28 Mart – 12 Nisan arasındaki haber akışına dayanarak yaptığımız değerlendirmede şu konuları ele aldık:
Yasaklar, Baskılar, Hak İhlâlleri…
Pandemi süresince uygulanan yasaklar nedeniyle mağdur olan ve tükenme noktasına gelen müzisyenler halen binbir zorlukla boğuşarak hayatta kalma mücadelesi veriyor.
Yaşadıkları geçim sıkıntısı ve ekonomik kriz bir yana, uygulanan müzik yasakları ve peşi sıra kapanan eğlence mekânlarının yarattığı boşluk, yıllarını sanata vermiş müzisyenleri ya sanattan ya da hayattan koparıyor.
Müzisyen Kenan Doğulu, geçtiğimiz günlerde AKP’nin hazırladığı bir videoda “Yaparım Bilirsin” şarkısının izinsiz kullanıldığını duyurdu. AKP İstanbul İl Başkanlığı’nın Twitter hesabından, TOGG otomobiliyle ilgili paylaşılan videonun sonunda Recep Tayyip Erdoğan’ın TOGG aracını kullandığı görüntülerle birlikte Kenan Doğulu’nun “Yaparım Bilirsin” şarkısı çalıyor.
Cumhurbaşkanı adayı ve Memleket Partisi genel başkanı Muharrem İnce, sanatçılara yönelik sarf ettiği “sözde sanatçılar” ifadesinden dolayı özür diledi. Fazıl Say, Genco Erkal, Gonca Vuslateri, Şahan Gökbakar ve Gökhan Özoğuz başta olmak üzere birçok sanatçı, İnce’nin bu sözlerine tepki göstermişti. İnce, özür mesajında şu sözlere yer verdi: “John Steinbeck, ‘Bir insana dengesini kaybettirip, sonra da normal davranmasını bekleyemezsiniz’ der. Üzerimize çok gelindi…”
Oyuncu Emre Kınay, sosyal medya hesabından yaptığı paylaşımda, Radyo ve Televizyon Üst Kurulu’nun (RTÜK) Ramazan ayı boyunca bütün dizilerde yeme-içme sahnelerini yasakladığını iddia etti. Kınay, instagram hesabından yaptığı paylaşımda, RTÜK’ün tüm dizi yapımcılarına uyarı gönderdiğini, Ramazan dolayısıyla dizilerde yeme içme sahnelerine yasak getirildiğini öne sürdü. Paylaşımında, “Hani hiç kimsenin yaşam biçimine karışmazdınız?” diye soran Kınay, karara hiçbir yapımcı ve oyuncunun tepki göstermediğini dile getirdi.
Günün ve Güncelin Akışında Sanat…
Yılmaz Erdoğan, depremin ardından yazdığı “Hatay” şiirini müzik eşliğinde seslendirdiği bir video yayınladı. Şiir sosyal medyada epey gündem oldu. Yılmaz Erdoğan, 6 Şubat’ta yaşanan depremde iktidarın bizzat kendi elleriyle ürettiği bir zulmün yol açtığı felaketi “kaçınılmaz bir doğa olayı”na bağlama hevesiyle yazdığı bir şiirle ortaya çıkınca, pek çok kullanıcı Yılmaz Erdoğan’ın “suskunluğunu” bu şekilde bozmasına tepki gösterdi: “Ah benim güzel Antakya’m. Sen üzme kendini bu kadar. Olan bize olur. Coğrafya kendini tazeler. Dağılır gene kara bulutlar. Bilirsin güneş bizim Hatay’ı çok sever. Biraz sabır, biraz yağmur, biraz da zahter.”
Bu dizeler, “Nasıl oluyor da 90’lı yıllarda kültür sanat alanının umut vaad eden simalarından biriyken duygular,düşünceler, dirençler, öfkeler, kavgalar hepsi bu denli değişebiliyor?” sorusunu akıllara getirdi? Bir zamanlar etnik kimliği ve duyarlılığıyla popüler kültür içinde önemsenmesi gereken bir alternatif olarak kabul edilen Yılmaz Erdoğan’ın o günlerden kalkıp da, yaşanan felâketlerin çaresini sabra, yağmura ve zahtere bağladığı bugünlere gelmesi, elbette üzerinde düşünülmesi gereken bir konu olarak dikkatleri çekti. Peki bu konu, sadece “biat” kültürü ile açıklanabilir mi? Yirmi yıllık hızlı bir yükselişin ardından bugün istikrarlı bir inişe doğru hızla ilerlemekte olan bir iktidara yönelik bir biat’a bugün neden bu denli ihtiyaç duyulur? Peki bu bir ihtiyaç mıdır? Yoksa yirmi yıllık bir baskı rejiminin iliklere işleyip vücut bulmuş hali midir? Bireyler özelinde gözlemlenen münferit vakalar mıdır, yoksa toplumun çoğunluğuna sirayet etmiş politik-kültürel bir toplumsal yozlaşmanın tezahürü müdür? Şüphesiz Yılmaz Erdoğan’ın 90’lı yıllarda sahibi olamayıp bugün kaybetmekten korktuğu çok şeyleri olduğu da açık, ama bu pilav daha çok su kaldıracak ve biz de bu soruları uzun bir süre daha sormaya devam edeceğiz gibi görünüyor.
Haber taramaları esnasında Bianet’te Aksu Bora’nın 2005’te Ankara Üniversitesi Çocuk Kültürü Araştırma ve Uygulama Merkezi tarafından düzenlenen Ulusal 5. Çocuk Kültürü Kongresi’nde yaptığı bir sunum metni de karşımıza çıkınca, Nisan ayı kültür-sanat yazımızda “yoksulluk” konusuna da yer vermek istedik. Yoksulluğun her zaman yaşandığını ama bugün yüz yüze olduğumuz yoksulluk olgusunun daha farklı olduğunu söyleyen yazıda, “yeni yoksulluk” kavramı kullanılıyor. Yeni yoksulluk’ta hiçbir güç ya da iktidar sembolünün olmamasına ve yoksulun, yoksul olmayanla tek ilişkisinin bir “el uzatma” ilişkisine indirgenmesine değiniliyor.
Ayrıca profesör Ayşe Buğra’nın çalışmalarına da atıf yapan yazı, devletin yoksulluk konusunda oynadığı rolün “formel ve kurallı bir müdahale” değil de, aynen aile dayanışması modeline benzer bir çerçevede işletildiğini anlatıyor. Mesela işsizlik sigortası ya da iş güvencesinin sağlanması yerine, informel mekanizmaların işletildiği (ahbap çavuş ilişkisiyle işe sokmalar, particilik, iyilik hareketleri, yardım kampanyaları, bağış kampanyaları..) vurgulanıyor. Bu noktada özellikle AKP’li belediyelerin ekonomide yarattıkları sadaka kültürüyle bu kültürün tarihsel geçmişi ve altyapısı geliyor aklımıza.
Refah Partisi’nin 90’lı yıllardaki yükselişini ve “emin eller” sloganıyla başlattığı yoksullukla mücadele seferberliğini hatırlıyoruz. İslam’ın yardımlaşma esasına dayalı zekât ve sadaka uygulamasından alınan bu model, AKP’li belediyeler eliyle adeta bir “sadaka ekonomisi” haline dönüştürülüyor. Sosyal devlet yapısının kurumsallaştırılması yerine; peynirden zeytine, çaydan şekere, makarnadan bulgura kadar erzak torbaları yılda 5-6 kez ihtiyaç sahipleriyle buluşturularak yoksullukla mücadele, bir “yardım” meselesine dönüştürülüyor. Neoliberal politikaların uygulayıcısı olan hükümetlerin alameti farikası: Sosyal devletin görev ve sorumluluk alanında yer alan eğitim, sağlık, çevre düzenlemesi ve sosyal güvenlik gibi hizmetlerin “sosyal sorumluluk kampanyaları”na dönüştürülmesi ve bu kampanyalar aracılığıyla da özel işletmelerin reklamlarını yapıp yeni yeni kârlar elde ettikleri alanlar yaratılması. 6 Şubat depreminden sonra bizzat cumhurbaşkanı Erdoğan tarafından duyuruları yapılan yardım ve bağış çağrıları bugün bu anlayışın en taze örneklerinden değil mi zaten?
Nisan ayı kültür-sanat haberlerinin taranması esnasında Bianet’in kültür sayfasında yer alan bir başka yazı da 2008 tarihli “Kıyamet Zamanında Edebiyat Yapmak” başlıklı yazı oldu. Bu yazıdan hareketle, özelde edebiyat genelde sanat üzerinden, 12 Eylül darbesinin sanat ile toplumsal hayat arasındaki bağlara olan etkisini değerlendirdik.
“1980’li yıllarda bazı kavramlar ve değerler anlamlarından ve sınıfsal göndermelerinden uzaklaşıp hızla gözden ve dilden uzaklaşırken, birçok yeni kavram da gün yüzüne çıkmaya başladı” diyen yazıda, daha önce sol hareket içinde özgünlükleriyle dolaysız biçimde var olamayan bazı toplumsal grupların ( kadınlar, eşcinseller, çevreciler, Kürtler ..) giderek kendi adlarını telaffuz etmeye ve farklılıklarının altını çizip kendi dillerini aramaya başladıklarının da altı çiziliyor. “O zamanlar yalnızca solcular değil, toplumun tamamı yeni bir kültürel iklime girildiğinin farkında değildir. 80 darbesinin yaralarının sarılmasına paralel olarak 80’lerin sonlarında başlayıp 90’lar boyunca sürecek olan yeni sol roman dalgası içinde yeni hikâyeler de anlatılmaya başlanır. Belki o dönem solun maruz kaldığı ölçüsüz ve süreğenleşen şiddetin travmasıyla baş edebilmek için bu hikâyelere ihtiyaç vardı” diyen yazar Ömer Türkeş, darbeyle yüzleşmenin asıl bu dönem başlayacağını ifade ediyor.
Peki bugüne baktığımızda bunun gerçekten de böyle olacağını net bir biçimde söylemek mümkün mü? Örneğin, darbe sonrası Türkiye solu, 1996’da farklı çevrelerin bir araya gelmesiyle kurulan bir sol partiyle çıkmıştı siyaset arenasına: Özgürlük ve Dayanışma Partisi (ÖDP). Günümüzün Türkiye İşçi Partisi (TİP), ÖDP’nin geçmişte yarattığına benzer bir heyecan dalgasıyla ortaya çıkma iddiasında. Ancak TİP’in daha çok seçim ve yüksek siyaset odaklı, medyatik yüzleri ön plana çıkaran bir kampanya izlediğini görüyoruz. Geçtiğimiz günlerde oyuncu Mehmet Aslantuğ, oyuncu ve trans aktivist Esmeray Özadikti, haber spikeri İrfan Değirmenci gibi kamuoyunda tanınan isimler de TİP’ten milletvekili aday adaylıklarını açıklamıştı. TİP’in bugünkü mevcut milletvekillerine baktığımızda, Sera Kadıgil’in geçmişte oyuncular sendikasının da avukatlığını yapmış önemli bir isim olduğunu görürüz. Ahmet Şık, bir zamanlar hazırladığı haberlerle ve kitaplarla ses getiren önemli bir araştırmacı-gazeteci. Peki TİP milletvekili Sera Kadıgil’in bir zamanlar yüzü sendikalara dönük çalışmaları ne durumda? Bugün Ruşen Çakır, Can Dündar gibi isimler hâlâ gazetecilik yapmak için çırpınırken, bu alanda yapabileceği çok şeyi olduğunu elbette gayet iyi bildiğimiz Ahmet Şık neler yapıyor? Onları artık daha çok “meclis kürsüleri”nde yaptıkları etkileyici konuşmalarıyla takip ediyoruz, oysa AKP iktidarında ortada bir meclis olmadığı gerçeği de hepimizin malûmu. Sadece meclis kürsüleriyle yetinmeyip bir “işçi partisi” milletvekiline de yakışır biçimde sendikalara, emek platformlarına ya da kendi meslekî alanlarına yönelik çalışmalarını derinleştirmelerini beklemek çok şey istemek mi olurdu? Peki Yeşiller ve Sol Gelecek Partisi (Yeşil Sol Parti)? Onlar da mücadele alanı olarak sadece meclisi mi görecekler, yoksa zulmün, acının ve faşizmin büyüdüğü şu zamanlarda sokakların ve bölgedeki halkın nabzını tutmayı gerçekten başarabilecekler mi? Kısaca, Türkiye’de sol’da gerçek bir yüzleşme ve hesaplaşmayı konuşurken, şu seçim sürecinde bu sorular da aklımıza düşmedi değil…
Filmler ve Diziler…
Sinema, hem toplumsal cinsiyet rollerini yeniden üretmek hem de bu rolleri yıkmak ya da ters yüz etmek noktasında önemli bir güce sahip. İran sinemasından “Kadın Olduğum Gün” ve “Şşşt! Kızlar Bağırmaz”, hepimizi cinsiyet temsilleri üzerine yeniden düşünmeye yönelten iki önemli yapım olarak karşımıza çıkıyor.
Diğer yandan TV dizileri, günümüzde sayıları giderek artan bir oranda iktidarın toplum mühendisliği araçlarından biri haline gelmiş durumda. Sosyolog Özlem Akkaya, Birgün gazetesindeki söyleşisinde, bu dizileri “göstere göstere yapılan ideolojik propaganda araçları” olarak tanımlıyor.
Bu dizilerden kimileri tarihi anlatılar üzerinden İslam odaklı yeni bir “resmi tarih” söylemi inşa ederek Osmanlıcılığı parlatırken kimileri de milliyetçiliği ve militarizmi ön plana çıkararak yakın tarihin çalkantılarına iktidarın gözlükleriyle bakıyor ve derin devletin şaibeli işlerini meşrulaştırmaya soyunuyor. Dizilerdeki karakterlerin “aileden biri” olarak gösterildiğine de vurgu yapan Akkaya, “…çünkü ‘aileden biri’ olarak gördüğünüz kimse yanlış da yapsa onu hoş görürsünüz, affedersiniz. Aileden biriyle daha kolay helalleşirsiniz. Böyle bir duygu yapısının izleyicilerin siyasal tutum ve davranışlarını etkilememesi mümkün mü?” diye soruyor. Dahası, bu dizilerin ürettiği milliyetçi fanteziler de sevimli hale getirilerek gündelik hayatımızın kılcal damarlarına sızıyor. Yani belki bu dizileri ilgiyle izleyen herkes, dizinin yaydığı milliyetçi/militarist propagandanın etkisiyle, toplumsal yaşamda karşılaştığı her “öteki”ye, etnik, dinsel, mezhepsel, sınıfsal, cinsel vb. açılardan farklı olana, yani “aileden olmayan”a belki doğrudan kendisi şiddet uygulamıyor ama uygulanan şiddeti meşru, doğal ve normal bulabiliyor. Asıl tehlike belki de burada saklanıyor.
Yeni Etkinlikler, Yeni Üretimler…
Kahramanmaraş merkezli depremlerde, 2007’de kurulan ve kadrosunda farklı dil, din ve etnik kökenden birçok amatör sanatçıyı barındıran Antakya Medeniyetler Korosu’nun 7 üyesi de hayatını kaybetmişti. Koronun birçok üyesi de enkazdan sağ kurtarılmıştı. Deprem felâketinin ardından çeşitli kentlere dağılan koro üyeleri, Adana Büyükşehir Belediyesi koordinesinde çeşitli sivil toplum kuruluşlarının da desteğiyle, Çukurova Üniversitesi Kongre Merkezi’nde “Seyhan’dan Asi’ye El Birliğiyle” mesajının verildiği dayanışma konserinde sahne aldı. Konser, Adana’nın ardından İstanbul’da da düzenlenecek.
1990 doğumlu hip hopçu Perma, yeni teklisi “Çeke Çeke”yi, şarkı sözlerindeki politik nüveleri, feminizmi, Türkiye’nin mülteci politikasını, Esenyurt’u… kısaca Türkiye’nin hâl-i pürmelâline dair görüşlerini Bianet’ten Tuğçe Yılmaz’a anlatırken, “Kadın olma bilinci, feministlik ve politik bir duruş müzik piyasasında çoğu zaman ters tepebiliyor. Yani avantajı da var, dezavantajı da. Ama anahtar sizin elinizdeyse çok cool bir şeye de dönüşebilir tabii.” diyor. Ne istiyorsun, sorusuna da “Kadınların ar, namus, namussuzluk üzerinden ayrıştırılmadığı, LGBTİ+’ların düşmanlaştırılmadığı, hayvanlara eziyet edilmeyen bir toplum istiyorum. Eşit işe eşit ücret koşullarında, çalışma saatlerinin bu kadar yüksek olmadığı bir toplum istiyorum. Çok mu?” diye cevap veriyor.
Türkiye Tiyatro Vakfı’nın (TTV) “Tiyatromuzda Tarih Konuşmaları” dizisinin üçüncü oturumu, 12 Nisan Çarşamba günü, Akbank Sanat’ın ev sahipliğinde gerçekleşiyor. Tiyatro yönetmeni ve akademisyen Noyan Ayturan’ın moderatörlüğünü üstlendiği etkinlik, “Nezihe Muhiddin’in Tiyatro Oyunları ve Bireysel-Kamusal Tarih Yazımı” başlığını taşıyor. Türkiye kadın hareketinin de önemli isimlerinden Nezihe Muhittin, kadın haklarına adanmış bir ömür içinde binlerce öğrenci, onlarca roman, üç yüz civarında öykü, sahnelenmiş piyesler, operetler ve filme alınmış senaryolar bırakarak 1958 yılında hayata veda etmiş. Tiyatro oyunlarında daha çok toplumsal cinsiyet sorunlarını ele alırken kadının aile ve kamusal alandaki yerini sorgulayan Muhittin’in “Kadınlar Kulübü” oyunu da, Nezihe Muhittin’in sahnelenmiş dört oyundan yalnızca biri.
Sahnelerin ve beyazperdenin “star” kültüründe kadın oyuncuların da her zaman özel bir yeri olmuştur. Sinemamızda Cahide Sonku’yla başlayıp, Türkan Şoray, Müjde Ar gibi isimlerle devam eden güçlü bir rüzgâr, kadın yıldızlar üzerine kurulu filmlerin de önünü açarken, tiyatro dünyamızda da Afife Jale’den Bedia Muvahhit’e, Yıldız Kenter’e dek, çok sayıda yıldız kadın oyuncudan söz edilebilir. Kadın oyucuların ışığında, Atölye Kültür Sanat ve A.S.T. işbirliğiyle 3 yıldır sürdürülen “Kadın Oyunları Festivali’nde sıra şimdi Ankara’da. Festival kapsamında sergilenen oyunlarda tiyatromuzun kadın oyuncularının yoğun performanslarına tanık oluyoruz.
Türkiye’nin genç müzisyenlerinden Metin Bahtiyar, Bach Uluslararası Müzik Yarışması’nda ‘Far Away From Shore’ adlı oda müziği kompozisyonuyla, Orijinal Kompozisyon dalında birincilik kazandı. Birgün Gazetesi’nin kendisiyle bu bağlamda yaptığı söyleşide, geleceğe dair planlarının arasında müzikal konusunda daha üretken olmanın ilk sıralarda yer aldığını söyleyen Bahtiyar, Türkiye’de ilerleyen bir müzikal olgusuna da dikkat çekti. Nisan ayındaki kültür-sanat haberleri kapsamında baktığımızda, sahneye taşınan müzikallerin duyuruları Metin Bahtiyar’ı bir parça haklı çıkarır mahiyette. Örneğin, cumhuriyetin 100. yılına özel olarak hazırlanan “1923” müzikali, Çolpan İlhan & Sadri Alışık Tiyatrosu tarafından Piu Entertainment ve Zorlu PSM ortak yapımı olarak sahneye taşınıyor. Diğer yandan, “Sidikli Kasabası Müzikali”, 27 kişilik kadrosuyla sezon boyunca Zorlu PSM’de olacağını duyuruyor.
İzmir Büyükşehir Belediyesi, çok sesli koro müziğini özendirmek ve bu topraklarda üretilen müziğinin evrensel boyuta ulaşmasına katkı sağlamak amacıyla İzmir Uluslararası Çoksesli Korolar Festivali’ni bu yıl ikinci kez düzenleyeceğini duyurdu.
Wikimedia, Kürtçenin Sorani lehçesinde online bir sözlük oluşturdu. Sorani konuşan Kürtlere sözlüğe katkı sunma çağrısı yapıldı. Vikisözlük’ün Kürtçe-Kurmanci versiyonu olan Wikiferheng’te halihazırda 740 binden fazla madde bulunuyor. Bu haliyle Kurmanci, dünyada tüm diller arasında 13’üncü sırada yer alıyor. Wikipedia yöneticilerinden ve Sorani sözlük gönüllülerinden Muhammed Serdar, Sorani konuşan Kürtlere sözlüğe katkı sunma çağrısı yaptı.
Tolga Akyıldız’ın ardından…
Gitarist, müzik yazarı ve gazeteci Tolga Akyıldız’ı 3 Nisan’da kaybettik. Tolga Akyıldız’ın editörlüğünü üstlendiği “Türkiye’de Ağır Müziğin Geçmişi” adlı kitap, Karakarga Yayınları Müzikmentor serisinden henüz 2 ay önce, Şubat 2023’te çıkmıştı. Henüz genç denebilecek bir yaşta, 50 yaşında kaybettiğimiz Tolga Akkyıldız’ı gelin yeni yayınlanan ve editörlüğünü de yaptığı bu kitap çerçevesinde anarak uğurlayalım.
“Editörden İlk Söz” bölümünde Tolga Akyıldız, içinde yaşadığımız dönemde müzik türlerinin pek bir önemi kalmadığını, analog yıllarda olduğu gibi “rock”çılar, “pop”çular ve “rap”çilerin artık keskin sınırlarla birbirlerinden ayrılmadığını, dolayısıyla dinlenilen müziğin türü üzerinden bir kimlik oluşturma davranışının da giderek azaldığını ifade ediyor. Bugün, dijital platform algoritmaları bizlere ne öneriyorsa, bizim için takip edilmesi gerekenin de o olduğu bir dönemden geçtiğimiz; eskisi gibi adeta bir “müzik kazıcılığı” üzerinden keşfederek, kulağımızı ve kendimizi geliştirerek oluşturulan müzik beğenileri yerine, platformların önerdiği “keşfet” listelerini favoriye alarak ilerlediğimiz tespitini yapıyor.
“Müziğe sahip olmak, az bulunuru elinde tutmak, bildiğini paylaşmak giderek kıymetini yitiriyor. Sevdiğiniz şeyin tarihini, öncülünü, ardılını merak etmek gündemden düşüyor. Koleksiyonerlik, arşivcilik demode görülüyor. Oysa müziği ‘sevmek’ bu kadar kolay değil. Hiçbir şeyi sevmek bu kadar kolay olmamalı…” dediği yazısında Tolga Akyıldız, “Bu kitapta, bugün dijital mecralarda en çok dinlenilen şarkıların kökleri, çıkış noktaları var. Türlerin buluştuğu noktalar, etkileşimleri var. O türleri dinleyenlerin dinleyebilmeye, o yaşam tarzına göre var olmaya çalışırken başlarına gelenler var.” derken, bizi bugün hızlıca tükettiğimiz şarkıların tarih yolculuğuna davet ediyor.
Kitap her ne kadar bizi analog yıllarda bir yolculuğa davet etse de, sayfaları benzerlerinin aksine okura yepyeni dijital imkânlar sunmakta. “Türkiye’de Ağır Müziğin Geçmişi” kitap olmadan önce internette farklı mecralarda yayın yapan bir proje olduğu için, halihazırda bir web sitesi de bulunuyor. Web sitesi soldan sağa yatay düzlemde kayan bir zaman tüneli şeklinde tasarlanmış, olaylar yan yana sıralanıyor, izleyici soldan sağa doğru eskiden yeniye ya da yeniden eskiye doğru bu olayları dizip inceleyebiliyor. Kitapta bazı sayfalarda bazı olaylara karekodlar da iliştirilmiş. Bu karekodu telefon kamerasına okutarak ilgili olaya dair belgeleri de inceleyebiliyorsunuz.
Son söz yerine…
Nisan ayının ilk iki haftasındaki bu haber taramamızı, Kardeş Türküler projesinin 30. yılı kapsamında 3 Mayıs’ta, İstanbul Cemal Reşit Rey salonunda sahnelenecek olan “Kıyıda” gösterisinin duyurusuyla tamamlayalım: Müzikle anlatı sanatını bir araya getiren “Kıyıda”, zamansız ve mekânsız kıyıların hikâyelerini Kardeş Türkülerin müziğiyle buluşturuyor. 30 yıl boyunca bu toprakların farklı kültürlerinin şarkılarını dillendiren Kardeş Türküler’e kıyılar boyunca farklı insan hikâyeleri eşlik ediyor. Tek parça halinde izleyiciyle buluşacak olan gösterideki hikâyeleri Bgst Tiyatro oyuncularından Cüneyt Yalaz seslendirecek.
İnsan türü, hikâyeler içinde yaşaması ve hikâyeler anlatmasıyla da ayrılır diğer türlerden. Herhalde ölümlülüğün bilinciyle olacak, öylesine yaşayıp geçmez, yaşamaya bir anlam atfetmesi gerekir ve bunu yaşadığı hikâyeleri anlatarak yapar insan türü. Bugün, yaşadığımız zamanın gürültüsü zaman zaman başka hikâyelerin duyulmasını imkânsızlaştırdığı gibi, anlattığımız hikâyenin duyulmayacağını düşünmek de anlatma şevkimizi kırabilir. Hatta anlatabileceğimize olan inancımızı da… Fakat kendi hikâyemizi anlatabilmemiz, biraz da diğerlerinin hikâyelerine daha yakından bakmamızı ve o hikâyelerin ne dediğini ayırt etmemizi gerektirmiyor mu sizce?