Bu değerlendirme yazısı Artizan Toplumsal Araştırmalar Komisyonu tarafından 18 – 31 Temmuz 2021 tarihleri arasındaki haber akışı esas alınarak hazırlanmıştır.

İÇ POLİTİKA GÜNDEMİ

Konya’da Irkçı Katliam

Marquez’in “Kırmızı Pazartesi” romanını andıran bir atmosfer içindeyiz. Konya’da yaşanan katliam göz göre göre gerçekleşti. AKP-MHP koalisyonunun uzun zamandır iktidarını ve oylarını korumak için kullandığı İslam-Türkçü kutuplaştırma politikaları, toplumsal alanda korkunç sonuçlar üretmeye başladı. Bu kutuplaştırma politikaları ve dili, özellikle Kürtlere (daha geniş anlamda mültecilere) yönelik ırkçı saldırıların giderek artmasına neden oldu. Bu yıl da mevsimlik işçilerin yer değişimiyle birlikte, ırkçı saldırı haberleri çokça basına yansımaya başlamıştı. Pek çok yerde Kürt ailelere ve mevsimlik işçilere yönelik saldırılar gerçekleşti. Bu saldırıları yapanlar hiçbir cezaya çarptırılmadan serbest bırakıldılar. Aslında devlet, bu tür hareketlerde bulunan insanlara bir mesaj vermiş oluyordu. “Kürtlere ve mültecilere yönelik saldırılar cezasız kalacak ve merak etmeyin ceza almayacaksınız”.

Olay sadece mevsimlik işçilere saldırıyla da kalmadı. Geçtiğimiz haftalarda İzmir’de HDP binası basılarak bir insan öldürülmüştü. Ülkenin pek çok yerinde HDP binalarına saldırılar gerçekleşti ve saldırganlar yine salıverildiler. AKP ve MHP, HDP’ye yönelik bu saldırıları kınamak bir yana, nerdeyse destekleyici açıklamalarda bulundular. 12 Mayıs’ta Konya’da kalabalık bir grup, Dedeoğlu ailesine saldırarak, aile bireylerini darp etti ve yaraladı. Saldırganların sadece iki tanesi tutuklandı. Bütün bu atmosfer içerisinde, Temmuz ayından itibaren Ege ve Akdeniz’de çıkan yangınların PKK’ye ihale edilmesiyle birlikte, katliamların da önü açılmaya başlandı. 21 Temmuz’da Konya Meram’da altmış kişilik bir grup, Diyarbakırlı bir aileye saldırarak Hakim Dal’ı katletti. Hükümetten, bu olaylara yönelik ciddi hiçbir tepki gelmedi. Olayların bir Kürt- Türk meselesi olmadığı, komşu anlaşmazlığı olduğu ilan edilerek konu kapatıldı. Olayları kınayan Barolar, yandaş medya tarafından terörist olmakla suçlanarak hedef gösterildi. Katliam adeta geliyorum diyordu. 30 Temmuz’da, Konya’da daha öncesinde darp edilen Dedeoğlu ailesine yönelik bir saldırı daha gerçekleşti. Ancak bu kez saldırgan bir katliam yapmaya gelmişti. Aynı aileden yedi kişiyi silahla vurarak öldürdü. İç işleri bakanı olaydan bir saat sonra, olayın komşu anlaşmazlığı olduğunu ilan etti. Ancak daha önce yaşananlar ve ailenin yakınlarının anlattıkları bunu doğrulamıyordu. Bu aileye karşı yıllardır tacizlerin gerçekleştiği, “burada Kürt istemiyoruz”, “biz ülkücüyüz sizi burada yaşatmayacağız” gibi ifadelerle sık sık tehdit edildikleri ortaya çıktı. Bu süreçte, Trabzon İstihbarat Daire Başkanı olduğu dönem Hrant Dink’in öldürüleceğini önceden öğrenen, 10 Ekim Katliamı’na dair istihbaratı geç gönderen Engin Dinç’in, Kürt Dedeoğlu ailesinin katledilmesinden kısa süre önce Erdoğan tarafından Konya Emniyet Müdürlüğü’ne atanmış olması da çok dikkat çekici başka bir boyutu oluşturuyor.

AKP-MHP koalisyonunun kullandığı İslam-Türkçü faşizm dil, toplumsal sonuçlarını doğurmaya başlamıştı. Uzun yıllardır, bu dilin çok kötü sonuçlar doğuracağını belirtenlerin korktukları gerçekleşti. Durumun daha da vahim noktalara doğru gitme ihtimali hiç de az değil. Bugün, AKP-MHP koalisyonunun tutunabileceği ve kitlelerini konsolide edebileceği tek çarenin İslam-Türkçü kutuplaştırma politikaları olduğu görünüyor. Dış politikada, pandemide ve ekonomide zor günler geçiren iktidar, kutuplaştırma politikasını kesintisiz sürdürüyor. Kürtlere ve mültecilere yönelik ırkçı dil her geçen gün yaygınlaşıyor ve en önemlisi meşrulaşıyor. Bu nedenle benzeri katliamların gerçekleşme ihtimali de giderek güçleniyor. Bununla birlikte sivil Kürtlere yönelik, paramiliter yapılar tarafından bu tür bir katliamın gerçekleştirilmesinin, Kürt meselesinde yeni bir döneme girilebileceği yönünde görüşler de dile getiriliyor.

Yangınlar

Bir süredir, dünyanın değişik bölgelerinde, küresel ısınmaya bağlı orman yangınlarının gerçekleştiği biliniyor. Bu yazın, Türkiye’de de çok sıcak geçeceği ve bunun orman yangınlarına dönüşebileceği konusunda uzmanlar uzun zamandır uyarılarda bulunuyordu. Yine ranta açmak için Türkiye’de bu tür yangınların kasten çıkarıldığı da bilenen bir durumdu. Tüm bunlar düşünüldüğünde devletin bu duruma dönük ciddi önlemler alması beklenir. Ancak Temmuz ayında başlayan yangınlar, böyle bir hazırlığın olmadığını açıkça ortaya koydu. Hükümet, pek çok alanda yaptığı gibi olayı bir dış saldırı ve sabotaj olarak niteleyerek PKK’ye ihale etme yolunu seçti. Yandaş medya ve sosyal medyadaki AKP trolleri derhal bu görüşü yaymaya başladılar. Amaç hükümetin içine düştüğü çaresizliği ve hazırlıksız durumu örtmekti. AKP her zaman olduğu gibi bu olaydan da bir mağduriyet yaratarak sorumluluk almama yolunu izledi. Ne yeterli hava desteği vardı ne de yeterli orman personeli bulunuyordu. Böyle olunca yangınlar kontrol edilemedi ve korkunç boyutlara vardı. On binlerce hektar ormanlık alan yandı. Bu alanlarda bulunan köyler yok oldu ve sayısız hayvan yanarak öldü. Ne tesadüftür ki, ormanlık alanlarda yapılaşma izninin Cumhurbaşkanlığı’na verildiği yasa tasarısı da bu süreçte kabul edildi. Yangın bölgelerindeki belediyeler ve halk yalnız bırakıldı. Yangınlar yayılarak devam ediyor. Hükümetin hareket tarzı o kadar yetersiz ve etkisiz ki, insanlar bunun kasıtlı olduğunu dahi ileri sürmeye başladılar. Devletin yangınlara müdahalesi bu şekilde olursa daha pek çok bölgenin yanabileceği ve yangınların yayılacağı söylenebilir.

Kovid Gündemi

Aşılama konusunda önemli bir aşama kaydetmeden tam açılmanın olumsuz sonuçlar doğurabileceği yönündeki görüşler doğru çıkmış gibi görünüyor. Beş binlere kadar düşen vaka sayıları yeniden yirmi binleri geçti. Yine ellinin altına düşmüş ölüm rakamları da yüzü geçmiş görünüyor. Özellikle Diyarbakır’da yoğun bakımların dolduğu söyleniyor. Aşı karşıtlığı ve güvensizliği nedeniyle, aşı tedarikinde sorun olmamasına rağmen aşılamada büyük bir ilerleme sağlanamıyor. Bu nedenle dördüncü bir dalganın gelmekte olduğu dile getiriliyor. Elbette okulların bu koşullarda açılamaması gibi bir durum oluşabilir. Başta Türk Tabipler Birliği ve Eğitim-Sen olmak üzere pek çok kuruluş, alınacak önlemlerle sonbahara daha iyi bir durumda girilebileceğini ve okulların açılabileceğini söylüyor. Ancak bu tedbirlerin alındığına dair hiçbir işaret yok. Artış hızı böyle devam ederse, aşılamada istenen rakamlara ulaşılamazsa ve okulların açılması konusunda gerekli tedbirler alınmazsa, sonbaharda yeniden benzer durumların yaşanacağına dair önemli bir endişe bulunuyor. İlerleyen günlerde “zorunlu aşılama” ve belli mekanlara aşılı olmayanların alınmaması gibi uygulamaların tartışılmaya başlanacağını tahmin edebiliriz. Zira ekonomik ve siyasi koşulların bir kez daha sıkı bir kapanma sürecini ne kadar kaldırabileceği kuşkulu.

Boğaziçi Üniversitesi gündemi

Melih Bulu’nun 15 Temmuz günü kendisine dahi haber verilmeden görevden alınmasından sonra bu dönem BÜ’de daha çok Bulu’nun görevden alınmasının olası sebepleri ve yeni rektör seçimleri konusu gündem oldu. Bulu’nun görevden alınmasının sebeplerinden birinin BÜ’lü akademisyen ve öğrencilerinin yürüttüğü ve mezunlarının da destek olduğu 7 aydır süren direniş olduğu kuşkusuz. Ancak iktidar açısından bakıldığında BÜ içerisinde ihtiyaç duyduğu rızayı imal edemediği açık olan Bulu’nun yeni açılan hukuk ve iletişim fakültelerinde yeterince hızlı ve kapsamlı kadrolaşmaya gidemediği, senato ve yönetim kurulu içinde ve diğer alanlarda yeterince gözü kara ve basiretli davranmadığı tespitinin yapılmış olduğunu tahmin etmek de zor değil. Melih Bulu’nun görevden alınmasının hemen ardından bu konuda farklı tasarrufu olduğu iddia edilen ve görev süresi sonrasında yeniden aday olması beklenirken aday olmayan YÖK başkanının da değişmesini bir tesadüf olarak görmemek gerekiyor. Eski YÖK başkanı Yekta Saraç’ın Boğaziçi sürecindeki başarısızlığının başkanlığa devam etmemesinde bir etken olduğunu düşünmek mümkün.

Boğaziçi Üniversitesi içindeki diğer önemli gündem ise rektör seçim süreci oldu. Önce Boğaziçili Akademisyenler, rektör adaylık sistemi üzerinde uzlaştıklarını duyurdu. Akademisyenler arasında destek oylaması yapılması ve üçte birden fazla karşı oy alan adayların ve BÜ mensubu olmayan adayların desteklenmemesi kararı alındı. BÜ içinden mümkün olduğunca çok sayıda adayın güven / güvensizlik oyu aldığı bir yöntem benimsendi. Süreç içinde 17 + 2 (Bulu’nun yerine geçici olarak getirilen ve ilk icraatı direnişin sembol isimlerinden Can Candan’ı hukuksuz bir şekilde görevden almak olan rektör vekili Naci İnci ile Bulu’nun yardımcısı Gürkan Kumbaroğlu) aday ortaya çıktı. Akademisyenler arasında yapılan oylamada İnci ile Kumbaroğlu’na destek çıkmadı. Diğer 17 aday ise güvenoyu aldı.

Seçim sürecindeki tartışmalardan biri de bileşenlerin seçime katılımı idi. Rektörlük seçimi konusunda bu sayfalarda da bir açıklama yer almıştı. Özellikle mezunların seçimlere katılımı konusunda mezun platformlarında epey tartışma yürütüldü. BÜMED, üyelerine gönderdiği e-posta aracılığıyla akademisyenlerin adayını desteklediğini belirten net bir açıklama yaptı. Boğaziçi Üniversitesi İçin Mezunlar Girişimi (BUİM) de mezunların seçime katılımına mesafeli yaklaşan bir açıklama yaptı.

Öte yandan tüm bileşenlerin mutlaka seçim yapıp oy kullanması gerektiğini savunan bir grup mezun, öğrenci, çalışan ve akademisyen de “Boğaziçi Seçiyor” adıyla bir kampanya başlattı. Katılımın çok düşük olduğu ve oranlara bakıldığında temsiliyet özelliği taşımayan sorunlu bir süreç sonrası yapılan bileşen seçimlerinin sonuçlarının katılım sayısı ve sürece dair bilgi verilmeden açıklanması başka tartışmaları da beraberinde getirdi.

Seçim sonrası oluşumların tavrı benzer şekilde devam etti. BÜMED akademisyenleri desteklediğini tekrarladı. Boğaziçi Üniversitesi Mezunu İş İnsanları Derneği (BRM) de benzeri şekilde bir açıklamada bulundu. BUİM de benzer bir açıklama yaptı; güvenoyu alamayan 2 adayı çekilmeye çağırdı.

Seçim sürecinin BÜ direnişinde gereğinden fazla yer teşkil ettiğini ve özellikle de seçimi fetişleştiren yaklaşımların direnişin odağını kaydırdığını, örgütlenme ve özyönetim tartışmalarını gölgelediğini söylemek mümkün. Direnişin bu yanılsamadan sıyrılıp asıl gündemine, kendi örgütlenmesini ve etkisini nasıl güçlendirebileceğine odaklanması gerekiyor. Örgütlenme ve kararlara katılım mekanizmaları tartışılmadan mevcut üniversite sistemi içinde salt seçime ve kimin katılacağına ilişkin tartışmaların üretken sonuçlar doğurmayacağı görüldü. Şimdi artık çok daha zorlu bir sürece hazırlanmak gerekiyor. Zira atanacak yeni rektörün çok daha sert bir politika izleyerek iktidarın BÜ ajandasını bir an önce uygulamaya koymaya çalışacağını öngörmemek mümkün değil.

Göçmen gündemi

Son dönemde yaşanan Afgan göçündeki artış, AB’nin göç ve göçmenler konusundaki tavrını ve bu bağlamda Türkiye’ye bakışını bir kez daha göstermesinin yanı sıra Türkiye’nin iç dengelerinde de yeni sorun ve tartışmaları tekrar gündeme getirdi. Yoğun insan gruplarının herhangi bir kontrol olmadan Türkiye’ye alınması, ciddi bir göçmen yerleşim programının uygulanmaması ve gelenlerin kayıtsız ucuz işgücü olarak kullanılmaları dolayısıyla temel insan haklarının çiğnenmesinin yanı sıra gelenlerin içinde Taliban militanlarının olabileceği gibi riskler barındırıyor. Göçmenlerin kayıtsız ucuz işgücü teşkil etmeleri işsiz ve düşük gelirli toplumsal kesimlerde göçmen karşıtı (yer yer de nefret ve ayrımcılık içeren) duygu ve davranışları güçlendiriyor. Medyada ve sosyal medyada da son dönemde göçmen karşıtlığının yükseldiği gözleniyor. Ana muhalefeti oluşturan Millet İttifakı partilerinin de bu konuda farklı politika geliştiremedikleri, hatta Bolu belediye başkanının uygulamalarında örneklendiği gibi apaçık ayrımcılığa varan sapmalara yer yer prim verebildiği görülüyor. AKP ile ittifaka destek veren bazı kesimlerin, örneğin Ulusal Kanal ve Bengitürk gibi kanalların da göçmen meselesinde AKP’den farklı olarak göçmen karşıtı bir konumda oldukları gözleniyor. Cumhur İttifakı ortaklarından MHP lideri Bahçeli’nin bayramda ülkelerine giden göçmenlerin geri dönüşüne ilişkin açıklaması ve Afgan göçüne ilişkin yaptığı “istila” ve “kumpas” açıklaması da bu konuda ittifak içinde farklı görüşlerin gelişmeye başladığının habercisi. İleriki dönemde göçmenler konusunun yüksek siyasette önemli gündem oluşturacağını öngörmek mümkün.

EKONOMİ GÜNDEMİ

 Pandemiye özgü işçi çıkarma yasağı ve diğer önlemlerin kaldırılmasının sonuçları

Bu dönemde ekonomi ve çalışma yaşamında en dikkat çekici gelişmelerden biri, pandemi döneminde ilan edilen “işçi çıkarma yasağı” ve benzeri önlemlerin kaldırılmasının sonuçlarının hissedilmeye başlanması oldu.

İşçi çıkarma yasağı nedeniyle kısa çalışma ödeneği ve nakdi ücret desteği alan 2.2 milyon işçinin büyük bölümü işsiz kalma tehlikesi altında. Sendikalar işçi çıkarma yasağının pandemi süresince koşulsuz devam etmesi gerektiğini savunuyorlar. Plaza Eylem Platformu Sözcüsü Eylem Akçay ise işe iade davalarının ilgili yasada yapılan bir değişiklik dolaysıyla uzun sürdüğünü, işçilere yıllara yayılabilecek dava boyunca “aç kalın” dendiğini ileri sürdü.

Esnaf iflasları ve KOBİ borçları, işsizlikte artış beklentisi

Pandemi süresince esnaf ve KOBİ’ler üzerinde oluşan ağır ekonomik baskı büyük sayılara varan iflaslar ve biriken kredi borçlarıyla kendini gösteriyor.

CHP’li Veli Ağbaba yaptığı yazılı açıklamada, 2021’in ilk altı ayında iflas eden esnaf sayısı 47 bin 572’ye ulaştığını belirtti. Ayrıca Türkiye’de her 100 KOBİ’nin 84’ünün bankalara borcunun bulunduğunu da açıklayan Ağbaba, Bankacılık Düzenleme ve Denetleme Kurumu (BDDK) verilerine göre KOBİ’lerin bankalara olan toplam borcunun 950 milyar liraya yaklaştığını duyurdu. Açıklamada, ekonomik durgunluk, yüksek kredi faizleri ve döviz kurlarındaki tırmanışa dikkat çekilerek toplu şirket iflaslarının yaşanabileceği ileri sürüldü. Bu gelişmeler işsizliği tırmandıracak nitelikte.

Hekim istifaları başladı

1 Temmuz’da başka olağanüstü önlemlerin yanı sıra sağlık çalışanlarının istifa yasağının kaldırılması da hekimlerin istifa etmeye başlamasını beraberinde getirdi. Manisa Tabip Odası Başkanı Şahut Duran, Manisa genelinde 50’den fazla hekimin istifa dilekçesi verdiğini söyledi. Duran, hekimlerin tükenmişlik içinde bulunduğunu belirtti. Manisa Tabip Odası Başkanı Duran, önlem alınmaması durumunda “önümüzdeki aylarda hastanelerde görev yapacak hekim sıkıntısı yaşanabilir” dedi.

Moody’s’in ülke ve Türkiye bankalarına ilişkin risk raporu

Uluslararası kredi derecelendirme kuruluşu Moody’s, gelişen ülke bankalarının varlık risklerine ilişkin rapor yayımladı. Raporda, varlık risklerinin en fazla artması beklenen gelişen ülke Nijerya olarak gösterilirken, bu ülkeyi Türkiye ve Kolombiya’nın izlemesinin beklendiği vurgulandı. Moody’s, regülasyon gevşetme tedbirlerinin kaldırılmasının sorunlu kredileri 2021 sonuna kadar Nijerya’da 300, Kolombiya’da 130, Türkiye’de ise 100 baz puan artıracağını tahmin etti. Moody’s raporu, Türkiye’de kredi büyümesinin yavaşlamasına ve kredilerin artan şekilde yeniden yapılandırılmasına da dikkat çekti.

FED politika faizini değiştirmedi

ABD Merkez Bankası (Fed),beklentiler dahilinde politika faizini değiştirmeyerek yüzde 0-0,25 aralığında sabit bıraktı.

Uluslararası kredi derecelendirme kuruluşu Moody’s, gelişen ülke bankalarının varlık risklerine ilişkin raporunda, varlık risklerinin en fazla artması beklenen gelişen ülke Nijerya olarak gösterilirken, bu ülkeyi Türkiye ve Kolombiya’nın izlemesinin beklendiği vurgulandı.

DIŞ POLİTİKA

Kabil Havaalanı güvenliğinin Türkiye tarafından üstlenilmesi konusu, Haziran 2021’deki NATO zirvesinden beri dış politikada sıcak bir gündem maddesi olmaya devam ediyor. Türkiye ve Taliban tarafından yapılan açıklamalardan anlaşılan, bir yanda Türkiye ile ABD arasındaki pazarlıkların devam ettiği, diğer yanda da Taliban ile yaşanan gerginliğin sürdüğü… Türkiye ABD’ye diplomatik, lojistik ve mali destek şartları ileri sürerken, Taliban “ABD’nin çekilmesinin ardından ülkede hiçbir yabancı gücün herhangi bir gerekçeyle ülkede kalmasına izin” vermeyecekleri konusunda ısrarlı.

Diğer yandan son dönemde yaşanan Afgan göçündeki artış, AB’nin göç ve göçmenler konusundaki  tavrını ve bu bağlamda Türkiye’ye bakışını göstermesi açısından da önemliydi. Merkel ve ardından Avusturya Başbakanı Kurz’un açıklamaları, Türkiye’nin bedeli karşılığı doğudan gelen göç dalgalarını önleyici rolüne vurgu yapıyor. Her ne kadar Türkiye bu role itiraz etmiş gibi görünse de sığınmacıların özellikle AB’ye karşı pazarlık unsuru olarak kullanılmaları sır değil.

AB ile Türkiye’yi karşı karşıya getiren bir diğer husus da iktidarın Kıbrıs açılımı oldu. Türkiye’nin Kıbrıs’ta iki devletli çözüme yönelmesi ve Maraş’ın bir bölümü açacağını duyurması Rum tarafını harekete geçirdi. Hem AB hem de BM’ye yapılan başvurular neticesinde “Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi (BMGK), Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’ın Kıbrıs’ta iki devletli çözüm ve kapalı Maraş’ın bir kısmının açılmasına yönelik açıklamalarını kınayan metni kabul etti”. ABD’nin de Türkiye’nin Kıbrıs’taki tavrını kınaması ve S-400 yaptırımlarını sürdürmedeki kararlılığını vurgulaması sonrasında Türkiye şimdilik sessizliğe bürünmüş görünüyor. Ancak ABD’nin S-400 vurgusu, Kıbrıs’ta aldığı tutum ve Türkiye’ye 40 km uzaklıkta bulunan Dedeğaç askeri üssüne yapılan sevkiyatlar, Rusya’dan gelen yeni sevkiyat hazırlığı haberleriyle birlikte değerlendirildiğinde gelecek günlerin Türkiye için gerek batı bloğu ve gerekse de Rusya ile ilişkilerde yeni açmazlara sahne olacağını ön görmek çok yanıltıcı olmaz.

Dış politikada bir diğer dikkat çekici gelişme de Tunus’ta yaşandı. Bir süredir iktidar partisi karşıtı gösterilerin olduğu Tunus’ta “Cumhurbaşkanı Kays Said, Başbakan Hişam el-Meşişi’yi görevden aldığını ve meclisin tüm yetkilerini dondurduğunu açıkladı”. “Yaygın olarak müdahale Müslüman Kardeşler kuşağının iktidarla buluştuğu ilk halkaya indirilen son darbe olarak okunuyor” olmakla birlikte, ülkenin çok parçalı siyasi yapısı atılan adımları dikkatle izlemeyi gerektiriyor.

Yakından izlenmesi gereken bir diğer konu da Federe Kürt Bölgesi’ndeki hareketliliklerin sıcak çatışmalara evrilmesi… Mayıs 2019’dan beri devam eden Pençe operasyonları çerçevesinde  TSK’nın bölgedeki operasyonlarında geçen hafta iki asker öldü. KDP’nin de TSK’ya destek vererek HGP’ye yönelik operasyonları ise yeni ölümleri beraberinde getirebilir.

Dış politika alnında dikkat çekilmesi gereken bir başka konu da Almanya’da gazeteci Erk Acarer’e yapılan saldırı ve sonrasında yaşananlar… Erk Acarer’e yapılan saldırıdan sonra gönderilen tehdit notu Alman polisinin soruşturmayı derinleştirmesine neden oldu. Sonrasında ise Türkiyeli muhaliflerden oluşan ve aralarında gazetecilerin de bulunduğu 55 kişilik bir infaz listesi sosyal medyada paylaşılmaya başlandı. Benzer bir saldırı Galler’de listede adı geçen Gökhan Yavuzel’e karşı da gerçekleşti. Alman Gazeteciler Sendikası (DJV), Alman hükümetini harekete geçmeye çağırdı. Federal hükümet de bir soru önergesine verdiği yanıtta Almanya’da bulunan Türkiyeli gazetecilere yönelik infaz listelerinin varlığını teyit etti.