmadı.
Diğer bir kırılma noktası 15 Temmuz sonrası ilan edilen OHAL döneminde yaşandı. İktidarın siyasi çizgisine uygun görülmedikleri için pek çok sanatçının çalışmaları engellenmeye devam edildi. Siyasal meselelerle ilgili görüşlerini açıkladığı için Sıla konserlerinin bir dönem kısıtlanması, Barış Atay’ın oyunlarının yasaklanması, Fazıl Say’ın, Levent Üzümcü’nün karşılaştığı sıkıntılar ilk akla gelen örnekler. Ama asıl mesele Kanun Hükmünde Kararnamelere (KHK) dayandırılarak sanat kurumlarının içinin boşaltılması hamlesiyle oldu. KHK’larla sadece kişiler değil kurumlar da hedef alınmıştı. Örneğin, İstanbul Büyükşehir Belediyesi Şehir Tiyatroları’nda sanatçılar, memurlar açığa alındı ya da kurumla ilişkileri kesildi. Diyarbakır Büyükşehir Belediyesi’ne kayyum atanmasının ardından sanat yapmak da zorlaştı. Diyarbakır Şehir Tiyatroları sanatçılarının görevine son verildi. KHK’larla İzmir Yenikapı Tiyatrosu ve Antakya ve İzmir Ayışığı Sanat Merkezi mühürlendi. Türkiye’nin en köklü eğitim kurumlarından olan ve pek çok tiyatrocunun, entelektüelin yetişmesine katkı sunan Ankara Üniversitesi DTCF Tiyatro Bölümü, 10 kişilik öğretim kadrosundan altısı tasfiye edilerek fiili olarak kapatılmış oldu. Medya kanalları da sanatı hedef almakta boş durmadı. Akit Gazetesi’nin hedef göstermesinin ardından Müjdat Gezen Sanat Merkezi saldırıya uğradı. Örnekler çoğaltılabilir… Bu kurumsal tasfiyeler karşısında da sanat alanında güçlü bir işbirliği inşa edilmedi.
İptaller, yasaklamalar, tasfiyeler ve yaratılan korku iklimiyle geçirilen bir referandum sürecinden 24 Haziran erken seçimlerine gelindi. Bu arada başka bir sanat okulu Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi (MSGSÜ) İstanbul Devlet Konservatuarı binası kapatılmaya çalışıldı. MSGSÜ Rektörlüğünün, öğrencilerin ve velilerinin okullarına sahip çıkması sonucu bu gündem ertelendi ve seçim sonrasına bırakıldı. Seçimler bitti. 24 Haziran sonrası Türkiye’nin yönetim biçimi hatta rejimi değişti; başkanlık ilan edildi.
24 Haziran seçimlerinin hemen ardından ilginç bir çıkış sosyal medya üzerinden İbn Haldun Üniversitesi İletişim Fakültesi Dekanı Fahrettin Altun’dan geldi.[2] Altun, İstiklal Caddesi’ndeki bir kitapçıda gördüğü kitaplardan memnun olmamış ki fotoğrafını çekip “Yeter artık yerli ve milli bir kültür politikasının vakti gelmedi mi?” diyerek twitter üzerinden veryansın etti. 24 Haziran seçimlerinin verdiği güce referansla “Siyasi hegemonyanız bitti kültür hegemonyanız da bitecek.” diye devam etti. Başkanlık ilanından sonra tiyatrocu Orhan Aydın twitleri nedeniyle gözaltına alınıp bırakıldı; Fazıl Say’ın biletleri çoktan satışa çıkmış İstanbul Açıkhava konseri iptal edildi. Devlet Tiyatrolarında yeni bir düzenlemeye gideceği duyuruldu.
AKP hangi alanda krize girerse girsin krizleri yönetmede konjonktüre uygun olarak çok yönlü, çeşitli ve hatta çelişkili politikalar geliştirme kıvraklığını gösterebiliyor. Yasaklama, iptal, tasfiye yolunu kullanarak hem korku yaratıyor hem de seküler çizgide yer aldığı söylenebilecek belli sanat kesimlerini, kimi popüler isimleri yanına çekebiliyor. 24 Haziran seçimleriyle hızlanan ama daha öncesinden başlamış olan başka bir yöntemin de “seküleri sekülere kırdırma” şeklinde karşımıza çıktığı söylenebilir. Bunun son örneklerini Sabah gazetesine röportaj veren sanatçıların karşı karşıya kaldığı durumla birlikte gördük. Gazete daha öncesinde başladığı röportajlarına 24 Haziran sonrasında devam etti. Referandumda İzmir Marşı yorumuyla “Hayır” kampanyasını taçlandıran Haluk Levent, polisiye romanların önemli kalemi Ahmet Ümit, müzisyen Bülent Ortaçgil, Derya Köroğlu, protest müziğe de alan açan Kalan müziğin sahibi Hasan Saltık gazeteye verdikleri röportajlarda 24 Haziran seçimleri sonrası oluşan siyasi tablonun meşruluğuna dair de görüşlerini sundular.[3] Yarı yandaş olarak çoktan yaftalanmış olan Mazhar Alanson da röportajında panik haldeki seküler kesime seslenerek laikliğin bu ülkede tasfiye edilemeyeceğinin garantisini vermeye kalktı. Sanat alanında üretim veren bu isimlerin yandaş olarak anılan Sabah Gazetesi’ne röportaj vermesi, iktidarı meşrulaştıran söylemleri özellikle aynı mahallede yer aldıkları sol ve seküler kesimler tarafından çokça eleştirildi; yandaşlık olarak da nitelendirildi. Basının neredeyse tamamının iktidar tekeline geçtiği bir ortamda Sabah Gazetesi gibi iktidarı meşrulaştırma, savunma işlevi gören yayınlara röportaj verip vermemek ayrı bir tartışma konusu. Ancak söz konusu isimler muhalif konumunu korumaya çalışan basın organlarına röportaj verdiğinde de benzer görüşleri dile getireceklerdi.
Yaptıkları açıklamalar seçimlerin ertesi günü “seçim sonuçlarına saygılıyım; kazananı tebrik ederim” minvalinde konuşan Muharrem İnce ile aynı çizgideydi. Sanatçılardan önce seçim döneminin yükselen seçim gecesinde hızlıca düşüşe geçen muhalefet lideri İnce, bu yolu zaten seküler kesim içinde açmaya çalışmıştı. İnce’nin açıklamalarını hatırlayacak olursak, seçimler sanki ülkenin KHK’larla yönetilmediği, OHAL koşullarının olmadığı bir ortamda yapılmıştı. Medyanın neredeyse tamamı iktidar tarafından ele geçirilmemişti. Sandıkların tamamı muhalefet kontrolündeydi. Seçimlerin nasıl bir ortamda yapıldığı unutturularak seçim demokratik, adil ve eşit koşullarda yürütülmüş gibi bir yanılsama yaratılmıştı. Bu noktada Sabah Gazetesi’ne röportaj veren sanatçıları yandaşlıkla suçlamaktan çok Muharrem İnce’nin peşine takılmakla eleştirmek daha gerçekçi bir yaklaşım olabilir.
İktidar güdümündeki medyanın entelektüellerinin yapmaya çalıştığı, var olan iktidar yapısını ve seçim sonuçlarını meşrulaştırmak; muhalefet partilerinin anti-demokratik uygulamalarını saldırganca dillendirirken Türk-İslamcı iktidarın anti-demokratik yönünü gizlemek, yokmuş gibi göstermek… Sabah Gazetesi özelinde ise bu misyon sol, seküler kesimde saygınlığı olan isimler üzerinden gerçekleştiriliyor. Buraya açıklama yapanlar da yine sol seküler kesim içinde topa tutulurken iktidarın entelektüelleri, karşı mahallenin demokrasi düşmanlığından dem vuruyor. Sanatçılara da biat etmez ya da iktidarı meşrulaştırmazlar ve de iktidarla aralarını iyi tutmazlarsa geleceklerinin pek iyi olmayacağı korkusu hissettiriliyor. Yani bir taşta birden fazla kuş vuruluyor. Bu tecrübeli isimler bu oyunu görmemekle tabii ki eleştirilebilirler.
Ancak asıl mesele AKP-Ergenekon ittifakıyla kurulan yeni Türkiye’nin seküler alanı tasfiye etme kararlığı karşısında ne deneceğinin, ne yapılacağının bilinememesi. Ne yöne gideceğine karar veremeyen, sağa sola çarpan seküler kesim içinde sanatçılar da var. Bu durum bir dönemin muhalif star sanatçılarının röportajlarında da kendisini gösteriyor. Türkiye çöküşe giderken haktan, hakkaniyetten, adaletten, özgürlükten ve gerçek bir demokrasiden yana toplumu kucaklayan kurucu bir muhalefet şekillenemiyor. Var olan iktidarda yer alamayan ve kendini muhalefet sanan siyasi odaklar da demokrasi ve özgürlükler konusunda Yeni Türkiye’nin iktidarından farklı hareket etmiyor. İnsani ve özgürlükçü değerleri sahiplenerek toplumla ilişki kurmuyor. Yeni dönemin kurucu muhalif söylemi ve eyleminin ne olacağının peşine düşmüyor. Bunun engeli sadece iktidarın baskısı değil sanat çevrelerini de içine alan seküler kesimde hâkim olan neoliberal bireyciliğin ve konfor talebinin son sürat devam etmesi. İktidar ise kültürel alanda hegemonyasını kuramadığı için bu alanı hizaya getirme yolunda içerden desteğe/iş birliğine ihtiyaç duyuyor. Ancak yeni rejim kurulurken kaleyi içerden fethetmeye çalışsa da seküler sanatın nasıl tasfiye edileceği, yerine nasıl bir yerli ve milli kültür yaratılacağı henüz belli değil.
Bu durumda Sabah Gazetesi’ne röportaj veren birkaç sanatçıyı hedef tahtasına oturtup linç etmeyi bırakmak gerekir. Çünkü asıl mesele seküler kesimin kendi içinde didişmekten vazgeçip sanatta ve pek çok toplumsal alanda örgütlenen yıkıma karşı birlikte, örgütlü hareket edebilmenin yollarını bulması. Sanatçılar özelinde sanat alanında mesleki örgütlenmeyi ve dayanışmayı inşa edebilmek bu alanındaki yıkıma karşı çıkabilmenin tek yolu. Sanat alanında devlet istediği kesimin önünü açar istediği kesimin önünü kapatırken, bunca sanat kurumun içi boşaltılırken sanata sahip çıkmak, bir araya gelmek ve örgütlenmek hem bir zorunluluk ve hem de ahlaki bir sorumluluktur.
[1] Daha fazla örnek için Kadınların Gözünden Yeni Türkiye Panel Metni’nde Ülker Uncu’nun konuşmasına bakılabilir: http://feminisite.net/index.php/2017/04/kadinlarin-gozunden-yeni-turkiye-2/
[2] Fahrettin Altun’un bu çıkışıyla ilgili Ruşen Çakır’ın yerli ve milli kültürü tartıştığı programı Medyascope üzerinden izlenebilir. Bkz: “Yerli ve Milli Bir Kültür” Politikası Mümkün mü?: https://www.youtube.com/watch?v=_F-Aso0ZvKc
[3] Sabah Gazetesi röportajlarıyla ilgili Birgün Gazetesi’nde iki önemli yazı yayınlandı.
Fatih Yaşlı; Söyleme mecburiyetine karşı alışmama mecburiyeti; https://www.birgun.net/haber-detay/soyleme-mecburiyetine-karsi-alismama-mecburiyeti-225433.html
Burak Abatay; Yandaş medyanın sanatçı röportajları: İnsanları ait olduğu yerden koparmak; https://www.birgun.net/haber-detay/yandas-medyanin-sanatci-roportajlari-insanlari-ait-oldugu-yerden-koparmak-228925.html