Bu gündem değerlendirmesi hazırlanırken linkteki haber taraması esas alınmıştır.
İÇ POLİTİKA
Seçimlerden Sonra Yumuşama Tartışmalar, Pazarlıklar ve Davalar
Yerel seçimlerden sonra, Erdoğan ve Özel arasında yapılan görüşme ve Abdülkadir Selvi’nin yazılarının ardından, acaba bir yumuşama dönemine mi giriliyor tartışmaları başlatmıştı. Bu sürecin, içeride bir yumuşama girişiminden çok, Cumhur ittifakının zaman kazanma hamlesi olduğu görüşünü savunanlar kısmen haklı çıkmış gibi görünüyor. Kısmen diyoruz çünkü AKP’nin, ana muhalefet partisi CHP ile olan görüşme ve müzakere isteği devam ediyor. Ancak, yumuşama mı oluyor tartışmaları sürerken bile, Kürt siyasetine yönelik saldırı ve tutuklamalar devam ediyordu. Seçimlerin hemen ardından gelen 18 gün içinde, 372 kişi gözaltına alındı ve bunlardan 108’i tutuklandı. Yine bu dönemde birçok yerde DEM Partili il ve ilçe yöneticileri gözaltına alındı, DEM Parti Birecik binasına silahlı saldırı yapıldı. Dolayısıyla AKP’nin CHP özelinde, seküler muhalefeti sakinleştirmeye çalışırken, Kürt siyasetine karşı ağır bir baskı kurduğu görülüyor. Nitekim Kobane davasında çıkan cezalar da bunu teyit eder nitelikte. 9. Yargı paketi kapsamında gündeme getirilen “etki ajanlığı” düzenlemesi ise, yumuşamadan çok otoriterleşmenin güçlenme eğiliminde olduğunu gösteren başka bir gelişme. Yine “yumuşama” beklentileri içerisinde, Gezi tutuklularıyla ilgili olumlu gelişmeler beklenirken, Osman Kavala’nın yeniden yargılanma talebi reddedildi. Özetle devletin, ana muhalefetten bir yumuşama beklediği açıkken, önümüzdeki döneme dair bir yumuşama niyeti olmadığı rahatlıkla söylenebilir.
Bu süreçte AKP ve MHP arasında sorun oluşturan Yargıtay Başkanı seçme meselesi de uzlaşmayla çözüldü. Erdoğan ve Bahçeli arasında yapılan görüşmeden çok kısa bir süre sonra, MHP’nin adayı olduğu ileri sürülen Muhsin Şentürk adaylıktan çekildiğini açıkladı. Bu açıklamadan sonra yapılan Yargıtay Başkanı seçimlerinde, Ömer Kerkez Yargıtay Başkanı seçildi ve başkanlık krizi sonra erdi. Bir gün sonra ise, başkan adaylığından çekilen Muhsin Şentürk, Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığına atandı. Bu durum AKP ve MHP’nin sorunu uzlaşma ile çözdüğü şeklinde yorumlandı.
Ancak bunun hemen ardından Ayhan Bora Kaplan soruşturmasında ilginç gelişmeler yaşandı. Devlet Bahçeli, bu soruşturmayı yapanların aslında bir darbe hazırlığında olduğunu söyledi. Bunun ardından soruşturmayı sürdüren komiserlerin de içinde bulunduğu bir dizi gözaltı ve tutuklama gerçekleşti. İddialara göre bu görevliler, olaya bakanların da ismini karıştırarak, soruşturmayı hükümete yönlendirmeye çalıştılar. Konuyla ilgili çalışan gazeteciler, bu soruşturmanın aslında Süleyman Soyluyu da içine alacak şekilde ilerlediğini ve bunun üzerine MHP’nin müdahale ettiğini dile getiriryorlar. Bu soruşturmayı Süleyman Soylu’ya yönlendirenin Ali Yerlikaya olduğu ve bu nedenle de görevden alınacağı iddiaları ileri sürülse de şimdilik bunun gerçekleşmediği söylenebilir.
Benzer bir şekilde, Sinan Ateş soruşturmasında da MHP ile AKP’nin karşılıklı hamleler yaptığı öne sürülüyor. Erdoğan ve Bahçeli’nin görüşme yaptığı gün, savcılık iddianamesinin kabul edildiği açıklandı. İddianamede, olayı Ülkü Ocaklarına ya da MHP’ye bağlayan hiçbir bağlantıdan söz edilmediği görülüyordu. Ancak yine aynı gün basına servis edilen görüntülerle, katil zanlısını taşıyan aracın Ülkü Ocakları tarafından kullanıldığı ortaya çıktı. İktidar ortaklarının, aralarındaki pazarlıklarda kullanmak üzere, çeşitli kozları ellerinde tuttuğu ve zamanı geldiğinde kullandıklarını söylemek yanlış olmayacaktır. Ancak Türkiye’deki rejim meselesini, AKP- MHP gerginlik ve pazarlık süreçleri üzerinden okumanın doğru olmayacağı açıktır. Şu anda müessesleşmiş bir Türk- İslam Faşizmi iktidardadır ve koşulları belirleyen bu rejimdir. Ortaklar arasında yaşanan paylaşım ve alan kazanma mücadelesini rejimle ilgili bir problem gibi tartışmamak gerekiyor. Dolayısıyla en azından orta vadede AKP- MHP ortaklığının dağılabileceği beklentilerinin anlamlı olmadığı ortadadır.
Kobane Davasında Çıkan Kararlar
Türk- İslamcı müesses nizamın Kürt meselesi konusundaki tutarlılığı bunun en iyi göstergelerinden biridir. Kobane davası karar duruşması bu anlamda merakla beklenen bir olaydı. Konuyu takip edenlerin kanısı, çok ağır cezaların verileceği yönündeydi. Tam böyle olmasa da çıkan cezalar, Kürt siyasetinin üzerindeki baskının devam edeceğini açıkça gösterdi. Kararlar sonucunda, 5 tahliye, 12 beraat ve 13 tutukluluğun devamı kararı çıktı. Selahattin Demirtaş 42 yıl, Figen Yüksekdağ 30 yıl, Alp Altınörs 18 yıl, Ahmet Türk ise 10 yıl ceza aldı. Sarayın hukuk danışmanı Mehmet Uçum, kararları “milli yargımızla ne kadar gurur duysak azdır” şeklinde yorumlarken, Erdoğan “bu bir isyan girişimiydi, yargı kararı yüreklere su serpti” değerlendirmesini yaptı. Yine Kobane kararlarının açıklandığı akşam, Erdoğan’ın imzasıyla, 28 Şubat hükümlüsü generallere af çıktı. Bu affın, Erdoğan- Özel görüşmesinde gündeme geldiği biliniyor. Devlet, Kürtlere ceza yağdırırken, “yumuşatmaya” çalıştığı seküler muhalefete ufak bir jest yapmış gibi görünüyor.
Kobane davasında çıkan kararları nasıl okumak gerekiyor? Öncelikle kararların beklenildiği kadar sert olmaması ve Gültan Kışanak, Sabahat Tuncel gibi isimlerin tahliye edilmesi, devletin Kürt siyasetini tamamen silme niyetinde olmadığını gösteriyor. Ancak başta Selahattin Demirtaş olmak üzere verilen diğer ağır cezalar, devletin Kürt siyaseti için açtığı alanı genişletmeyeceğinin de kanıtı. Türk-İslamcı rejimin temel meşruiyet dayanaklarından biri Kürt meselesidir. Bu nedenle Kürt meselesinde bir yumuşama ve açılım beklemenin en azından şu süreçte imkânı yok gibi görünüyor. Devlet Kürt siyasetini tümüyle yok etmiyor ve ona bir alan açıyor, ancak bu alanı oldukça dar tutmaya da özen gösteriyor. Çünkü Kürt siyasetine alan açıldığında, Kürt siyasetinin bu alanı doldurma kapasitesinde olduğu biliniyor. Seçimlerden sonra Kürt siyasetçilere yönelik tutuklamaların devam etmesi, devletin bu alanı oldukça sınırlı tutmak istediği şeklinde yorumlanabilir.
Buna karşın Kürt siyasetinin de en azından şimdilik, bu alanı zorlama gibi bir çaba içinde olmadığı da iddia edilebilir. Kobane davasında verilen cezalar sonrasında oluşan tepkinin sınırlı olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz. Yine binlerce Kürt siyasetçinin içerde olmasına ve her gün buna yenilerinin eklenmesine karşın yeterince kararlı ve kitlesel tepkilerin verilmediği görülüyor. Burada şu soru akla geliyor; Kürt siyaseti artık tabanını harekete geçirecek inisiyatifi mi kaybetti, yoksa bu inisiyatifi şimdilik kullanmak mı istemiyor? Newroz kutlamalarındaki kitlesel katılım ve coşku düşünüldüğünde, Kürt halkının ulusal taleplerinden uzaklaşmaya başladığını söylemek doğru olmaz. Bu nedenle DEM Partinin bu kitleleri harekete geçirmekten çok, en azından şimdilik kendine açılan alanda kalmaya özen gösterdiği ve müstakbel müzakereci pozisyonunu korumaya çalıştığı söylenebilir. Ancak yine de belediyelere kayyum atanıp atanmayacağı ve devletin bu konudaki tutumu, önümüzdeki dönem için belirleyici olacaktır. Devletin şimdilik DEM Partili belediyelere kayyum atamaması olumlu bir durum olarak okunsa da bunu önümüzdeki süreçte gerçekleşebileceği yolunda görüşler de mevcut. Elbette Kürt meselesi artık sadece bir iç politika meselesi değil ve bunun Ortadoğu’da olup bitenlerle de doğrudan ilişkisi olduğunu biliyoruz. Örneğin Türkiye’nin uzun zamandır Rojavaya yönelik bir sınır operasyonu yapmaktan bahsetmemesi ve seçimlerden sonra yapılacağı iddia edilen Irak operasyonun henüz yapılmamış olması, bölgede başka bir sürecin de işlediğini gösteriyor. Devletin içerde Kürt siyasetiyle ilgili alacağı tavır, biraz da Ortadoğu’da yaşanan durumun nasıl şekilleneceği ile ilgili olacak diyebiliriz.
EKONOMİ
Tasarruf paketi açıklandı
Burada ele aldığımız dönemde ekonomideki en önemli gelişme “kamuda tasarruf paketi”nin açıklanması oldu. Pakette şu temel unsurların yer aldığı söylenebilir: yeni araç ve bina alımı/kiralaması yapılmaması (lojman ve sosyal tesisler dahil); 3 yıl süreyle yeni hizmet binası alımı ve yapımının durdurulması; mal ve hizmet alım ödeneklerinde yüzde 10, yatırım ödeneklerinde ise yüzde 15 kesinti uygulanması; 3 yıl boyunca kamuya emekli olanlar kadar yeni personel alınması.
Açıklanan paket birkaç açıdan ele alınabilir. Öncelikle, öngörülen tasarrufun merkezi yönetim bütçe açığının yanında oldukça önemsiz kaldığını görüyoruz. Bazı iktisatçılar paketle 164 milyar TL tasarruf edilmesini öngörüyor; oysa -depremin de önemli etkisiyle- 2023 yılında bütçe açığı 1,37 trilyon TL olmuştu. “Tasarruf paketi”nin katkısının bu kadar düşük kalması, kuşkusuz, döviz bazında yolcu, geçiş vs. garantisi verildiği için Hazine’ye büyük yük getiren otoyollar, havaalanları, köprüler, şehir hastaneleri gibi kamu-özel işbirliği projelerinin paketin kapsamına alınmamasından kaynaklanıyor. Sınıfsal açıdan yorumlayacak olursak, paket 5’li çete dahil yandaş sermayeye hiçbir yük getirmiyor. Buna karşın, kamu personeli servislerinin kaldırılması, kamuya üç yıl boyunca ancak emekli olanlar kadar personel alımı yapılacak olması gibi maddeler “paketin” emekçi sınıflar üzerinde ciddi bir yük olacağını gösteriyor. Ataması yapılmayan yaklaşık bir milyon öğretmen olduğu dikkate alındığında paketin işsizliği artırıcı özelliği gözler önüne serilebilir.
Son olarak, kamu mal ve hizmet alımı ile yatırım ödeneklerinde kesintiyle gidilmesinin kamu hizmetlerinde yetersizliğe yol açacağı tahmin edilebilir. Hizmet binası yapımını durdurulacak olması ise inşaat sektöründeki durgunluğun artmasına katkıda bulunabilir.
Uluslararası finans kuruluşlarının “Türkiye analizleri”
Uluslararası finans kuruluşları Türkiye’ye yönelik analizlerinde yeni ekonomi politikasıyla elde edilen sonuçları öven ifadeler kullanıyor. Özellikle cari açığın azalması, TL’deki stabilizasyon ve merkez bankası rezervlerindeki iyileşme gayet olumlu karşılanıyor. Bu övgülere, enflasyonun dizginlenmesi için “daha az cömert ücret anlaşmaları yapılması”, “kredi kartlarına sınırlamalar getirilmesi”, “kredi koşullarının daha da sıkılaştırılması” gibi uyarılar da eşlik ediyor. Bu uyarılardan, yabancı yatırımcı çekebilmek için Türkiye’den iç talebi, dolayısıyla halkın alım gücünü ve ekonomik büyümeyi ciddi şekilde sınırlamasının talep edildiğini anlamak mümkün. Uluslararası finans çevrelerinin bu taleplerinin hangi toplumsal tepkilere yol açacağını bekleyip göreceğiz.
“Carry trade” uyarısı
Son dönemdeki ekonomik “başarılara” baktığımızda şu gelişmeleri sıralamak mümkün: Faizlerin artırılmasıyla TL mevduat faizleri de arttı; yerleşikler döviz bozdurup TL’ye geçtikçe döviz kuru büyük ölçüde sabitlendi; sonuçta yabancılar (kendi ülkelerinde çok düşük faizle borçlanıp yüksek faizli TL cinsi enstrümanlara yatırım yapmak anlamına gelen) “carry trade” yoluyla sıcak para getirmeye başladı; TCMB rezervlerinde önemli düzelmeler oldu.
Bu gelişmeler piyasada son derece olumlu karşılansa da orta vadede önemli kırılganlıklar yaratabileceği konuşuluyor. Örneğin Mahfi Eğilmez, TL’nin güçlü ekonomik göstergelerin sonucunda değer kazanmaktan çok “illüzyona dayalı zorlamalarla” güçlendiğini, durumun 2001 krizi öncesini hatırlattığını vurguluyor.
Göstergeler: ekonomide küçülme işaretleri
İç pazardaki daralma, ihracat pazarlarında talebin zayıf seyretmesi ve kredi faizlerinin yüksekliği sanayi üretimine yansıdı. İSO İmalat Sanayi PMI (satın alma yöneticileri) Endeksi, Nisan’da 49,3’e gerileyerek eşik değer 50’nin altına indi. İmalat sektöründe kapasite kullanım oranları (KKO) nisanda bir önceki aya göre yüzde 0,2 düşerek yüzde 77 oldu.
İşçi sınıfı mücadelesi ve genç işçi ölümleri
İzmir Kemalpaşa’da 100’ün üzerinde işçinin çalıştığı Purmo Group’ta işçiler greve çıktı. İşçilerin örgütlü olduğu Birleşik Metal-İş ile Purmo Group yönetimi arasındaki toplu iş sözleşmesi görüşmelerinde ücret, sosyal ödeme ve ödeneklerle ilgili maddelerde anlaşma sağlanamaması üzerine işçiler grev kararı aldı.
İşçi Sağlığı ve İş Güvenliği Meclisi (İSİG), 19 Mayıs Gençlik ve Spor Bayramı vesilesiyle 2013-2024 yılları arasında en az 2 bin 500 genç işçinin yaşamını kaybettiğini gündeme getirdi. Raporda, AKP hükümetleri döneminde gençlerin geleceğinin çalındığı ve sermaye için ucuz işgücüne dönüştürüldüğü vurgulandı.
DIŞ POLİTİKA
Gazze’de Soykırım
İsrail’in Refah saldırısı
İsrail’in çoktan beri soykırım boyutlarına dönüşmüş olan Gazze’ye saldırısında önemli gelişmeler yaşanmaya devam ediyor. Bu yazıda ele aldığımız dönemden kısa süre önce en dikkat çekici gelişmelerden biri, Hamas’ın 6 Mayıs’ta Mısır-Katar ortaklığında hazırlanan ateşkes teklifini kabul etmesine karşın, İsrail savaş kabinesinin toplanması ve Gazze’nin güneyinde milyonlarca Filistinlinin sığındığı Refah’a dönük operasyonları sürdürme kararı almasıydı. İsrail ordusu 6 Mayıs’ta yaptığı bir açıklamayla Refah’ın doğusundaki bazı mahallelerin boşaltılmasını istemişti. 7 Mayıs’ta ise İsrail Refah’a kara saldırısı başlatarak Mısır’la Gazze arasındaki sınır kapısının Gazze tarafını ele geçirdiğini duyurmuştu.
Birleşmiş Milletler’in (BM) açıklamasına göre, İsrail’in söz konusu sınır kapısını ele geçirmesi ve yoğun bombardıman yapması nedeniyle Gazze’ye insani yardım girişleri son buldu. Böylece Gazze’de devasa düzeydeki insani kriz yeni bir boyut kazandı.
Bu arada ABD yetkilileri İsrail’in Refah’a kapsamlı bir kara saldırısı yapmasını istemediklerini açıklayıp bazı silahların sevkiyatını askıya aldıklarını duyurdu. Gazze savaşının başından bu yana ABD’nin sınırlı da olsa ilk kez İsrail’e belirli silahların sevkiyatını durdurması önemli olmakla birlikte, beklenen caydırıcı etkiyi yaratamamış görünüyor. İsrail Başbakanı Netanyahu, ABD’nin tutumuna karşı “gerekirse tırnaklarımızla savaşırız” yanıtını verdi. İsrail, Refah’a yönelik topyekûn bir kara harekâtından kaçınsa da soykırım saldırılarını parça parça yapmayı sürdürüyor. BM bu saldırılar sonucunda iki haftada 810 binden fazla Filistinlinin Gazze’nin diğer bölgelerine göç etmek zorunda kaldığını açıkladı.
İsrail’de savaş kabinesindeki çatlak büyüyor
Hatırlanacağı gibi, 7 Ekim’deki Hamas saldırısından sonra İsrail’de bazı muhalefet partilerinin de destek verdiği bir tür “milli birlik hükümeti” olarak “savaş kabinesi” kurulmuştu. Gelinen aşamada “savaş kabinesi”nde önemli çatlakların oluştuğu gözleniyor. Netanyahu’nun önemli siyasi rakiplerinden biri olan kabine üyesi Benny Grantz bazı koşullar öne sürerek Netanyahu’yu hükümetten çekilmekle tehdit etti. Grantz’ın koşulları arasında en önemlisi, Gazze savaşı bitip Hamas “temizlendikten” sonra İsrail’in Gazze’de askeri bir işgal yönetimi kurmaması, bunun yerine ABD, Avrupa, Arap ve Filistin yönetiminden oluşan ortak bir idarenin tesis edilmesi. İsrail Savunma Bakanı Gallant da benzer bir açıklamada bulunmuş, Gazze’de İsrail’in sivil-askeri bir yönetim kurmasının “İsrail için kötü ve tehlikeli bir alternatif” olacağını belirtmişti.
İsrail sivil toplumunda tepkiler
İsrail’in Gazze saldırısından beklediği sonucu kısa sürede alamaması, sivil toplumdan güçlü tepkiler gelmesine yol açıyor. Örneğin, 900’den fazla İsrail askerinin anne ve babaları askeri yetkililere bir mektup yazarak Refah’a kara operasyonunun durdurulmasını istedi. Aileler, “Oğullarımız fiziksel ve ruhsal olarak tükenmiş durumda” dediler. İsrailli 1.300 akademisyen de Gazze’de saldırıların son bulması için ortak bir bildiri yayımladı. Akademisyenler, İsrail saldırılarının Gazze’deki siviller için feci zararlara yol açtığını, İsrail’de ise can kayıplarına, büyük bir ekonomik zarara ve hukukun çiğnenmesine sebep olduğunu vurguladı. İsrail’de hemen her gün İsrailli rehinelerin geri getirilmesi için ateşkes anlaşması yapılmasını talep eden gösteriler düzenleniyor. Göstericiler Netanyahu’nun istifasını ve erken seçim de istiyor.
Uluslararası Ceza Mahkemesi savcısı, Netanyahu, Gallant ve üç Hamas liderinin tutuklanmasını talep etti
İsrail’in Gazze’ye yönelik soykırım savaşıyla ilgili uluslararası hukuk alanında son derece önemli bir gelime meydana geldi; uluslararası Ceza Mahkemesi (UCM) Başsavcısı Karim Asad Ahmad Khan, Gazze’deki savaş nedeniyle İsrail Başbakanı Benyamin Netanyahu ve Savunma Bakanı Yoav Gallant, aynı zamanda üç Hamas lideri hakkında yakalama talebinde bulundu. İsrailli siyasetçiler savaş suçları ve insanlığa karşı suçlardan sorumlu tutuldular. UCM Başsavcılığının bu talebi, Filistin sorunu gibi sorunlarda uluslararası güç dengelerinin olumsuz durumuna rağmen uluslararası hukuk mücadelelisinin önemini ortaya koydu.
Bu gelişmenin yanı sıra, Mısır Dışişleri Bakanlığı, Güney Afrika’nın Soykırım Sözleşmesi’nin ihlali gerekçesiyle İsrail’e karşı açtığı davaya destek olmak amacıyla Mısır’ın resmi olarak müdahil olacağını duyurdu.
BM Genel Kurulu’nda Filistin’in tam üyeliğine destek verildi
Birleşmiş Milletler (BM) Genel Kurulu, Filistin’in BM üyeliğinin Güvenlik Konseyi’nde (BMGK) tekrar görüşülmesi ve gözlemci statüsünde olan Filistin’e bazı ilave haklar tanınmasını talep eden karar tasarısını 143 “evet” oyuyla kabul etti. Tasarı 25 “çekimser” oy alırken İsrail, ABD, Arjantin, Macaristan, Çekya’nın yanı sıra Papua Yeni Gine, Mikronezya, Nauru ve Palau “hayır” oyu kullandı. Filistin’in BM’ye tam üye olabilmesi için bütün Güvenlik Konseyi üyelerinin destek vermesi gerekiyor. Konuyla ilgili BMGK’de 18 Nisan’da yapılan oylamada ABD, Filistin’in tam üyeliğini veto etmişti.
İran Cumhurbaşkanı helikopter kazasında öldü
İran Cumhurbaşkanı İbrahim Reisi’yi taşıyan helikopterin Azerbaycan dönüşü yaptığı kazada Reisi hayatını kaybetti. Helikopterin düşmesi konusunda pek çok spekülasyon yapılıyor. Gerçek nedenlerin ortaya çıkması şu aşamada mümkün görünmediğinden Reisi’nin ölümünün olası sonuçları üzerinde kısaca durulabilir. Reisi’nin halihazırdaki dini lider Ali Hamaney’in yerini alması beklendiğinden, Reisi’nin ölümünün rejim içindeki fraksiyonlar arasında ciddi bir iktidar mücadelesini beraberinde getireceği söylenebilir. Yeni liderliğin ABD’yle nükleer silahlar konusunda yürütülen görüşmelerde nasıl bir tutum alacağı da önem taşıyor. Kaza bölgede gerginliğin çok arttığı bir döneme denk geldi, dolayısıyla gerginliğin daha fazla artmasını tetikleyebilecek bir faktör olarak görülebilir.
Ukrayna savaşında yeni gelişmeler
Bir süredir Ukrayna ordusu karşında savunma pozisyonunda olan Rus ordusunun 11 Mayıs’ta Ukrayna’nın en büyük ikinci kenti olan Harkov’a girerek birçok yerleşim bölgesinde kontrolü ele geçirdiği açıklandı. Kiev’de bir basın toplantısı düzenleyen ABD Dışişleri Bakanı Antony Blinken, ABD’nin Ukrayna’daki cephe hatlarına “silah ve mühimmat yetiştirdiğini” belirterek Ukrayna’ya silah ve mühimmat alımında kullanılmak üzere 2 milyar dolar ek askeri yardım sağlayacağını söyledi.