Bu yazı, 11-24 Kasım tarihli haber akışı dikkate alınarak hazırlanmıştır.
İç Politika Gündemi
Elli Artı Bir Tartışması
Bu haftalar içinde AKP’nin uzun zamandır kullandığı bir gündem yaratma yöntemini tekrar deneyimledik. Elli artı bir sistemiyle seçime giderse kaybedeceği açık olan AKP, uzun zamandır seçim sisteminin değişimiyle ilgili çalışmalar yapıyor. Ancak kulislerden gelen bilgiler bu konuda MHP ile anlaşamadıkları yönünde. Elli artı bir sisteminin değişmesiyle ilgili nasıl bir tepki gelecek diye düşünen AKP, konuyu kamuoyunun önüne atıverdi. Daha önce de olduğu gibi AKP’li bazı isimler ve gazeteciler bu sistemin AKP’ye kurulmuş bir tuzak olduğunu ve derhal değişmesi gerektiğini dile getiren yazılar yazdılar. Burada önemli olan MHP’nin ne tepki göstereceğiydi. Çünkü elli artı bir sisteminin değişmesi, AKP’nin artık MHP’ye mahkûm olmaması, yani MHP’nin devre dışı kalması anlamına geliyordu. Elbette MHP’nin tepkisi sert oldu. Krizin büyümesini engellemek isteyen Bahçeli ve Erdoğan acil bir toplantı yaptı ve konu o günden sonra kapandı. Öyle anlaşılıyor ki AKP’nin seçime yeni bir seçim yasasıyla gitme isteği MHP tarafından kabul görmüyor. İktidarın ‘küçük ortağı’ olsa da MHP şu anki durumdan gayet memnun görünüyor. Hem bürokrasi de hem de devletin pek çok kurumunda kendine yer bulurken, ülke siyasetinin kilit partisi olmaya devam ediyor. MHP ikna edilmediği sürece yeni bir seçim sistemi yapılamayacağı görülüyor. Peki ufukta bir erken seçim var mı?
Erdoğan erken seçimlerin kabile devletlerinde olabileceğini söyleyerek 2023 yılına kadar herhangi bir erken seçime gidilmeyeceğini açıkça belirtti. Muhalefet ise var olan ekonomik krizin yarattığı ortamdan faydalanarak derhal erken genel seçim çağrısında bulunuyor. Bu konuda farklı yorumlar yapılsa da durumu şöyle özetlemek mümkün: AKP kendisi için en uygun ortamı kovalayarak baskın erken seçim yapma amacında. Eğer uygun koşullar oluşmazsa 2023’e kadar vakti olduğunu düşünüyor. Muhalefet ise ekonomik krizin yarattığı tepkiyi ve anket sonuçlarını göz önünde bulundurarak bir an önce erken seçim yapılması konusunda ısrarcı olmaya çalışıyor ve AKP’yi bu koşullarda bir erken seçime zorlamayı amaçlıyor.
İyi Parti’nin yükselişinden rahatsız olan AKP, son haftalarda İyi Parti’ye karşı yoğun bir medya saldırısı içerisinde. Ancak İyi Parti’nin süreci kontrollü yürüttüğü söylenebilir. Bu saldırıları genel anlamıyla itidalli karşılayan Akşener, Denizli’de yaptığı yoğun katılımlı mitingle önemli bir karşı cevap vermiş gibi görünüyor. İyi Parti’nin yükselişi anketlerde de sürüyor, bu nedenle önümüzdeki süreçte Akşener ve İyi Parti’ye yönelik saldırılar sürebilir. Aynı şeyi Deva Partisi ve Gelecek Partisi için de söylemek mümkün.
Muhalefet Ne Yapmaya Çalışıyor?
CHP son aylarda aktif bir muhalefet izlemeye çalışıyor. Hem belediyelerde hem de Kemal Kılıçdaroğlu’nun etkili çıkışlarında bunu görmek mümkün. Hem şu anda görevde bulunan bürokratlara yönelik yapılan çağrı hem de helalleşme konusunda kurulan söylem önemli bir gündem yarattı denebilir. Kılıçdaroğlu’nun helalleşme çıkışına, muhalif çevrelerden ‘helalleşme değil hesaplaşma olmalı’ şeklinde bazı eleştiriler gelse de genel anlamda bu çağrının olumlu karşılandığı söylenebilir. Gelen tepkiler üzerine Kılıçdaroğlu da ne demek istediğini açma ihtiyacı hissetti ve 6-7 Eylül olaylarından Sivas ve Maraş katliamlarına ve Roboski’ye kadar hesaplaşma derken ne kastettiğini açıkladı. Devletin kurucu partisinin böyle bir çıkış yapmasının önemli olduğu görüşünü dile getirenlerin sayısı oldukça fazla. Selahattin Demirtaş son yazısında helalleşme çıkışını çok önemsediğini belirterek desteğini sundu.
Bununla birlikte Kılıçdaroğlu’ndan bir çağrı da Bahçeliye geldi. “Milletini seviyorsan ülkeyi erken seçime götür” diyen Kılıçdaroğlu’na eleştiriler gelse de burada mesaj gönderilenin asıl olarak Bahçeli’nin temsil ettiği devlet kanadı olduğu tahmin edilebilir. Devletin önemli kanatlarının uzun zamandır Erdoğan ve AKP ile ittifak halinde olduğunu biliyoruz. Şu anda görünen, Bahçeli ve ekibinin temsil ettiği kanadın, bu desteğini sürdürmekte kararlı olduğu. Kılıçdaroğlu’nun mesajının asıl olarak buraya olduğu söylenebilir.
Bu tartışmalarla birlikte ekonomik krizin yarattığı tepkilerin sokaklara da yansıma ihtimalinin görülmesiyle CHP mitinglerle hükümeti erken seçime zorlama stratejisine geçeceğini açıkladı. CHP’nin ilk mitingi 4 Aralık’ta Mersin’de yapılacak. İyi Parti buna Denizli’de başlamıştı zaten. Öyle görünüyor ki muhalefetin stratejisi büyük katılımlı mitinglerle AKP’yi seçime zorlamak olacak. Ayrıca kendiliğinden gerçekleşecek sokağa çıkma eylemlerinin AKP provokasyonlarına açık olma ihtimalini dile getiren muhalefet, bu şekilde toplumun tepkisini daha legal ve korunaklı bir alanda dışa vurmasını sağlayacağını düşünüyor.
Muhalefet partileri genel olarak HDP yokmuş gibi davranıyor denebilir. HDP bu durumu kırmak için zaman zaman çıkışlar yapıyor, ancak bu konuda başarılı olduğunu söylemek mümkün görünmüyor. Muhalefet HDP ile kuracağı açık ilişkinin AKP ve MHP tarafından kullanılacağını düşündüğü için perde arkasından ilişki kurma tarzını sürdürme eğilimindeyken HDP’nin de bu durumu kıracak bir yaklaşım gösterdiği söylenemez. Ancak yine belirtmek gerekir ki HDP’li siyasetçilere yönelik saldırılar ve tutuklamalar ara vermeden devam ediyor. CHP özellikle son dönem helalleşme çıkışı ile HDP ile ilişki kurma yolunda daha somut bir adım atmış gibi görünse de bunun nasıl gelişeceğini zamanla görülecek. HDP sahip olduğu oy oranıyla ülke siyasetindeki kilit aktörlerden biri olsa da muhalif siyasal alanda bunun yansımalarını görmek mümkün değil. HDP’ye ve Kürt siyasetçilere karşı devam eden bu tavır, Korkut Boratav’ın ‘devlet sağ restorasyona hazırlanıyor’ görüşünü destekler nitelikte.
Elbette var olan durum, AKP’nin bu şekilde devam edemeyeceği ve önümüzde bir iktidar değişikliği olduğu yolundaki görüşleri destekler nitelikte. Ancak AKP’nin göz göre göre ve hiçbir şey yapmadan iktidarı teslim etmesi de çok mümkün görünmüyor. Önümüzdeki süreçte AKP’nin elindeki tüm gücü kullanarak muhalefeti ve halkın tepkilerini bastırmaya çalışacağı açık. Ancak mesele bunu nereye kadar götürebileceği tartışmasında düğümleniyor. AKP’nin iktidarı kaybettikten sonra yaşanacak hesaplaşmadan korktuğu için her türlü baskıyı ve aşırılığı deneyebileceği görüşlerinin yanında bir uzlaşma arayışında olduğunu söyleyen yorumlar da bulunmakta. Burada belirleyici olacak faktörler; muhalefetin göstereceği direnç ve kararlılıkla, bugüne kadar AKP ile hareket etmiş diğer devlet kanatlarının takınacağı tavır olacaktır denebilir.
Covid Gündemi
Türkiye’de açıklanan vaka sayıları 25 bin civarlarında ölü sayıları ise iki yüz civarlarında olmaya devam ediyor. Konuyla ilgili görüşlerini dile getiren bilim insanlarının bir kısmı rakamların ikiyle çarpılması gerektiğini söylüyor. Sağlık Bakanlığı’nın veriler konusunda bugüne kadar gösterdiği davranış düşünüldüğünde durumun endişe verici olabileceği görülüyor. Bilim insanları vaka sayılarının yüksekliğini iki duruma bağlıyor. Birincisi, (sadece iki Sinovac aşısı dışında) hâlâ çift ve daha fazla doz aşı olanların sayılarının yüzde altmışı bile yeni buluyor olması. İkincisi, gündelik hayatın adeta salgın bitmiş gibi sürmesi. Aşılama oranı yükselmedikçe ve önlemler sıkı bir şekilde uygulanmadıkça yakın zamanda yeni kapanmalarla karşı karşıya kalabileceğimiz dile getiriliyor. Ekonominin durumu göz önünde bulundurulduğunda yakın dönemde bir kapanma çok olası gibi görünmüyor. Dolayısıyla hükümetin aslında en başından beri uyguladığı sürü bağışıklığı yöntemi fiilen uygulanıyor denebilir.
Ekonomi Gündemi
Faiz artırımında inat, TL’de devalüasyon, enflasyon: Yeni bir ekonomi politikasına mı geçiliyor?
TCMB beklendiği üzere, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın da arzularına uygun olarak faizlerde 100 baz puan indirime giderek politika faizini %15’e düşürdü. Kulislerde faiz indirme politikasına karşı çıktığı konuşulan Lütfü Elvan’ın görevden alınacağı iddia edildi ve tüm ülke Cuma gecesi Resmi Gazete’de bu habere kilitlendi.
Netice itibariyle Erdoğan’ın ekonomik kurtuluş savaşı açıklaması sonrasında TL’de günlük değer kaybı zirveye çıktı ve dolar kuru 13,50 TL’yi gördü. Erdoğan başta olmak üzere hükümetten gelen bazı açıklamalar yeni bir ekonomi politikasının uygulamaya konduğu iddiasını içeriyordu. Erdoğan 17 Kasım günü yaptığı konuşmasında faiz kararının ardındaki temel ekonomik öncelikleri açıkladı: “Biz iş adamlarımıza diyoruz ki hani sen düşük faizle kredi istiyordun? Niye almıyorsun? Bu iş adamlarını anlamıyorum. TÜSİAD’ı filan bir araya geliyorlar; faizden bahsediyorlar. Eğer sen iş adamıysan, yatırımdan yanaysan; işte düşük faizle kredi. Haydi alın krediyi ve yatırımı yapın. Ben sizden yatırım, istihdam, üretim, ihracat istiyorum. Gelin bunları yapın. Kaçıyorlar. Bunlar nasıl iş adamları?”
Hazine ve Maliye Bakan Lütfü Elvan herhangi bir açıklama yapmadı, ama onun yerine yardımcısı Nureddin Nebati, “yeni ekonomi politikasını” şu şekilde açıkladı:
“Düşük faiz avantajı ile birlikte ihracat artışından elde ettiğimiz geliri ithalatımızın en büyük kalemleri olan enerji, ham madde ve ara malı yatırımlarına yönlendireceğiz. Bu sayede hem enflasyon üzerindeki kur baskısını azaltacağız hem de istihdamın artmasını sağlayacağız”
Erdoğan, 22 Kasım’da kabine toplantısından sonra yaptığı konuşmada kararların arkasındaki siyasi boyutu daha açık bir şekilde dile getirdi:
“Ekonomik kurtuluş savaşından milletimizi zaferle çıkaracağız. … Kurdaki hareketlerin etkisiyle yükselen enflasyonun ekonomik sıkıntıları elbette vardır; [bunlar] yatırımı, üretimi, istihdamı doğrudan etkilemez. … Kurdaki rekabet gücü, yatırımda, üretimde, istihdamda artışa yol açar.”
Aslında TL’de değer kaybıyla işgücü maliyetinin ve Türkiye’deki varlıkların ucuzlamasının dış kaynak akışı sağlayacağı, diğer yandan ihracat gelirleri artarken yüksek kur nedeniyle ithalatın kısılarak ithalat giderlerinin azalacağı; düşük faiz sayesinde ise yatırımların artarak işsizlik azalırken cari açığın da düşeceği öngörüsüne dayalı bir politik tasarıma geçildiği iddia edildi. Diğer yandan BAE ile sürpriz bir anlaşma yapılması da yüksek bir devalüasyon yoluyla Türkiye varlıklarının ucuzlatılarak dış yatırımcılara açılması tezini de doğrular nitelikte.
Pek çok ekonomi yorumcusu bu kararı değerlendirirken, “faiz sebep, enflasyon sonuç” diye özetlenen ve “ekonomi bilimi” ile temelden çelişen bu politikaların başarıya ulaşmasının mümkün olmadığını dile getirdi. Başka bazı görüşlere göre ise, gerçekte yeni bir ekonomi politikasına geçilmedi, Saray rejimi kontrolsüz şekilde sürüklendiği durumu iktidarını ayakta tutabilmek için yeni bir ekonomi politikasıymış gibi pazarlamaya çalışıyor.
Erdoğan aslında yeni bir şey denemiyor, 2018’deki kur krizinden beri denediğini politikaları tekrar ısıtıp bu sefer daha radikal bir şekilde yeni ekonomi politikası olarak milletin önünde sürüyor. TCMB Haziran 2018’ kadar politika faizini %7.25 ile enflasyonun çok altında tutarak ucuz krediyle tüketime dayalı bir saadet zinciri yaratmış, ancak daha sonra yükselen enflasyon ile birlikte önce %16.25’e sonra da %22.50’a çıkarmak zorunda kalmıştı. (bkz. Grafik 1) Sebep-sonuç ilişkisi bakımından farklı bir sonuç beklemek mümkün değil.
Grafik 1. CMB politika faizi ve TÜFE’nin seyri
Her şeyden önce politika faizinin gerçek enflasyonun altında olduğunu söylemeliyiz. Ekim ayında Türkiye İstatistik Kurumu’nun (TÜİK) açıkladığı enflasyon oranı yıllık bazda %19,89 iken politika faizi %16 idi. Enflasyon Araştırma Grubu’nun (ENAG) enflasyon raporuna göre ise Tüketici Fiyat Endeksi (E-TÜFE) yıllık bazda %49,87 idi.
İkincisi, dışa açık bir ekonomi olarak Türkiye’de sınai üretim, ara malı ithalatına, büyüme de dış kaynak girişine bağımlıdır. Üretimde kullanılan ara mallarının ithalatının maliyetindeki artış iç piyasada tüketim mallarının maliyetine yansıyacak ve enflasyonu daha da hızlandıracaktır. Tarımsal üretim de büyük ölçüde ithal girdilere (tohum, gübre, hayvan yemi, mazot) bağımlı olduğudan dolayı, Türkiye küresel iklim değişikliği nedeniyle kuraklıktan giderek daha şiddetli bir biçimde etkilendiği için pek çok temel gıda maddesinde dışa bağımlı hale gelmesi nedeniyle gıda fiyatlarındaki artış eğilimi de şiddetlenerek sürecektir. TL’nin dolar karşısında giderek değer kaybetmesiyse halkın buna yakın bir oranda yoksullaşması iç talebin gerilemesi anlamına gelecektir. Yurt İçi Üretici Fiyat Endeksi (Yİ-ÜFE) zaten çok uzun bir süredir TÜFE’nin çok üzerinde seyrediyor, üreticiler maliyet artışlarını fiyatlara yansıtamıyordu. Ekim ayında TÜİK’in açıklamalarına göre yıllık bazda TÜFE %19,98 iken Yİ-ÜFE %46,31 omuştu. Bu da üreticilerin kâr marjlarının giderek düşmesi ve üretimlerini borçlanarak çevirmeye çalıştığı anlamına gelir. Faiz düştükçe bu süreç hızlanacak ve bir aşamada üretici firmaların faaliyetlerini sürdürmesi çok zorlaşacak, döviz krizinin ve borç krizinin patlaması kaçınılmaz olacaktır.
Öte yandan döviz kurlarındaki oynaklık nedeniyle piyasada uzun vadeli fiyatların oluşmadığı, bu nedenle hammadde sağlayıcılarının fiyat vermediği ve üretimde küresel tedarik zincirlerindeki sıkıntılara ek yeni sıkıntılar oluştuğu sıkça dile getirilmeye başlandı. Bu durum, bir süre sonra üreticilerin sözleşmelerindeki teslim terminlerini tutturamaması ve mevcut küresel ticari bağlantılarını yitirmesine bile sebep olabilir.
Küçük yatırımcılar ve hâlâ birikim yapabilen hane halkları ise değer kaybına uğramaması için birikimlerini döviz mevduat hesaplarında tutuyorlar. Yurtiçi döviz tevdiat hesapları muazzam boyutlara ulaşmış durumda. Güven ortamı sağlanmadan TL’nin itibar yitirmesi devam edecek gibi duruyor. TCMB tarafından haftalık olarak yayınlanan verilere göre 22 Ekim ile biten haftada yurt içinde yerleşik gerçek kişilerin 143.575 milyar dolara tüzel kişilerin döviz mevduatı ise 90.890 milyar dolara yükseldi.
Erdoğan’ın söyleminde belirttiği gibi devalüasyon yolu ile Türkiye’de yatırımı ucuzlatıp işgücü maliyetini azaltarak yabancı yatırımcı çekilmesi pek de mümkün görünmüyor. Türkiye’nin, ABD’nin Çin’i tahdit etme politikalarından ve küresel sermayenin tedarik zincirlerinde önemli üretim halkalarını başka ülkelere kaydırma eğilimlerinden doğacak sonuçlardan ekonomik fayda sağlamaya niyetlendiği de görülüyor. Ancak yabancı yatırımların azalmasının temel nedeni Türkiye’de hukuk düzeninin özellikle de 2016 darbesinden beri ortadan kalkmış olması ve sermayeye güven verici bir istikrar ortamının olmaması. Bu konuda herhangi bir adım atılmadığı sürece yabancı sermaye çekmek oldukça zor.
Ücretli çalışanlar, yaşanan büyük ekonomik krizden yakın gelecekte en ciddi şekilde etkilenecek kesim olacaktır. İthalata dayalı tüketim alışkanlıkları nedeniyle orta sınıfların da küçülmesi beklenebilir. Son günlerde iktidardan gelen sinyaller, asgari ücretlerde enflasyonun üzerinde bir artış olacağı yönünde; ancak böyle olsa bile satın alma gücünün düşmesi nedeniyle düşük gelirli kesimlerin durumu daha da kötüleşecektir. Türkiye’de işgücünün önemli bir kesiminin asgari ücret ile çalıştığı düşünüldüğünde, asgari ücretteki artışın, reel sektörün maliyetlerinde önemli bir artışa neden olması bunun da bekletilen zam furyasını kaçınılmaz hale getirmesi ve işten çıkarmaları artırması beklenebilir.
Önce konut sektöründe başlayan devasa enflasyonun ardından kur baskısı altında gıda, yaşamsal giderler, ısınma, akaryakıt vs. gibi konularda ciddi sıkıntılar yaşanması bekleniyor. Bir enflasyon-devalüasyon sarmalına girilirken, ücretli kesimin istihdam edildiği reel sektörde de alarm sinyalleri çalmaya başladı. Önümüzdeki süreçte daha ciddi toplumsal olayların ortaya çıkması da kaçınılmaz gibi duruyor.
Tüm bunlar aslında Türk-İslam faşizminin kendi iktidarını ve bu iktidar sayesinde ranta konan ve palazlanan tüccar-müteahhit kesiminin çıkarlarını korumak adına tüm ülkeyi ateşe attığını gösteriyor. Kurdukları hesap kredi faizlerinin düşmesi ve devalüasyon sayesinde gayrimenkulün yabancı alıcılar için ucuzlaması ile birlikte elde kalan konut stoğunun eritilmesi, yine ucuz kredi sayesinde tüketimin bollaşması sonucu şişirilen büyüme oranları ile ekonominin bir süre daha yüzdürülmesi olsa gerek. Ancak AKP’li yıllarda ucuz ve bol olan yabancı krediler ile dış borçlanma sayesinde yaratılan bu saadet zincirinin sürdürülmesi yukarıda bahsettiğimiz nedenlerden ötürü artık mümkün değil ve Türkiye etkisi on yıllar boyu sürecek bir bunalıma sürükleniyor. Toplumsal yoksullaşma kredi pompalanması yoluyla tüketime dayalı bir büyümeyi zorlaştırıyor. Toplumun geniş kesimleri alım gücünü yitirdikçe Türkiye’nin daha önceki yıllarda kaydettiği büyüme oranlarını yakalaması zor görünüyor.
Dış Politika Gündemi
BAE ile yakınlaşma, veliaht prensin ziyareti
BAE Veliaht Prensi 24 Kasım’da Türkiye’ye bir ziyaret gerçekleştirdi. Görüşme neticesinde iki ülkenin varlık fonları arasında bir anlaşma imzalandı ve swap anlaşması yapıldı. BAE’nin (Abu Dabi Emirliği) 10 milyar dolar yatırım yapacağı bildirildi, ancak bu tutarın hangi koşul ve zaman diliminde yatırıma nasıl dönüşeceği belli henüz değil ve Türkiye’nin içinde olduğu ekonomik krize çare olması da pek mümkün görünmüyor. BAE Türkiye arasındaki görüşmeler son ekonomik durumun ötesinde bir anlam da taşıyor. Geçen yılın Eylül ayında İsrail ile BAE ve Bahreyn arasındaki normalleşme anlaşmaları Trump’ın girişimi ile Beyaz Saray’da imzalanmıştı. Yakın bir zamanda BAE Dışişleri Bakanı, Şam’ı ziyaret ederek, BAE liderliğinin Suriye’nin istikrara kavuşması ve yeniden inşasına yardım sözünü iletti. Ortadoğu’da Arap devletlerinin bu girişimleri, Esad rejimi ile ilişkilerini normalleştirme ve İran’ın etkisini sınırlandırma amacı taşıyor. Tüm bunlar, Türkiye’nin Suriye’ye yeni bir harekât düzenlenme girişiminin ABD ve Rusya baskısıyla akamete uğratılması ve ekonomik kriz sürecinde dışarıdan gelecek sıcak paraya olan ihtiyacıyla birlikte düşünüldüğünde, Ortadoğu’daki İhvancı, yayılmacı ve işgalci politikalarını da artık sürdüremeyeceği anlamına geliyor. Tabii ki “denize düşen yılana sarılır” atasözünü hatırlatır bir şekilde, ekonomik kriz şartlarında geçmişte 15 Temmuz darbe girişiminin arkasında olduğu iddia edilen ve Doğu Akdeniz hidrokarbon yatakları konusunda Yunanistan, Kıbrıs ve Fransa ile birlikte Türkiye’ye karşı cephe alan, Müslüman Kardeşler ve Libya konularında Türkiye ile ters düşen BAE’den gelecek 10 milyar dolarlık yatırıma muhtaç olması ayrı bir ironi. Önümüzdeki dönemde Türkiye’nin Müslüman Kardeşler ve Suriye ve Libya’da desteklediği güçlerle ilişkilerinin nasıl bir seyir izleyeceğini takip etmek gerekecek.
Suriye ve Türkiye’nin yeni işgal girişimi
Suriye’deki gelişmeler ise Türkiye’nin planladığı askeri harekâta Rusya ve ABD tarafından yeşil ışık yakılmadığını gösteriyor. Bu alandaki gelişmeleri Fehim Taştekin’in BBC Türkçe’deki yazısından takip etmek mümkün: 10 Ekim’de Mare’da bir asker ve iki polisin hayatını kaybettiği saldırıdan sonra Türkiye’nin Fırat Nehri’nin batısında Menbic ve Tel Fırat, doğusunda Kobane, Ayn İsa ve Tel Temir’e düzenlemek istediği harekat, sınırda süregiden askeri hareketliliğe ve yapılan yığınağa rağmen başlamadı. Bu arada Yakın Doğu İşlerinden Sorumlu Dışişleri Bakan Yardımcısı Ethan Goldrich başkanlığında bir ABD heyeti 13 Kasım’da Rojava’ya gitti ve yetkililerle temaslarda bulundu. 10 Eylül’de ABD Merkez Kuvvetler (CENTCOM) Komutanı Orgeneral Kenneth McKenzie’nin ziyaretinden sonra bu ziyaret de, ABD’li yetkililerin yine üst düzey ziyaretlerine devam ederek SDG’nin arkasında durmaya devam ettiklerini gösteriyor.
Bir diğer önemli temas da 26 Kasım günü Rusya Dışişleri Bakanı Sergey Lavrov’un Suriye Demokratik Konseyi’nin İcra Kurulu Eş Başkanı İlham Ahmed ile Moskova’da görüşmesiydi. Görüşmeden sonra yapılan açıklamada “Rusya tarafı, Suriye’nin bağımsızlığının ve toprak bütünlüğünün en kısa zamanda ve tam anlamıyla yeniden tesis edilmesi ve ülkedeki tüm etnik ve mezhepsel gruplara haklarının teslim edilmesi amacıyla Suriyeli taraflar arasında çeşitli formatlarda anlaşmaya varılmasına olan geniş kapsamlı desteğini sürdürmeye hazır olduğunu ifade etti” denildi. Bu şekilde Rusya, Suriye’deki iç savaşın çözümüne ilişkin SDG’ye özerklik alanı açan politikasını bir kez daha ifade etmiş oldu.
Ayrıca, ABD ve Rusya’nın da Suriye’de koordineli bir şekilde davrandıkları ve birliklerini Türkiye’nin olası bir harekâtını engelleyecek şekilde yeniden konuşlandırdıkları görülüyor. Suriye’de Türkiye’nin oyun kurucu bir rol üstlenemediğini, ama zor kullanarak oyun bozduğunu söylemiştik; ancak son gelişmeler, Türkiye’nin artık oyun bozma kabiliyetini de yitirdiğini gösteriyor. Bu arada Kıbrıs, ABD-Katar ortaklığındaki bir konsorsiyumla birlikte Doğu Akdeniz’de sondaj yapmaya başlayacağına dair Navtex ilan etti. Türkiye buna herhangi bir tepki vermedi.
Ukrayna-Rusya gerilimi
Geçtiğimiz haftalarda Rusya ve Ukrayna arasındaki gerilimin tırmandığını gördük. ABD’nin, NATO müttefikleri ile paylaştığı istihbari haberlere göre Rusya’nın, Ukrayna sınırına, yaklaşık 100 taktik taburla 100 bin asker yığdığı ve Kırım, Rusya ve Belarus üzerinden Ukrayna’ya geçebileceğini öngörüyor. Rusya Savunma Bakanı, Türkiye’nin Ukrayna’ya SİHA satışı yapmasını sert bil dille eleştirmişti. Ayrıca Ukrayna ile Türkiye arasındaki diplomasi trafiği de Türkiye’nin Ukrayna konusunda NATOcu bir çizgiyi benimsediğini gösteriyor. Ancak bilindiği gibi Türkiye, ABD ve AB’nin baskısını dengelemek için Rusya ile iyi ilişkiler geliştirmeye çalışıyor. Suriye konusunda sahada Rusya ile işbirliği yapıyor görünüyor ve Rusya’dan S400 hava savunma sistemleri satın alıyor. Türkiye’nin Rusya-Ukrayna geriliminde açıkça Ukrayna’dan yana tavır alması, ABD-AB baskısını dengelemek için Rusya ile kurduğunu düşündüğü askeri, ekonomik ve ticari ilişkileri tehlikeye atacaktır. Bu gerilimin daha da tırmanması durumunda, ABD ve NATO müttefikleriyle birlikte davranacağını, Boğazlar’dan NATO savaş gemilerinin geçmesine izin verilmesi gibi taleplere olumlu yanıt vermesinin olası olduğunu söylemeliyiz. Ancak bu durumda Rusya’nın onayıyla işgal ettiği Rojava topraklarında ve İdlib’deki askeri varlığı da tehlikeye girebilir. Önümüzdeki dönemde bu gerilimin nasıl bir seyir izleyeceğinin ve Türkiye’nin nasıl bir tavır alacağının izlenmesi gerekiyor.