“Hiç yaşamamışçasına, hiç sevmemişçesine
Unutursun o günlerimizi, gecelerimizi”
Ne kadar acı, ne kadar güç olsa da artık yolu bu dünyadan ayrıldı. Ölüm hepimizin başında ya, her gidenin ardından geriye kalan sadece bir derin sızı olmuyor. Gidenin, yaşamı boyunca ortaya koyduğu ölümsüz eserler de kalıyor geriye ve o gideni ölümsüzleştiriyor. Tıpkı Timur Selçuk gibi…
Timur Selçuk… Ses sanatçısı, piyanist, besteci, orkestra şefi ve eğitimci. Ürettikleriyle Türkiye müzik tarihinde her zaman yaşayacak bir isim. Beş yaşında piyano çalmaya başlamış ve ilk konserini yedi yaşında vermiş. Babası, besteci ve yorumcu Münir Nurettin Selçuk, annesi tiyatrocu Şehime Erton. Galatasaray Lisesi’nde okurken, bir yandan da İstanbul Belediye konservatuvarında solfej, armoni ve piyano eğitimi. Daha sonra Paris günleri. Dünyanın en prestijli konservatuvarlarından biri olan “Ecole Normale de Musique de Paris”te piyano, orkestra şefliği ve kompozisyon dersleri. Ümit Yaşar, Faruk Nafiz, Orhan Veli, Nâzım Hikmet, Attila İlhan gibi pek çok şairin şiirlerinden besteler. Oda müziği, pop müzik, tiyatro ve film müziği çalışmaları. Ritmik, melodik, armonik ve tiyatral ögeleri kendine özgü bir üslupta başarıyla bütünleştirme. Kendinden sonra gelen müzisyenlere de ışık tutan öncü çalışmalar. Çağdaş Müzik Merkezi adıyla bir okul ve bu okulda yetiştirdiği sayısız öğrenci.
2005 yılının sonbahar mevsiminde bir kitap çalışması için kendisiyle söyleşmek üzere Taksim Sıraselviler’deki Çağdaş Müzik Merkezi’nde buluşmuştuk. Kulaklarımızda, “Ayrılanlar İçin”, “Beyaz Güvercin”, “İspanyol Meyhanesi”, “Karantinalı Despina”, “Hâlet Rezâkî’nin Şarkısı”, “Ekonomi Bilmecesi” gibi hit’ler çınlıyor. İnanılmaz heyecanlıydık. Geçmiş yılların deneyim ve birikimleriyle, toplumsal tarihimizle ve müzikle iç içe geçen, dolu dolu bir söyleşi olmuştu. Müzikteki lirizmin, dünyanın herhangi bir yerindeki bir müzikseverin dinleyebileceği şekilde sunulmasının önemini anlatmıştı bize coşkuyla: “Yapılan iş, insanı insan yapan değerler manzumesinde içinizde bir çiçek daha açtırıyor mu? Açtırıyorsa tamamdır!” diye tanımlamıştı iyi müziği…
Bu söyleşi 2006 yılında, “60’lardan 70’lere 45’lik Şarkılar” adıyla yayınladığımız kitapta yer aldı. Timur Selçuk’un geride bıraktığı aziz hatırasıyla bugün bir kez daha sizlerle paylaşıyoruz.
“Belki buydu sevmek
Hayat belki buydu
Işıl ışıldım, gözlerim dopdoluydu
Bir nağme yükseldi sevinçten ve hazdan
Bir nağme yükseldi güzelden ve beyazdan”
Her şey için sonsuz teşekkürler Timur Selçuk…
TİMUR SELÇUK
Söyleşiyi Yapan: Burcu Yıldız, Fehmiye Çelik
’60’lı ve ’70’li yılların müzisyenlerinden birisi olarak dönemin müzikal ortamını nasıl değerlendiriyor ve bu ortam içinde müziğinizi nasıl konumlandırıyorsunuz?
Bir kere dönemi ve kişiyi ayırmak lazım. Çünkü kişiler aynı döneme, içinde bulundukları ortamlar, aileleri ya da eğitimleri doğrultusunda farklı yaklaşırlar. Örneğin ben, annem ve babamdan ötürü, müziğe hep ciddi bir biçimde yaklaştım. Beş yaşında piyano eğitimi aldım. Ondan sonra Galatasaray Lisesi’yle birlikte konservatuvara başladım. Her ciddi işin özünde bir ahlak olduğu için -hem insani ahlak hem sanatsal ahlak- meseleyi hep bu şekilde, büyük bir ciddiyet içerisinde ele aldım.
Türkiye’de 1950’li yıllara kadar -ki bu dönem Cumhuriyet ideolojisinin halkımız tarafından daha çok sahiplenildiği yıllardır- müzik dili açısından müzikal değerleri olan, söz açısından da şiirselliği olan örnekler birinci plandaydı. Ancak, ’50’den sonra, Demokrat Parti’yle birlikte ülkede sistem değişti, biliyorsunuz. ‘Küçük Amerika’ zihniyeti Türkiye’ye girdi. Bu süreçte, büyük şehirlerden başlayarak toplumun sosyal yapısı değiştikçe, müziğe bakan insanların baktıkları pencere de değişti.
’60’lardan itibaren de, kısa bir geçiş döneminin ardından, politik ve müzikal çizgisi farklı olan bir kuşak geldi. Dünyada, ’62-’63 Beatles hareketi sonrası, ki ben ona “uyuşturucu ticaretinin başlaması hareketi” diyorum, Batı kendi kültürünü terk edip yeni birtakım değerleri aramaya başlamıştı. Bu arayışın, kendi kültürünün gençlerini artık beslememekte olduğunu anlayan Batı’yı, Uzakdoğu’ya kadar götürdü. Anglosakson müziğin bu şekilde yayılmaya başlaması, aslında farklı bir emperyalizmin devamıdır ve ’68 hareketinin gelişmesinde önemli bir etkendir.
’68 kuşağı ile birlikte zaten var olan ve giderek marjinalleşen politik hareketlenmeler, müzik alanında da kendini gösterdi. Politik sözlü şarkılar yaygınlaştı. Ancak, ’70’lerden itibaren, artık iyice disko müziği dediğimiz, Beatles’taki müzikalitenin de reddedildiği, coşkunun şiddete dönüştüğü müzikler ortaya çıkmaya başladı. Heavy metal gibi garip bir tarz türedi. Yani Batı toplumu, bilim-sanat-felsefe konusundaki tüm çözümsüzlüklerini -tam tek dişi kalmış canavar- bu geçici Uzakdoğu felsefelerine olan merakıyla da çözümleyemedi; çünkü o da bu yara için küçük bir merhem gibiydi. İş iyice büyüdü ve bugünlere kadar geldi.
Türkiye de Batı’nın kuyruğuna takıldığı ve şahsiyetli bir politika izleyemediği için, aynı evreleri yaşadı; ama ikinci sınıf bir ülke olarak… Giderek kendi şahsiyetinden, kişiliğinden koparak; bir Amerika taklitçisi konumunda bugünlere kadar geldi.
Bugünü anlatmak gerekirse, manzaramız tam bir hicran tablosudur. Çaresizliktir. Türkiye’de, yüzde beş gibi bir nüfus, maddi-manevi anlamda tüm Türkiye’ye hakim olmuştur. Milli gelirden aldıkları payla sermaye-bürokrasi-medya olarak bütün çeşme başlarını tutmuş vaziyetteler.
Cumhuriyet tarihinin en acıklı ve en tehlikeli dönemi yaşanıyor. Maalesef böyle! Dolayısıyla, bugünkü müziğe baktığınız zaman da işin sosyal yapısını görüyorsunuz. Dinlenecek müzik kalmamış durumda! Medyanın neye hizmet ettiği belli. Durum bu! Siyaset-Medya-Bürokrasi-Sermaye! Bu dörtlü canavar! Tabii ki yüzde doksan beş var bir de. Ama o yüzde doksan beş, hiçbir şey! Sesini yükseltebiliyor mu? İşin acıklı yanı bu.
Bugünü bir ‘hicran tablosu’ olarak değerlendirirken bir önceki dönemi olumlamakta olduğunuz yargısını çıkarabilir miyiz?
Evet. Şimdi bunu, yine insanla, sosyal yapıyla açıklayacağım. 1960’lar, her şeye rağmen Türkiye’de cumhuriyet devrimlerinin ve insanı insan yapan değerlerin geçerli olduğu bir dönemdi. ’60’tan sonra 27 Mayıs İhtilâli, özel ve güzel bir askeri harekettir. İki-üç yıllık bir geçiş döneminin ardından, Adalet Partisi’yle, Süleyman Demirel’le başlayan bir hareket görüyoruz. Artık tamamen Türkiye’yi çığrından çıkaran ve milli değerlere tamamen sırtını çeviren, bunları sadece oy alma adına, politika adına kullanan ve bir küçük Amerika’nın yapılandırılması doğrultusunda gelişen bir hareket… Zaten ismi üstünde: Morison Süleyman! Karşı taraf son derece kurnaz. Artık bastığınız kültür tabanını ayağınızın altından çekiyorlar. İsimler değişiyor, yeme kültürünüz değişiyor, giyim kültürünüz değişiyor ve eğitim özellikle…
Yabancı dilde eğitim, olacak iş değil! Fransa’da bundan söz edemezsiniz, Almanya’da bundan söz edemezsiniz. Belki bir iki tane özel girişim vardır; ama Türkiye’deki gibi mümkün değil! Böyle baktığınız zaman, yani sosyal dokudan yukarı çıkarak müziği bir yere koyduğunuz zaman, şahsiyetli bir müziğin yapılması mümkün değildir!
Bugün müzik konusunda antiemperyalist mücadeleyi İbrahim Tatlıses ile Orhan Gencebay veriyor. Allahtan, hâlâ çok satıyorlar. Allahtan yani! Bunun ötesinde Türk musikisi, Türk halk müziği TRT sayesinde yaşıyor. Yani bitmiş vaziyette! Ulus, bu şekilde istila edilmiş durumda. Türkiye istila edilmiş durumda. Son derece kurnazca ve silahsız bir biçimde…
Üzerine bastığımız kültürel taban buralı bir müzik yapmak adına çok önemli diyorsunuz.
Gayet tabii.
Peki bu durum sizin müziğinize nasıl yansıdı?
İşte yaptığım örneklerle yansıyor. Yazdığım müziklerle, hafif müzik türünde yaptığım parçalarla… Diyelim Ümit Yaşar, Faruk Nafiz Çamlıbel, Nazım Hikmet, Orhan Veli, Attila İlhan şiirleri… Bunlarla yansıyor. Tiyatro müziklerimle yansıyor. Oda müziklerimle yansıyor. Bestelediğim operayla, “Yunus Emre” balesiyle, “Uzay Masalı” operasıyla. Bunlarla yansıyor. Bir de en önemlisi tabii, yetiştirdiğim öğrencilerle… Ben sadece müzik anlatmıyorum, şu yaptığım konuşmaları da yapıyorum. Şimdi daha da yoğun yapıyorum; çünkü bir tek müzik öğrenmek yetmiyor.
Okuduklarımızdan öğreniyoruz ki, aslında bu sözünü ettiğimiz mesele, ’60’larda da tartışılan konulardan biri; yani o dönemlerdeki müzisyenler de buralı müzik yapmanın yollarını arıyorlar. Çünkü siz bir yandan piyano gibi Batılı bir enstrüman çalıyorsunuz; ama bir yandan da ayakları buraya basan bir müzik yapıyorsunuz. O dönemdeki sentez arayışları ne yöndeydi?
Sadece piyano değil, kanun da var. Elli yaşından sonra kanun çalmaya da başladım. Ud da çalıyorum. Babam tambura da başlatmıştı; ama sapı çok uzun geldi! Önemli olan bütün bunları yaparken işin ahlakını doğru kavramak. Yani Atatürk’ün dediği gibi, bir kere devrimlerin en zoru, müzik devrimidir. Müzik devrimlerini tamamlamamış uluslar, devrim süreçlerini tamamlamamışlardır. Şimdiki devlet adamlarına müzikten bahsedemezsin, müzikten anlamazlar zaten!
Onun ötesinde Batı’nın geliştirdiği çoksesliliği, milli kültürümüzle bütünleştirmemiz lazım. Yöntem olarak alalım, ahlak olarak değil! Ama tam da bunun tersi yapılıyor konservatuvarlarda.
Mustafa Kemal’in hastalık döneminde Batı’dan Hindemith gibi müzisyenler getirildi ve onların sistemi doğrultusunda kuruldu bu konservatuvar. Sakallı Celâl’in Cumhuriyet’te bir yazı dizisinde, “Doğu’ya giden bir gemide Batı’ya koşan insanlar!” deniyor Türk aydınları için. Türkiye çok ilginç bir ülke!
Peki, müzikte alternatif bir sistem, alternatif bir kimlik nasıl oluşturulabilir sizce?
Ancak kişilerle, kahramanlarla! O kadar! İkinci dereceden peygamberler yani, başka çare yok! Aynen öyle!
Var mı böyle kişiler?
Bizim kuşaktan vardı hiç olmazsa! Ben en azından onlardan biriyim kendi dalımda. Hâlâ koşturanlar olabilir çeşitli mesleklerde. Ben devlet memuru gibi bir yerden maaş almıyorum, ders vererek hayatımı kazanıyorum. Gazinolarda, gece kulüplerinde de okumuyorum. Hamdolsun beni seven, beni anlayan insanlar var! Bu beni memnun ediyor.
Kişilere belli bir önem atfetmek gerekiyor; ama bu kişiler arasında bir dayanışma olması gerekmez mi? Geçmişte, alternatif müzik yapma iddiasındaki müzisyenler arasında bu tür oluşumlardan bahsebilir miyiz? Bu tür birliktelikler var mıydı?
Şimdi benim dönemimdeki ilk çıkışlar, doğru çıkışlardı. Ben, rahmetli Barış Manço, Cem Karaca, Fikret Kızılok… Barış, benim Galatasaray’dan arkadaşımdı. Büyüğümdür; ama aynı sınıfta okuduk. Çaktılar onlar! Fikret, ’46’lıdır, Barış ’43’lüdür, Cem ’44’lüdür. En küçüğümüz Fikret, sonra ben, Cem ve Barış. O çocuklar, gerçekten çok can çocuklardı. Hakikaten birbirimizi çok sever ve sayardık. Bu isimler bizim dönemin en yeteneklilerindendiler. Üçü de gitti. Kalmadı üreten ve söyleyen. Edip Akbayram var, çok sevdiğim bir arkadaş; ama beste yapmıyor. Yorumcu olarak çok severim, insan olarak da öyle. Ama dediğiniz sorunun cevabı olarak, hepsi de gitti.
Bugün bakıyorum, şimdiki gençlerin beden dilleri bana çok ters geliyor. Kafayı çekmiş, esrarı, kokaini almış, ondan sonra çıkmış sahneye şarkı okuyor! Benim gencim bu değil! Bizim çocuklar, böyle değildi. Pırıl pırıl çocuklardı hepsi. Bakınız Moğollar! Otururuz, şarabımızı, konyağımızı içeriz, sohbetimizi yaparız ayrı mesele! Ama öyle değildirler yani! Baktığın zaman, Moğollar da, Cem Karaca da, bütün o çılgın görsellikleri içinde buralıydılar! Buralıydılar! Bu da çok enteresan! Kavga ederdik, çok kavga ederdik; ama özümüz birdi.
Bu saydığınız isimlerle birlikte turneleriniz oldu mu?
Fikret’le oldu. İlk Anadolu turnemizdi. Öncesinde ben Paris’teydim. 1973’tü yanılmıyorsam. İki turnemiz oldu Fikret’le. Barış ve Cem’le konserlerimiz de oldu; ama turneye bir tek Fikret’le çıktık. Hani derler ya, Edirne’den Kars’a, Kilis’e kadar falan. Çok da keyifliydi. Ziganalarda, karda kaldık. Otobüs’ün mazotu bitti, neredeyse donuyorduk! Âlem yani!
Konserlerde ben kendi repertuvarımı söylüyordum, onlar kendi repertuvarlarını. Bu şekilde turne yapabiliyorduk biz. Ben daha çok Batı müziğine yakın şeyler söylüyordum ve daha politik şarkılar. Onlarsa daha bir Anadolu pop tarzı.
Peki dinleyici kitlesine dair ne değişti? Kimler geliyordu konserlerinize?
Memur, işçi… Zaten Anadolu turnesinde başka bir şey yok ki! Yahut da bölgenin eşrafı, toprak sahipleri… Ama tabii neyin nesiyiz, kimin fesiyiz bizleri bilen, müziğimizi bilen insanlar… Beni Münir’in oğlu diye biliyorlardı. Münir Baba’dan da şarkılar okurdum, çok farklı olurdu.
’60’lı ve ’70’li yılların kent ortamında gelişen hafif müzik, Anadolu pop gibi müzikal kanalların ’80’lerde sahneden çekildiğini görüyoruz. Sizce böyle bir kesintinin nedenleri ne olabilir?
’50’lerde, Türkçe sözlü besteler tangolarla başladı Türkiye’de. Tangolar, valsler, Frank Sinatra’lar, Elvis Presley’ler derken ’60’lara geldik. Sonrasında nispeten Batı’ya dönük, rock tarzı bir müzik yapılmaya başlandı: Anadolu pop. Bu arada milli kültürümüzün bir parçası olan alaturka musikimizi ve bunlardan türemiş olan magazine yönelik tarzda -ki biz bunu 1950’lerde Zeki Müren’lerden, Müzeyyen Senar’lardan hareketle “müzikhol müziği” olarak adlandırdık- müzikleri dinledik. Bir de tamamen Batı tarzı hafif müzik… Tabii arabeski de unutmamak lazım. ’68’de Orhan Gencebay, Nuri Sesigüzel, Ahmet Sezgin… Yavaş yavaş türkünün popülerleşmesi, magazinleşmesi… ’70’lerden sonra Sezen, Nilüfer devreye girdi.
Ben 1974-’75’te Politika gazetesine yazı yazıyordum. Orada çizdiğim tablo şuydu: Bu tüketim kültürü böyle geliştikçe, tüm müzik türleri de bir yerde toplanacak! Mesela Sezen Aksu -o zamanlar daha yeni çıkmıştı Sezenciğim- arabeskleşecek; Orhan Gencebay bir miktar Sezen Aksulaşacak. Bizler, politik müzik yapanlar ise tamamen ortadan kalkacağız ya da tür değiştireceğiz. Sonunda Türk pop müziği denilen ve çok satmak üzere planlanmış bir nehirde, tüketime yönelik olarak tüm bunlar birleşecek, dedim. Nitekim öyle oldu! Sonunda da hepsi bir noktada buluştu artık. Şu anda durum bu!
’80 sonrası pop müzik ile, ’70’lerdeki hafif müzik arasında sizce ne tür farklılıklar var?
’70’ler olsun, ’80’ler olsun, pop müzik için, ‘çok satmak ve ünlü olmak için yapılan müzik’ diyorum. Bu çok satmak ve ünlü olmak için yapılan müziğin içinde marjinal kişiler olabilir. Daha bir Anglosakson’a dönük olanlar, Bülent Ortaçgil, Mazhar Fuat Özkan gibi, daha bir bize yönelik olanlar…
Aranjmanlar?
Aranjmanlar, özel bir çalışma değil. Onlar bilinen melodilerin Türk dilinde seslendirilmesi! O, fason bir çalışma! Yani Renault arabalarının burada yapılması gibi bir şey! Renault araba sattık diye mutlu oluyorlar. Yahu sen kendi arabanı yap, sat! Bundan gurur duyulmaz ki!
Siz kendinizi nereye koyuyorsunuz?
Hiçbir yere! Zaten ben 1974’te hafif müzik çalışmalarını bıraktım. Ondan sonra zaten bu tür bir şey yazmadım. Tiyatro müziği, film müziği, opera, bale, oda müziği ile uğraştım.
Hafif müzik alanında yaptığınız çalışmaları neden bıraktınız?
Çünkü ben bu kadar tahsili hafif müzik yapmak için yapmadım! Yani, böyle bir babanın oğlu olup da bir tek hafif müzik yaparsanız, yukarıdaki çarpar sizi! Olacak iş değil yani! Hafif müzik yapacak olanlar, yapsın. Benim çıtam yukardadır. Ben hafif müzik ile yetinemem. Ben, eğlencelik, çekirdeklik, kuru yemişlik iş yapamam.
Farklı bir adlandırma olabilir; ama o şarkılarınızı dinlediğimizde ya da konserlerinize geldiğimizde görüyoruz ki, kitlelerin de severek dinlediği, hatta sizin de severek çaldığınız şarkılar, o şarkılar. Dolayısıyla şöyle bir soru akla geliyor: O alanı terk etmek yerine, o alanda alternatif bir şeyler yapılamaz mıydı?
Hayır. Yapacak olanlar yapsın. Ben onları yirmi yaşındayken besteledim. Ama bir toplum müzik gıdasını yalnızca hafif müzikten alıyorsa o toplum kaybolmuştur. O toplumun asıl çoksesli sanat müziğinden alacak şeyleri olmalı. Gelişmiş Batı toplumları gibi…
Bakın mesela ben Fransa’da on bir yıl yaşadım. Hem disko müzikleri, varyete müzikleri dediğimiz pop müzik türleri, hem de chanson dediğimiz, yani sözüyle, müziğiyle, yorumuyla çoksesli sanat müziğine yakın duran eserler vardı. Halk temalarını işleyen çalışmalar vardı. Daha modern çalışmalar yapan Jacques Brel, Leo Ferre gibi isimler vardı. Hafif müziğe yakın; ama dediğim gibi kaliteyi elden bırakmayan Jean Ferrer gibi isimler vardı. Ama, unutmayalım, orada bir de George Bizet vardır.
Bir toplum sadece hafif müzikle yetinemez. Bu ne demektir? Sabah, öğlen, akşam lahmacun ya da tost yemektir. Beslenemezsiniz; protein, vitamin ve minerallerinizi alamazsanız. Onun için benim çalışmalarımın tümü sadece hafif müzik türünde olamaz. Opera, senfonik müzik, bale müziği, oda müziği… Onun için ben esas alanıma yöneldim.
Politik müziği nasıl tanımlıyorsunuz?
Şimdi politik müzik derken, şarkı sözlerini içinden çıkardığınız zaman müzik, yine de müziktir! Tabii birinci sırada ifade şekli, sözler gelir! Fakat kaliteli bir şeyler yapmaya gayret etmek, zaten politik bir davranıştır! Müzik ahlaksızlığına karşı, ahlaklı müzik yapmayı savunmak -bu bir aşk şarkısı da olabilir- politik bir yaklaşımdır. O bakımdan politikayı bir tek sözde aramamak lazım.
Kimlerden bahsedebiliriz o dönemde politik şarkılar söyleyen ya da besteleyen?
O dönem politik şarkılar besteleyen, Sarper’le (Özsan) ben vardık. Birlikte yaptığımız ortak çalışmamız yok; ama katıldığımız konserler var. Politik geceler, sendikalar… Ben o zamanlar “nöbetçi devrimci şarkıcı”ydım! Nöbetçi eczane gibi! Nerede direniş ya da iş kapatma, nerede ayaklanma var, biz kalkar giderdik. Dolayısıyla İşçi Partisi’nin gecelerine de katılırdım, diğer gecelere de katılırdım, Dev-Genç’e de katılırdım. Gençler, o bakımdan hakikaten beni gönüllerinde ayrı bir yere koymuşlardır.
Şimdi bir de o döneme baktığımızda sol hareket, çeşitli fraksiyonlara ayrılmıştı diyoruz. Acaba bu fraksiyonların şarkıcıları da var mıydı? Mesela Kırmızı Aydınlıkçıların konserinde sahne alanlar, Beyaz Aydınlıkçıların konserine çıkar mıydı?
Fraksiyonlar, aynı futbol takımı gibiydi. Biz “Ne Amerika Ne Rusya” dediğimiz için, PDA (Proleter Devrimci Aydınlık) oluyorduk. Bizim ismimiz oydu. Her ne kadar herhangi bir derneğin parçası değilsem de, yapım anarşist olduğu için, sol görüşlüydüm, sosyalisttim; ama ben Sovyetler Birliği’ne niye yakın olayım? Niye Amerika’yı bırakıp da kafama Sovyet şapkası takayım? Hayır. Ben bağımsızlık düşkünü bir insanım. Mustafa Kemal’in çocuğuyum. Dolayısıyla, benim sol anlayışım da budur. “Ne Amerika ne Rusya!” derdim. Hâlâ da öyle derim. Onun için bizi ‘Maocu’ takımına koyarlardı.
Şu an Rusya kalmadı; ama o şekilde görürüm. O dönem böyle düşünenler Çin yanlısı, Arnavutluk yanlısı, Küba yanlısı olarak sınıflandırılırlardı. Ben onları da kabul etmezdim. Hiçbir şeyin yanlısı insan olmamalı. İnsan kendi ülkesine yakışacak bir toplumcu görüş sahibi olmalı. Çünkü bir de buranın dini temelleri var biliyorsunuz. O da çok büyük bir kaynak. Çok besleyici bir şey. Dolayısıyla, devrim sohbetlerimiz olurdu. Ama dediğiniz doğru. Bir takım ruhu gibiydi bu. O anlamda, farklı fraksiyonların gecelerine gitmezdik.
Politik gecelerde, sendika gecelerinde âşıkları da sahnede konser verirken görmek mümkün. Onlarla birlikte de sahne aldınız mı?
Âşık İhsani’yle çok görüşürdüm. Benim çok sevdiğim bir insandı. Hatta İhsani’nin 15-16 Haziran şiirini bestelemiştim. Gene o dönem Mahzuni ile çok yakındık. Allah rahmet eylesin, onu da çok severdim. Birlikte çalıp söylerdik. Çok bağlıydık birbirimize. Tartışırdık; ama birbirimizi kırdığımızı hiç hatırlamıyorum.
Politik müzik deyince, Ruhi Su’nun da o dönem içinde, hatta o dönemden de öncesine dayanan bir müzik pratiği var.
Ruhi Su, lirik sanat kuralları içinde Türk halk müziği söyleyen çok sevdiğim, saydığım bir abimdir! Münir Nurettin Selçuk, nasıl Türk musikisini lirik sanat kuralları, yani ses sanatı kuralları içerisinde söylemiş ve halka sevdirmişse, Cumhuriyet Türkiyesi’nin sanatçısı Ruhi Abi de geleneğe ters düşmemek koşuluyla, yani ozan ahlakını bozmadan bunu uygulamıştır. Lirik sanatın özelliklerini de dünyanın herhangi bir yerindeki bir müzikseverin dinleyebileceği şekilde sunmuştur. Yurtdışı ve yurtiçi, birlikte çok turnelerimiz vardır! Hakikaten yokluğunda çok boşluk hissettiğim, çok sık özlediğim ve aradığım bir insandır. Çok dertleşmişizdir her konuda. O bakımdan, Münir Nurettin ve Ruhi Su, iki temel taştır! Bugün Türk musikisi sevenlerin, halk müziği sevenlerin ne kadarı Münir Nurettin’i, Ruhi Su’yu doğru tanıyıp, doğru anlayıp bir yere koyarlar, o konuda da kuşkuluyum!
Arabesk müziğe dair değerlendirmenizi de öğrenebilir miyiz?
Ben arabesk dinlemem; çünkü benim o müzikten alacağım bir besin, bir müzik gıdası yoktur! Ancak arkadaşlarımızın bu tür müzik yapma konusunda bir dilekleri olduğunda bu konuda bir engelle karşılaşırlarsa, ben onlarla birlikte direnişlerine katılırım. Şu an, zaten antiemperyalist mücadeleyi arabeskçiler veriyor! İbrahim Tatlıses ile Orhan Gencebay veriyor. Çünkü hâlâ halkımızın çok önemli bir bölümü bu müzikleri dinliyorsa ve hâlâ bu arkadaşlar çok satıyorsa demek ki gerçek mücadeleyi bu arkadaşlar veriyor. Ben akıllı bir insansam bunu da söylemem lazım; ama ben bu arkadaşları dinlemem, bu da ayrı mesele! Onlar da beni dinlemezler! Tabii bu, onların varoluşları konusunda benim onların yanında olduğum gerçeğini de değiştirmez.
Diğer yandan, siz arabesk müzik adı altında yapılan müziği, kaliteli müzik diye bana sunarsanız, kusura bakmayın! Onu da bana yutturamazsınız.
Peki, nedir müzikte kalite?
Müzikte kalite şudur: Yapılan iş, dinleyeni yüceltiyor mu? Yani o müziği dinlediğiniz zaman, insanı insan yapan değerler manzumesinden bir çiçek daha açıyor mu içinizde! Açıyorsa tamam!
Bazı kaynaklarda arabesk müziğin doğuşuna kaynaklık eden etkenler meselesi tartışılırken deniyor ki, 1930’larda Mısır filmleri furyası geldi; o filmlere Türkçe besteler yapıldı ya da şarkılar Türkçe seslendirildi ve bu çalışmalar arabesk müziğe de kaynaklık etti.
Hayır, değil!
Arabesk müziğin kaynakları arasında serbest icra ve şarkı formunun yaygınlık kazanması da gösteriliyor. Bu bağlamda, Hacı Arif Bey’den Saadettin Kaynak’a, hatta Münir Nurettin Selçuk’a kadar birçok ismin, aslında arabesk’in doğuşuna bir şekilde katkıda bulunduğu söyleniyor. Katılıyor musunuz?
Hangi cahil söylemişse bunu gelsin, ben onunla bir konuşayım. Bu, tam bir cehalet! Adı geçen kişileri, bir kere tarihi dokuları içinde ele alıp, nereden geldiklerini, hangi kaynaklardan beslendiklerini görmek gerekir. Hacı Arif Bey dediğiniz zaman, Saadettin Kaynak dediğiniz zaman, hangi toplumsal birikimden geliyorlar? Tarihin hangi dilimine tesadüf ettiler? O dönemki sosyal ve kültürel olaylar nedir? Onu bilmek lazım.
Arabeske gelince… Onun sosyal dokusu tamamen farklıdır. Psikolojik yanı da tamamen farklıdır. ’60’ların başında, daha İstanbul’a uğramadan doğrudan Almanya’ya giden insanlar vardı. Bunlar mekân değiştiriyorlar. Belki evlerini bırakıyorlar; ama evinizi bıraktığınız zaman kafanızı, ruhunuzu, alışkanlıklarınızı bırakabiliyor musunuz? Mümkün mü böyle bir şey? Göçe böyle bakmak gerekir. Dolayısıyla göçte insanlar belki yaşadıkları yeri bırakırlar; ama tüm birikimleriyle birlikte giderler gidecekleri yere. Onun için de orada alıştıkları ve yeni ortamlarına uyum süresi içerisinde kendilerine yardımcı olacak ilaçları terk etmezler. Onları yanlarında götürürler. Bu ilaçlar nedir? Alıştıkları yaşam biçimi, yeme içme, giyim kuşam, ruhsal dünyalarına ilişkin şeyler…
Konu müzik olduğuna göre, göç edenler türkülerini de beraber götürürler. Türkü Mersin’de bırakılıp Köln’e gidilmez. Türkü, seninle birlikte Köln’e gider. Ama şalvarın da, poturun da gider; takken, başörtün, kafan da gider. Kaldığın süre içinde o poturun üstüne Alman eteği gelir ya da başörtünün üstüne bilmem ne gelir. Gittiğin yerin şartlarına da yavaş yavaş uyum sağlamaya başlarsın, mecburen.
Orhan Gencebay çok güzel bağlama çalan bir arkadaşımızdır. Ve bu işi bence arabesk tarzında en derli toplu yapan insandır. Yani hiç olmazsa müzikaliteye özen gösterir. Dediğim gibi ben dinlemem, benim soframda yoktur bu müzikler. Ama bu onların yaptıklarını küçümseme hakkını vermez bana. Nereden geldikleri değil, ne yapmak istedikleri önemli bence.
Konservatuvar eğitimi almışsınızdır, Sezen Aksu’ya aranjman yapıyorsunuzdur. Şimdi istediğiniz kadar siz konservatuvarın kompozisyon bölümünden ya da orkestra şefliği bölümünden mezun olun. Sizin kafanız nerede, amacınız nerede? Neye hizmet etmek istiyorsunuz? Bu sorulara verilecek net cevap çok önemlidir hayatta. Buna bulanık cevap verenler zaten sıkıntılı ölürler. Ölümün de mutlusu güzeldir.
“Dulun Şarkısı” adlı çalışmanız, arabesk bir çalışma. Bu şarkınızın öyküsü nedir?
Oktay Arayıcı, rahmetli, “Rumuz Goncagül” adlı oyunu için bir lümpen tipi ele alıp işlememizi istedi. Allah rahmet eylesin, çok sevdiğim saydığım bir dostumdu. İşte o zamanlarda da arabesk furyası vardı. “Ya Timur,” dedi, “bunu arabesk tarzı işlesek nasıl olur?”. “Bilmem,” dedim, “oyunu sulandırmaz mıyız?”. “Ama gerekiyor da böyle bir şey,” dedi, “oyuna tam yakışır.”. “Tamam o zaman,” dedim. Böyle bir şey yaptık. Bu şarkıyı ciddi bir biçimde bir yerlerde okudular. O zamanlar telif hakları yoktu. Bizden izin de almıyorlardı.
Şimdi bir de biz şunu öğrenmek istiyoruz. ’68 dönemi ve sizler özgürlükçü bir kuşaksınız, bağımsızlıktan yana bir kuşak! Eserleriniz zaten protest çizgide yer alıyor. Ama bir yandan da bir dönem TRT’de denetleme kurullarında çalıştınız.
Ben birkaç kez görev aldım TRT’de. Sanıyorum 1978 yılıydı ve Bülent Bey’in dönemiydi. TRT’nin müzik politikasının toparlanması için bu işe girişmiştim. Daha önce, 1975’te İsmail Cem Bey’in genel müdür olduğu dönemde de, Müzik Dairesi’ne bağlı bağımsız çalışan bir müzik direktörü olarak görev yapmıştım. Orada başarılı olunca, Bülent Bey, bizim TRT’de tekrar çalışmamızı istemiş.
Müzik Dairesi’nde o zaman denetleme kurulu çok sıkıntılıydı. Ne yapacaklar, ne edecekler net bir biçimde çözüm bulamıyorlardı. Biz, yeni bir kurul oluşturduk. Sanıyorum Ekim’den İlkbahar’a, sekiz ay kadar bir çalışmamız oldu. Bir rapor hazırladık. Dedik ki, “Müzik Dairesi tabii ki olacaktır, denetleme kurulları tabi ki olacaktır. Radyo ve televizyonda kullanılması, yayınlanılması düşünülen eserler hakkındaki görüşlerimizi prodüktörlere bildirelim. Ama son sözü programcılara, prodüktörlere bırakalım. Prodüktör bunu kullanır ya da kullanmaz. Kendisine kalmış bir şey. Biz, en olmayacak şeylere kesin tavrımızı getiririz. O da zaten yüz parçada iki tanedir ya da üç tanedir. Bu ‘denetleme’ lafını da kaldıralım. Bunu ‘danışma’ şekline sokalım. Eserleri dinleyelim ve eserlerin dinlendiği toplantıları müzisyenlere açalım. Söz yazarına da, besteciye de, şarkıcıya da… Dilerlerse bu toplantılara katılsınlar. Bizim nasıl dinlediğimiz, nasıl karar verdiğimiz konusunda bu toplantılarda bulunsunlar. Bize toplantı sonrasında iletmek istedikleri görüşler varsa iletsinler. Kısacası, açık olsun bu toplantılar. ‘Denetleme’, ‘danışma’ya dönüşsün.”.
Böyle bir rapor hazırladık ve bunu yönetime sunduk. Ama benim çalıştığım sürece yönetimden herhangi bir onay gelmedi. Sonra ne olduğunu bilmiyorum. İlkbaharda bıraktık zaten. Yaza girerken tatile girildi. Ondan sonra da seçimler oldu. Bülent Bey, ara seçimleri kaybetti; biz de görevden ayrıldık.
Şarkılar hakkında görüş oluşturulurken ne tür kriterlerle hareket ediliyordu?
Biz, alaturkaya ve halk müziğine bakmıyorduk. Bir tek hafif müzik çalışmalarıyla ilgileniyorduk. Bu çalışmalarda da, öncelikle sözlerin yasalara ters düşmeyecek sözler olması gerekirdi. Yani o zaman için, sol-sağ çatışmalarını körükleyebilecek ajitatif sözler, müstehcenlik içeren sözler, halkın örf-adetlerine ters düşebilecek sözler kabul edilmezdi.
Müzikal anlamda da doğru bir armonik yapı, doğru bir melodik yapı, altta çalan enstrümanların doğru çalmaları, entonasyonlarının doğru olması, söyleyen şarkıcının temiz bir okuyuşla, doğru entonasyonla söylemesi, meyhane üslubuyla okumaması gibi hususlara dikkat edilirdi. O zaman öyle kriterler vardı. Bir de sazların türleri doğrultusunda kullanılması istenirdi. Örneğin, geleneksel bir enstrüman, pop müzik şarkıları içerisinde kullanılacaksa, bu kullanımın sırıtmadan, ses sistemine uygun bir biçimde olması talep edilirdi. Çünkü halk müziği ses sistemi farklıdır, Batı müziği ses sistemi farklı.
Bizim amacımız bir sistem oturtmaktı; yoksa gelen her şarkıyı geri çevirmek değil! Örneğin Orhan Gencebay’ın “Gönül” şarkısına övgüler yazarak onay vermiştik. İlk Nazım Hikmet bestesi bizim zamanımızda TRT’de çalınmıştı. Bizim zamanımızda denetimden geçen çalışmaların sayısı epey artmıştı.
Eurovision Şarkı Yarışması’nın organizasyonunda da görev aldınız…
1975 yılındaki ilk Eurovision’un orkestra şefiydim. Ayrıca, organizasyonun müzik denetiminde de görev almıştım.
Ne düşünüyorsunuz Eurovision’un organizasyonunda yer almış birisi olarak; Eurovision popüler müziğe ne getirdi, ne götürdü?
İlk defa büyük orkestralı, Avrupa düzeyinde bir yarışma yapıldı. Ve bu, bir örnek oluşturdu. Büyük orkestrayla, senfonik orkestrayla pop şarkılar söylendi. Bence güzel yarışmalar bunlar. Katılmak lazım. Bu tür organizasyonlar, bir tür şarkı fuarı ya da şarkı panayırıdır. Muhakkak bulunmak lazım.
Çağdaş Müzik Merkezi’ni de bu yıllarda kurmuştunuz değil mi?
Evet. Ben Paris’ten döndükten sonra, Çağdaş Müzik Merkezi’ni kurdum. 1976-’77 yıllarıydı. Aslında bu dönem işin daha çok eğitim tarafına yöneldiğim bir dönemdir. Eğitimin çok önemli olduğunu babacığımdan biliyorum ben! Yani Batı müziği, bir beceri müziğidir. Bilgilendiğiniz zaman ve becerinizi arttırırsanız, iyi bir Batı müziği sanatçısı olursunuz. Önünüze farklı seçenekler çıkabilir ve solist, şef ya da orkestrada çalan bir icracı olabilirsiniz.
Bizim coğrafyamızın musikisi ise ahlak üstüne kuruludur. Sadece Türk musikisindeki ses sistemini bilmek yetmez! O musikiyi besleyen ahlakın kaynağını da bilmek lazım. Bunun da temeli dindir. Büyük Türk musikisi bestecilerinin önmeli bir bölümü Mevlevi tarikatındandır. Büyük bir çoğunluğu da din adamıdır. Benim dedem de ilahiyat profesörüydü. İstanbul Üniversitesi’nde. Anne tarafım kadın hafızlarla doludur. Böyle bir evde yetiştik biz.
’60’lı, ’70’li yılların şarkıları bugünlerde sık sık gündeme geliyor; yeniden seslendiriliyor. Siz bu durumu nasıl değerlendiriyorsunuz?
Bu bir geriye dönüş değil. İnsanlar, eski akrabalarını ya da ne bileyim, okudukları ilkokulu gidip görmek isterler. İşte bu istek insanı insan yapan öğelerden biridir. Bunu kaybetmemek lazım. Bence güzel bir hoşluk! Bir de, düşünüyorum da, bugün dinlediğimiz müzikler, bizleri tam olarak beslemiyor. Sadece belki diskotekte hoplayıp zıplamak için besliyor; ama insan olarak beslemiyor. Belki de bu yüzden, bazen, geçmişteki müziklere dönmek gerekiyor!