Bu yazıda kullanılan haber akışına buradan ulaşabilirsiniz.

SANATTA HAK İHLALLERİ VE YASAKLAR

6-16 Eylül arasında sanatta hak ihlalleri ve yasaklar başlığı altına yaşananlara baktığımızda daha önceki dönemlerdeki baskıların benzerlerinin devam ettiğini söylemek mümkün. Seçim sonrası oluşan siyasi atmosferde daha “özgüvenli” bir biçimde saldırganlaşan gerici kesimlerin sanata yönelik tacizkar eylemlerinin devam ettiğini gözlemliyoruz. Artık alışıldık bir “baskı formu” olarak öne çıkan festivallerin yasaklanmasına dönük taleplerin bir örneği de Konya’nın Hüyük ilçesinde AKP’li belediye tarafından organize edilen Kırmızı Altın Geleneksel El Sanatları ve Gençlik Festivali’ne karşı muhafazakar yönelimli 8 STK’nın ortak bildiri yayınlaması oldu. Festivalleri ahlaki yozlaşmanın ürünü olarak değerlendiren bildiride “Hayat tarzlarından düşüncelerine kadar değerlerimizi her fırsatta ayaklar altına alan, eşcinsellikten alkol kullanımına kadar her türlü günahı meşrulaştırmaya çalışan zevat ile gençlerimizin buluşturulmasını doğru bulmuyoruz” denildi.

Bir önceki dönemde Feshane’de gerçekleştirilen “Ortadan Başlamak” sergisine yönelik gerici kesimlerin gerçekleştirdiği saldırgan eylemler ve bu eylemler sonucunda saldırıyı gerçekleştirenlere değil de sergideki sanatçılara soruşturma açılması sanatçı ve aydınların tepkisiyle karşılaştı.  “İnsanları tahrik ediyor” yargısına varmanın mantık dışı olduğunu vurgulayan sanatçı ve aydınların soruşturmaya karşı tavır takınmaları dikkate değer bir direnç göstergesiydi.

Seküler kesimden aydın ve sanatçılara dönük alışıldık baskı görüntüleri bu dönemde de devam etti. Kocaeli Özgürlük Semt Evi’ndeki “Pardon” filminin gösterimini basan polisin 13 kişiyi göz altına alması, Dersim’de, direnişlerinin 35’inci gününde dayanışma konseri düzenlemek isteyen FEDAŞ işçilerinin konserinin valilik kararıyla engellenmesi, (Sanat Özgürlüğünü İzleme Platformunun raporuna göre) 15-31 Ağustos döneminde 6 sanatçının göz altına alınması gibi örnekler bu dönemde dikkat çekiciydi.

SİVAS KATLİAMI DAVASININ ZAMAN AŞIMINA UĞRAMASI

14 Eylül günü 1. Ağır Ceza Mahkemesi, Sivas Katliamı davasında firari sanıklar Murat Sonkur, Eren Ceylan ve Murat Karataş yönünde zaman aşımı gerekçesiyle davanın düşürülmesine hükmetti. 30 yıl önce 33 aydınımızın ve sanatçımızın devlet içinden bazı odaklar tarafından yönlendirilen/himaye edilen gerici/yobaz bir güruh tarafından katledilmesi olayında yıllardır adaletin sağlandığı bir dava süreci işletilemedi. Gerici sağ iktidarların bu dava sürecini manipüle etmeleri -Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’ın Madımak davası hükümlülerinden iki kişiyi (biri geçen yıl, diğeri yakın zamanda) kararname ile affetmesine de dikkat çekelim- yıllardır seküler kültür-sanat camiasında ve Alevi toplumunda büyük tepki topladı. 14 Eylül’de mahkemenin verdiği zaman aşımı kararı bu çerçevede ele alındığında hukukun adaleti sağlamaktan ve vicdanları rahatlatmaktan çok uzak bir noktada olduğunu gösteren bir gelişmeydi. Gerek ana muhalefet partisi lideri Kemal Kılıçdaroğlu, gerek Alevi cemaatleri, gerekse bu katliamın/davanın doğrudan muhatabı olan sanatçı ve aydınlar bu adaletsiz karar karşısında tepkilerini dile getirdiler. Demokratik Alevi Dernekleri (DAD) ise hem bu zaman aşımı kararına tepki gösterdi hem de bu konuda yurt içi ve yurt dışında yeterli diplomatik çaba göstermedikleri için genel olarak Alevi derneklerini eleştirdi. Emekli hâkim ve akademisyen Orhan Gazi Ertekin’in Sivas Katliamını ve dava sürecini ele alan yazısını okumakta fayda var. Bu yazıdan kısa bir alıntıyla bu başlığı sonlandırabiliriz:

“Sivas 2 Temmuz 1993 bir katliam değildir. Bir pogromdur. Aradaki fark ise şiddetin “kamu”sal destek, kurumsal müdahale ve toplumsal hazırlıklarının bir arada ve birlikte yürütülmesidir. Pogromda şiddet hareketleri genellikle yasalar (örn. Irk yasaları) kurumsal destekler (resmi görevlilerin tutarlı ve sürekli dahli) ve toplumsal taleplerle (linçin meşrulaştırılması) devam ederek kalıcı ve sürdürülebilir bir “siyasal sistem”e dönüşür. Dolayısıyla katliamdan daha fazlası vardır pogromda..

Sivas pogrom davası ve en son zamanaşımından düşme kararı verilmesi gerçekte Türkiye’de hak mücadelesi politikaları ile alakalıdır ve maalesef bu konuda etraflıca düşünme geleneğine sahip değiliz. Son kararın bu ihtiyaca cevap verecek sorular ve cevapları geliştirmesi dileğiyle özeti şudur ki Türkiye, bütün kurumları ve gelenekleri ile kendi rutinleri olan bir iktidar alanına sahiptir. Ve bizim bu gerçeği görüp buna uygun bir hak mücadelesi alanı açmamız zaruridir. Zamanaşımı konusunda bile tek söyleyebildiği “İnsanlık suçlarında zamanaşımı olmaz”dan öteye gitmeyen bir hak mücadelesi geleneğinin kendine dönüp kendisini yeni baştan kurması da şarttır…”

YILMAZ GÜNEY ÜZERİNE MAGAZİNEL BİR TARTIŞMA

Ölümünün 39. yılında Yılmaz Güney hakkında Murathan Mungan bir sosyal medya paylaşımı yaptı ve “Yılmaz Güney’in ölümünün 39. yılı. İyi bir yönetmen, iyi bir oyuncu, iyi bir senarist olmasının yanı sıra sinemamızın en iyi yürüyen erkeğiydi. Bir daha kimse onun gibi boynunu hafifçe yana kırarak hüzünle bakarken içimizin en ücra yerine dokunamadı” ifadelerini kullandı. Bu paylaşımın altına Farah Zeynep Abdullah’ın yaptığı bir yorum (“Sinemamızın en iyi yürüyen erkeği shjs ve kadın döven ve şiddet türleri açısından zengin ve etkili silah kullanan diyelim”) tepkilere ve tartışmaya yol açtı.

Avukat Bişar Alinak Güney ailesi adına bir açıklama yaptı: “Bugün Türkiye’de; kolluğun, iktidarın, kolladıklarının ve cezasızlık politikalarına, kadınlara, Kürtlere, işçilere, devrimci güçlere, LGBTİ+’lara yönelen sistematik saldırılara karşı ses çıkaramayan yeni dönem sanatçılarının hatırası milyonlara barış ve umudu çağrıştıran Yılmaz Güney’i hedef koymasını, manipülasyona maruz kalan milyonlara göz kırpan samimiyetsiz bir alkış alma hezeyanı olarak görmekteyiz” denilen açıklamada hukuka başvurulacağı da ifade edildi: “Samimi uyarılarımızı dikkate almayan başta oyuncu Farah Zeynep Abdullah olmak üzere karalama kampanyasına karışan her birey için her türlü kanuni hakkımızı kullanarak Yılmaz Güney’in manevi hatırasını, ailesinin ve yakınlarının kişilik haklarının muhafazasını sağlamaya devam edeceğimizi kamuoyuna saygılarımızla sunarız.”

Aslında önemli ve düzeyli bir tartışmanın konusu olabilecek bu mesele magazinel bir bakışın ve tartışmanın malzemesi haline geldi. Türkiye sinemasının en önemli figürlerinden biri olan ve filmleri hem yurtta hem de yurt dışında büyük beğeni toplayan Yılmaz Güney’in özel yaşamına dair tartışmalar zaman zaman ortaya atılır. Ailenin açıklamasında da belirtildiği gibi Yılmaz Güney geçmişte gerçekleştirdiği bazı eylemler (kadına yönelik şiddet) nedeniyle özeleştiri vermiş, bu eylemlerini “feodal bir kökenden gelmenin handikapları” olarak değerlendirmişti. Yine de feminist bir bakış açısıyla eleştirilmesi gayet mümkündür ve meşrudur. Ama bunu sosyal medya üzerinden atılan ciddiyetsiz mesajlar yerine farklı platformlarda ve düzeylerde yapmak daha uygun olur.

Öte yandan ailenin Farah Zeynep Abdullah’a dönük değerlendirmesi ve mahkemeye verme tutumu da sorunlu görünüyor. “Sistematik saldırılara karşı ses çıkaramayan yeni dönem sanatçıları”ndan biri olarak değerlendirilen Farah Zeynep Abdullah’ın mevcut iktidar ve yandaşları tarafından sık sık tehditlere ve hakarete uğradığını unutmamak gerek. Aile doğrudan mahkeme yoluna başvurmaktansa daha kapsayıcı bir dil ve bakış kurabilirdi.

DOB’UN BAŞINA TAN SAĞTÜRK’ÜN ATANMASI

Geçtiğimiz ay Devlet Tiyatroları’nın başına Tamer Karadağlı’nın atanmasının ardından Devlet Opera ve Balesi’nin (DOB) başına kimin atanacağı merakla bekleniyordu. Resmî Gazete’de yayımlanan Cumhurbaşkanı kararlarıyla Devlet Opera ve Balesi Genel Müdürlüğü’ne Balet Tan Sağtürk atandı. Kurum içinden olmamasına rağmen Sağtürk’ün atanması Karadağlı’nın atanması kadar fırtına koparmadı. Hatta kurumun eski genel müdürlerinden Rengim Gökmen, Sağtürk’ün görgüsü ve bilgisiyle kalıcı başarılar kazanacağını söyledi. Bu destek hem Sağtürk’ün kısa bir süre de olsa DOB bünyesinde çalışmış olmasından, hem dans eğitimi alanında hayli yaygın bir okul ağına sahip olmasından, hem de seküler kesimin sempatiyle yaklaştığı biri olmasından kaynaklanıyor. Sağtürk ve Karadağlı’nın ortak yanları ise alanlarında hayli popüler olmaları ve şirket sahibi olmaları. soL Haber Portalı’nda Melis Gönenç konuyla ilgili olarak bir hayli kapsamlı bir yazı yayınladı ve Sağtürk ve Karadağlı atamalarının temel yöneliminin yüksek sanat kurumlarının kamusal niteliğini törpüleyerek liberalleştirme operasyonu olduğunu öne sürdü. Bu ikilinin nasıl bir sanat yönetimi yapacakları, repertuar seçimi ve kurum içi yönetsel konularda nasıl tavırlar alacakları yakın vadede belirginleşmeye başlayacaktır.

YAPAY ZEKÂ VE SANAT

Yapay Zekâ alanında yaşanan son derece hızlı gelişmeler sonucunda doğal olarak sanat dünyasını da yakından ilgilendiren sorunlar ve gelişmeler yaşanıyor. Yapay Zekâ alanındaki gelişmelerin hızına hukuk alanının aynı şekilde cevap verememesi özellikle telif hakları alanında sorunlara yol açıyor. Yapay Zekâ uygulamaları bir yandan gelecekte özellikle uygulamacı sanatçıların yerini alma tehdidi içerdiği için sanatçıları endişelendirirken bir yandan da mevcut sanat eserlerini izinsiz ve telif ödemeksizin kullanarak “yeni” ürünler üretmesi anlamında da çatışmalı durumlara yol açıyor. “Yapay Cinayet” adında Türkiye’nin Yapay Zekâ destekli ilk çizgi romanını hazırlayan Alper Kaya ve Çağdaş Medya Sanatçısı Hakan Yılmaz ile yapılan bir söyleşi Evrensel’de yayınlandı. Sanatçılar bu söyleşide Yapay Zekânın sanatçının yerini alamayacağını, sanatçıya yardımcı olacağını öne sürüyorlar. Ama bu alandaki gelişmelerin hızı dikkate alındığında özellikle görsel tasarım gibi alanlarda çalışan uygulamacıların yerini alması kısa vadede mümkün görünüyor.

Öte yandan 6-16 Eylül döneminde Artizan Kültür Sanat sitesinde yayınlanan Michael Albert’ın bir yazısı ve Noam Chomsky ile yapılan bir söyleşi bu alandaki gelişmelere karşı eleştirel bir bakış atıyor. Michael Albert, yazısında, Yapay Zekâ alanında yaşanan çok hızlı gelişmelerin çok ciddi sorunlar yaratmaya gebe olduğuna işaret ediyor ve -gerçekleşmesinden çok umutlu olmasa da- bu alanda frene basılmasını sağlayacak bir tür moratoryum öneriyor:

“Peki ne yapmamız gerekiyor? Ekolojinin “ihtiyatlılık ilkesine” başvurmamız gerekiyor. Büyük zarar verme potansiyeline sahip yeniliklerle karşı karşıya kaldığımızda, ihtiyatı vurgulamamız gerekir. Felaketle sonuçlanabilecek bir yayılma sürecine girmeden önce duraklamalı ve gözden geçirmeliyiz. Belirsizlik karşısında önleyici tedbirler almalıyız. İspat yükümlülüğünü riskli bir faaliyetin savunucularına yüklemeliyiz. Karar alma sürecine halkın katılımını arttırmalıyız. Özetle, sıçramadan önce bakmamız gerekiyor.”