Bu gündem değerlendirmesi hazırlanırken linkteki haber akışından faydalanılmıştır.
İÇ POLİTİKA
Yine Yeniden Barış Umudu ve Yine Yeniden Öcalan
1 Ekim’de Devlet Bahçeli’nin TBMM açılışında, yanında Efkan Ala varken, DEM Parti milletvekillerinin elini sıkması ile başlayan süreç, Bahçeli’nin açıklamaları ile derinleşmeye devam ediyor. Bahçeli, 15 Ekim grup toplantısında yaptığı konuşmada Öcalan’a seslenerek, “Teröristbaşı buyursun terörün bittiğini, örgütünün tasfiye edileceğini tek taraflı ilan etsin” derken, 22 Ekim’de söylemini bir adım öteye götürerek, “Tecridi kaldırılsın, gelsin Meclis’te konuşsun” dedi. Hatta Öcalan’ın tahliyesini ima ederek “umut hakkı”nın tanınmasının yolunun ardına kadar açılmasını vaat etti.
Sürecin aktörlerinin kim olduğu ve amacın ne olduğu belirsizliğini korumaya devam ediyor. Projenin sahibi Devlet, sözcüsü Bahçeli, yürütücüsü AKP gibi görünüyor. Ancak Erdoğan, konu hakkında Devlet Bahçeli’yi desteklediğini (“Çok kıymetli buluyoruz”) ima eden açıklamalar yapsa da henüz net bir duruş sergilemedi. Konuyu yeni anayasa tartışmasına da bağlayan Erdoğan “Cumhur İttifakının uzattığı bu elin değerinin muhatapları tarafından anlaşılmasını isteriz” dedi. Süreci “Cumhur İttifakı tarafından açılan tarihi fırsat penceresi” olarak tanımladı.
AKP tarafından yapılan ve sürecin sınırlarını çizmeye yönelik açıklamalar da dikkat çekti. Efkan Ala’nın “Çözüm süreci masamızda yok. O daha önce yapıldı, oldu bitti. Her seferinde aynı şeyi yapmak durumunda değiliz” açıklaması, Mehmet Uçum’un tehdit içeren “Eğer DEM kendisine sunulan terör vesayetinden kurtulma imkanını sosyal ve siyasi açıdan değerlendirmezse veya bu imkânı kötüye kullanırsa o zaman TBMM’de DEM üzerinden yürütülen terör vesayeti hukuk yoluyla tasfiye edilir. Bu da kaçınılamaz bir gerçektir” açıklamasını Ali Bayramoğlu gibi “bu tablo Kürtlere yönelik bir açılım değil, devletin pozisyonunu tahkim etme çabası gibi görünüyor” şeklinde değerlendirmek de mümkün.
Silahların susması için tarihin doğru tarafında olmayı seçtiğini söyleyen ve Diyarbakır ile başlayarak doğu illerini ziyaret eden Özgür Özel, Bahçeli’nin rolünü öven Ahmet Davutoğlu ve Kürtler dışında süreci olası bir umutla değerlendiren az. “Daha dün seçim meydanlarında montaj kasetler yayınlayarak muhalefeti Kandil’den mesaj almakla suçlayan bir iktidarın samimiyeti konusunda endişelerimiz var” diyen Saadet Partisi Genel Başkanı Temel Karamollaoğlu, Bahçeli’ye idam ipi fırlatan İYİ Parti Genel Başkanı Musavvat Dervişoğlu, “Çözüm süreci seçim stratejisi içinse valla hiç getirmesinler” diyen İmamoğlu, süreci tek adam rejimini ayakta tutmak için bir oyun olarak tanımlayan SOL Parti, “Gazi Meclis’te olmaz” diyen YRP, AKP yerine Özgür Özel’e “Kürtlere toprak verecek” çarpıtması ile gündemi provoke eden Ümit Özdağ, “Bir devlet adamının böyle bir adım atması mümkün değil” diyen İstanbul Türk Ocakları Başkanı Cezmi Bayram gibi bir çok çıkışa rağmen Bahçeli’nin tutumundaki ısrarı, sürecin uzun süredir devam ederek belirli bir aşamaya gelmiş olma ihtimalini arttırıyor.
Bahçeli’nin süreçte karşısında tanımladığı muhataplar belli. Edirne (Selahattin Demirtaş) ve Kandil’i sürecin dışında tutuyor. Bu gelişmelere Kürt tarafından gelen açıklamalar Öcalan’ın muhatap alınmasına kadar daha temkinli ve hatta tepkisel idi. DEM Parti, görüşmeler için İmralı’yı işaret etmiş ve tecridin kaldırılmasını talep etmiş, süreçte sorumluluk almaya hazır olduğunu bildirmişti. Ancak bu açıklamalarda, süreçten ve gelinen aşamadan habersiz olduklarını da belirtmişti. Cengiz Çandar’ın açıklamaları ve Amberin Zaman’ın yazısı ise, sürecin çok daha önce başladığını, hatta Öcalan ile Kandil arasında da görüşmelerin olduğunu ortaya koyuyor. Selahattin Demirtaş’ı ziyaret eden DEM Parti Eş Genel Başkanlarının ve Özgür Özel’in açıklamalarından, net bir tavır alınması için somut adımların ortaya çıkmasının beklendiği sonucuna varılabilir.
Bahçeli’nin Öcalan’ı muhatap alması ve son olarak da tecridin kaldırılmasını gündeme getirmesi ile Sırrı Süreyya Önder, Meral Danış Beştaş, Sırrı Sakık gibi isimlerden daha ılımlı açıklamalar geldiği, ancak temkinin hala elden bırakılmadığı söylenebilir. KNK Başkanı Remzi Kartal’ın süreci ciddiyetsiz bulduğunu söyleyen açıklaması, Murat Karayılan’ın “Kürt tarafı buna “yok” demez ama yaş tahtaya da basmaz” demeci de bu temkinin bir göstergesi.
Erdoğan, “Sırf inancından dolayı, sırf anasının dilini konuştu diye milyonlarca vatandaşımız ötelendi, ötekileştirildi” söylemi ile Kürtlerin haklarından dem vururken, Kürtlere yönelik baskı ve hak ihlallerinin artarak devam ettiğini not düşmekte fayda var. Van ve Mardin’de 4 günlük eylem yasağı, DEM Parti ve DBP’nin Şahinbey ilçe eş başkanları ile DBP’nin Antep il eş başkanının gözaltına alınması, Selçuk Mızraklı’ya verilen hapis cezasının onanması, 13 Ekim’de Ortadoğu’da süren savaşa karşı tek alternatif çözümün Abdullah Öcalan olduğunu öne çıkaran Tecride Karşı Özgürlük Mitingine izin verilmemesi, mitingde konuşan ve Öcalan’ın muhatap gösteren milletvekilleri hakkında valilik tarafından suç duyurusunda bulunulması, DEM Partili Cizre Belediye Eş Başkanı Abdurrahim Durmuş’un Barış Anneleri eyleminde gözaltına alınması dikkat çekici.
Süreci sığ siyasi pozisyonlanmalar açısından değil, barış umudu ile değerlendirenler açısından iki eğilimden bahsedebiliriz: 1) Giderek artan faşizm koşullarını inşa eden iktidara (ve bugünkü rejimde eş anlamlı olarak devlete) güvenilmez, hatta şu an yaşananlar bir tuzak da olabilir. Daha sıkı bir baskı süreci başlayabilir, DEM Parti kapatılabilir ve hatta iyice dışlanarak agresifleşmeleri provoke edilebilir. Sürecin başarısızlığa uğraması sonucunda Erdoğan’ın yeniden seçilmesini sağlayacak bir kaos yaratabilirler. 2) Devlet Öcalan ile görüşmemiş ve belirli bir aşamaya gelmemiş olsa, bu uç seviyede açıklamalar yapılmazdı. Her iki eğilimin de doğru olma ihtimalini destekleyen gelişmeler yaşandı ancak ikinci eğilim daha olası görünüyor. Özellikle Ömer Öcalan’ın İmralı’da Abdullah Öcalan ile görüşmesi ve ‘Süreci siyasi zemine çekecek güce sahibim’ mesajını getirmesi önemli. Kandil tarafından gelen açıklamalarda da bir daha tuzağa düşülmeyeceği şerhi koyulsa da, demokratik sürece destek açıklamaları öne çıkıyor. Silahlı güç olarak bu şerhi koymaları da sürecin devamlılığı için bir gereklilik olarak değerlendirilebilir.
Yazının kapsadığı dönemde yer almasa da, 23 Ekim’de Bahçeli’nin Öcalan’ı meclise davetinden bir gün sonra TUSAŞ kampüsüne düzenlenen saldırı önemli bir gelişme idi. Failin, PKK veya devlet içinde süreci akamete uğratmak isteyenler veya üst düzeyde bir uluslararası operasyon olma ihtimali var. Bu konuyu sonraki süreçte takip etmekte yarar var. Bu eylemin zamanlaması, PKK’nın üstlenmesi, sürecin önemini daha da kritik hale getiriyor.
Türkiye hem iç politikada hem dış politikada giderek sıkışmış durumda. İçerde özellikle ekonomik krizden çıkışın reel bir çözümü konusunda bir çıkmaz söz konusu. Dış politikada ise Ortadoğu’da yaşanan gelişmelerle oluşan yeni denge Türkiye’yi tüm denklemlerin dışına itmiş durumda. Oyun kuran ülke olma iddiasından, oyunun dışında kalma ve hatta mevzi kaybetme noktasına gelinmiş durumda. Türkiye, Arap Baharı ayaklanmaları sonrasında Müslüman Kardeşler üzerinden Ortadoğu’nun öncü ülkesi olmayı hedeflemişti. Ancak her alanda bu iddiasını kaybetti. İran, Irak’ta Haşti Şabi güçleri, Suriye’de Hizbullah ve Şii milisler üzerinden mevzi kazandı. Irak’ta kurulan Kürdistan Federe Devleti’nin ardından, Suriye’de de Rojava’da Kuzey ve Doğu Suriye Özerk Yönetimi kuruldu. Türkiye bu gelişmelere karşı ABD ve Rusya arasındaki dengeleri kullanarak bölgeye askeri birliklerle girerek gücünü göstermeye çalıştı. Ancak ABD’nin Ortadoğu’dan çekilme planı, İsrail’in son hamleleri ile İran dengesinin bozulması gibi gelişmelerle Türkiye’nin askeri olarak bölgede kalması zor görünüyor. Türkiye İran’ın bölgedeki gücü azaldıkça oluşan boşluğu Kürtlerin doldurma olasılığını tehdit olarak görüyor. ABD’nin bölgeden çekildikten sonra etkinliğini sürdürmek için seküler Kürtlere ve Kürt hareketlerine dayanmak isteyeceğini de öngörüyor. Ortadoğu’daki denkleme yeniden girebilmek için kendini Kürtlerle uzlaşmak zorunda hissediyor. Tabi bir yandan da asıl derdi Kürtlerin olası kazanımlarını sınırlamak. Burada kabaca Rojava’da Kuzey ve Doğu Suriye Özerk Yönetimi’nin tanınması karşılığı PKK’nin feshi ile iç barışın sağlanması ve yeni dönemde bölgede Türk – Kürt ittifakı hayal ediliyor olabilir. Televizyondaki tartışma programlarında Suriye ve Irak’ın üçe bölüneceği, İran Kürdistanı’nın da hareketlenebileceği dillendiriliyor.
Bu bağlamda spekülasyon yapmadan olgulara bakarsak, tüm bu dengeleri gözeten bir proje hazırlandığı belli. Dışarıya karşı önce “iç cepheyi güçlendirelim” söylemi Bahçeli’nin ve Erdoğan’ın tüm açıklamalarının merkezinde yer aldı. İddia edildiği gibi Öcalan’la görüşmeler yapılmış olmalı, yoksa Bahçeli bu sözleri söylemezdi. Ancak, Öcalan’ın hala tecritte tutulması, henüz net bir anlaşma sağlanmadığını gösteriyor. Dolayısı ile görüşmelerin kamuoyuna yansımasına ihtiyaç duyulan bir aşamaya geldiği öngörülebilir. Aslında projenin sözcülüğünü Bahçeli’nin yapması da sürecin iyi ya da kötü sonuçlanacak reel bir görüşmenin sonucu olduğunu gösteriyor, zira AKP’nin öncü olacağı bir süreç MHP vetosu gölgesinde ilerlerdi.
Aslında sürecin olumsuz veya olumlu yönde ilerlediğine dair bahsettiğimiz iki eğilim birbirini dışlamıyor. Daha önceki barış süreçlerinde de Öcalan’ın fırsatı değerlendirmek için çok akıllıca davrandığını, makul çözüm önerileri ortaya koyduğunu, harekete ve Kürt halkına gerçekleştirilebilir bir yol haritası önerdiğini biliyoruz. Devletin “örgütün kendini feshetmesi” talebi süreci tıkayabilir gibi görünüyor. Ancak, iki tarafın da süreci kendi lehine işletmek için uğraşacağı bir döneme girmiş olabileceğimizi var sayabiliriz.
Bu gibi dönemlerde barış ve demokrasi talebinin toplumsallaştırılması için üçüncü güç oluşmasına elverişli bir ortam oluşur. STK’ların, partilerin, sendikaların inisiyatif alması önemli. Henüz bu konuda bir hareketlenme yok. Bir görüşme trafiği varsa Türkiye Kürtlerinin bir dahli olmadığı görünüyor, devlet onları tartışmaya muhatap kabul etmiyor. Kürt siyaseti de edilgen davranıyor. Herkes Öcalan’ın tutumunu bekliyor ve barış gündemi oluşturmaya dair önemli bir fırsat kaçıyor. Özgür Özel’in sorunun kapalı kapılar ardında değil TBMM’de görüşülmeli talebi ve “Diktatoryal-otokrat bir açılım. İş anayasa değişikliğine gelecekse orada yokuz” çıkışı bu açıdan önemli. Bölge ziyareti ve Demirtaş’la görüşmesi konuyu toplumsal tabana dayanma girişimi olarak değerlendirebilir. Barış ve demokrasi talebinin, sadece Kürt meselesine de sıkıştırılmadan toplumsallaştırılması konusunda aktivist bir süreç örgütlenmeli.
Yeni Anayasa Tartışması
Bu süreçte, ilk 4 madde tartışmasına indirgenen bir yeni anayasa tartışması da yürüdü. Meclis Başkanı Numan Kurtulmuş 3. Madde ile ilgili polemik yaratan açıklamasında geri adım atarken, Mehmet Uçum, Özgür Özel ve Fatih Erbakan ilk 4 madde konusunda sert bir karşı çıkış yaptılar. Anayasa tartışmasının barış süreci ile bağlantılı olduğu, federatif çözüm önerileri nedeni ile ilk 4 madde gündeminin öne çıkarıldığı ve nabız yoklandığı iddia ediliyor.
Baro Seçimleri
Ülke genelinde yapılan baro seçimlerinde, İstanbul ve bazı illerde uzun senelerin ardından farklı görüşlerin kazanması dikkat çekti. İstanbul Barosu’nda 22 yılın ardından değişim yaşandı ve yeni başkan Prof. Dr. İbrahim Kaboğlu oldu. Kaboğlu’nun kazanması “Jin, Jiyan, Azadî”, “Hak hukuk Adalet”, “Birleşe Birleşe kazanacağız”, “Faşizme karşı omuz omuza” ve “Bijî berxdawna zindana” sloganlarıyla kutlandı. Ankara Barosu’nda Demokratik Sol Avukatlar Grubu Adayı Mustafa Köroğlu yeniden başkan seçildi. Diyarbakır Barosu’nun yeni başkanlığına Abdulkadir Güleç seçildi.
“Yenidoğan Çetesi”
İstanbul’da, bebeklerin özel hastanelere nakledilerek haksız kazanç sağlandığına dair soruşturmanın iddianamesinde, şüphelilerin uygun tedavi yöntemleriyle tedavi olamayan bebeklerin ölümüne sebebiyet verdikleri kaydedildi. Maktul bebeklerin her türlü enfeksiyona açık olan yenidoğan yoğun bakım ünitelerine yatırıldığı, bu şekilde bazı bebeklerin enfeksiyon kapmasına, bazılarının da ölümüne neden olunduğu ortaya çıktı.
Konuyla ilgili soruşturmayı İstanbul İl Sağlık Müdürlüğünün özel hastanelerin denetiminden sorumlu bir doktorun (T.E.) Ocak 2023’te Cumhurbaşkanlığı İletişim Merkezi’ne (CİMER) yaptığı başvuru tetikliyor. Mayıs 2023’te Büyükçekmece Cumhuriyet Başsavcılığınca soruşturma başlatıldı. Soruşturma kapsamında şüphelilerin tespiti ve adresleri belirlenirken, mağdur ve tanıkların ifadeleri alınmış. İlgili kurumlardan evrak ve bilgi istenmiş. Eylül 2023’te İstanbul İl Sağlık Müdürlüğünce “Yenidoğan Yoğun Bakım Denetim Değerlendirme Komisyonu” kurulması istenmiş. Soruşturmada şüphelilerin adresini tespit eden savcılık harekete geçmiş. Konu öncelikle SGK’yı dolandırma amaçlı suç şebekesi şeklinde ele alındığı için mali şube tarafından takip ediliyormuş. Ancak dinlemeler sırasında olayın insan (ve özel olarak bebeklerin) sağlığına olan etkileri görülünce soruşturma erken kesilerek Nisan 2024’te İstanbul Emniyet Müdürlüğü, İstanbul ve Tekirdağ’da kimlikleri belirlenen şüphelileri yakalamak için operasyon başlatmış. Operasyonlarda toplam 47 kişi gözaltına alınırken, 22’si tutuklandı, tanık ve mağdur ifadeleri alınıyor. Dinleme kayıtlarında 12 bebeğin öldürüldüğü anlaşılıyor. Aynı ay Medilife hastanesi kapatılıyor.
Operasyon Nisan 2024’te yapılmasına rağmen basının ve ülkenin gündemine Ekim’de giriyor olması olayın kendisi kadar dikkat çekici. Tüm bilgiler o gün de ortada olmasına rağmen konu birkaç küçük haberle geçiştiriliyor. Bakanlık yetkilileri Ekim ayında kamuoyu baskısı oluşana kadar diğer hastaneleri kapatmadılar. Bugün kamu vicdanı olarak ortaya çıkıp habercilik yaptıklarını iddia edenler o gün bu haberi atladılar. Bu durumun sebebinin çetenin bağlantıları ve hastanelerin sahipleri olduğu açık. Gazeteci Emrullah Erdinç, konunun 2016’ta da örtbas edildiğini belirtiyor.
Soruşturmanın üstünün örtülmemesinde, Nisan’da tutuklanan sanıkları serbest bırakması ve davayı düşürmesi için tehdit edilen savcı Yavuz Engin’in dik duruşu çok önemli.
Çetenin faaliyetleri arasında devasa bir SGK dolandırıcılığı da var. 19 Hastanenin ismi geçiyor. Şu ana kadar 9 hastane kapatıldı, diğer hastaneler faaliyette ve SGK anlaşmaları da devam ediyor. Hastanelerden birisinin sahibi Celal Adan’ın dünürü. Esenyurt MHP teşkilatı bu hastanelerden birisine yaptığı ziyaret görüntülerini sosyal medyadan kaldırdı. Bir hastane de eski sağlık bakanına ait. Bahçeli’nin eski koruma müdürü de şüpheliler arasında.
Soruşturma savcısı tehdit edildi, kendisine suikast planı yapıldı. Bu aşamada ismi geçen Mustafa Kemal Zengin isimli şahsın birçok siyasetçi ve bürokratla fotoğrafı olduğu ortaya çıktı. Fakat savcı çeteler farklı deyip iki ayrı dosya hazırladı. Doktorlara kasten cinayetten değil, ‘ihmali davranış nedeniyle’ cinayet suçlaması yöneltti. Arkalarındaki gizli gücün kimlerden oluştuğu da meçhul kaldı. Savcının adres ve anlık konum bilgisini çeteye aktaran üç polis yetkilisi hakkında da işlem yapıldı. Polise güveni kalmayan savcı, kendisini tehdit eden şahısları gözaltına alırken jandarma kullandı
Sağlık sektöründe böylesi bir yozlaşmayı mümkün kılan sistemin 2015 yılında yürürlüğe giren ve daha önce de birçok eleştiriye konu olan hekimlerin özel hastanelerde şirket kurarak çalışma sistemi olduğu söyleniyor. Bu sistem ile örneğin çocuk yoğun bakım ünitesi gibi ünitelerin de kiralandığı ve bu şekilde sadece kar amacı güden, sağlığı ikinci plana atan bir uygulamanın hayata geçtiği söyleniyor. Yenidoğan çetesi de oluşturulan bu ticari sistem içinde oluşan bir suistimal olarak şaşırtıcı olmaktan çıkıyor.
EKONOMİ
Artan Yoksulluk ve Maaş Zamları
Ekonomik kriz, sabit ve dar gelirliler açısından, gelir dağılımdaki bozulmayla birlikte derinleşmeye devam ediyor. TÜİK’in 2023 Gelir Dağılımı İstatistikleri’ne göre en yüksek gelire sahip %20’lik grubun toplam gelirden aldığı pay bir önceki yıla göre 0,7 puan artarak %48,7’ye çıkarken en düşük gelire sahip %20’lik grubun aldığı pay ise 0,1 puan artarak %6,1 oldu. Aile Bakanlığı’nın raporlarına göre aşırı yoksulluk içinde yaşayan hane sayısı 4 milyona yaklaşırken, yüz binden fazla aile bakamadığı için çocuğunu kaybetme riskiyle karşı karşıya. Gelir dağılımdaki eşitsizlik en çok eğitimi vurduğu için eşitsizlik gelecek kuşaklara da taşınıyor denebilir. Zira “Millî Eğitim Bakanlığının (MEB) açıkladığı resmi verilere göre 2023-2024 eğitim öğretim döneminde 612.814 çocuk eğitim dışında kaldı. Bir önceki dönem bu rakam 442.643’tü”. Bu haliyle Türkiye Avrupa’da gelir eşitsizliğinin en yüksek olduğu ülke konumunda. Gelecek yıl mevcut verilerin daha da kötüleşeceği beklenebilir. İktidarın 2025 yılında bütçenin yükünü yine alt ve orta gelir gruplarına yıkacağı anlaşılıyor. Yaklaşan Asgari Ücret Tespit Komisyonu toplantısından önce kamuoyuna yansıyan görüşlerde, patronların maaş artışı için önerileri olan yüzde 30’a karşılık iktidar, yılda bir defaya çekilen asgari ücret zamlarını gelecek yıl hedeflenen enflasyon oranı olan yüzde 25’te tutmakta ısrarlı. Kredi kartı limitleri üzerinden vergi almak da dahil pek çok ek gelir yaratmaya çalışan iktidarın IMF’siz IMF programına karşı emekçilerin birlikte mücadelesi daha da önem kazandı.
İşçi Direnişleri
Son dönemde özellikle ana akım medyanın da görmezden gelemeyeceği eylemlerle gündeme gelen Fernas işçilerinin direnişi dayanışmanın gücü açısından umut veren bir örnek oldu ve iktidarın emekçilere yaklaşımını göstermesi açısından da önemliydi. İki ayı aşan direnişlerine önce maden sahasından gerçekleştirdikleri eylemlerle başlayan işçiler, devletin güvenlik güçlerini de arkasına alan işverene karşı sürekli yeni mücadele biçimleriyle ama asla vazgeçmeden, birlikte durarak başarıya ulaştılar. Eylemin başarıya ulaşmasında iktidarın örnek olacak dirençli bir işçi hareketi istememiş olması da önemli bir rol oynamış olabilir.
Benzer bir durumun çok daha uzun zamandır süren Polonez ve As-Plastik gibi direnişlerde de yaşanması emekçilerin birlikte mücadelenin gücünü yeniden keşfetmesine neden olabilir.
Ekonomik kriz ortamından gerçekleşen İşçi Emekçi Birliği mitinginde bağımsız sendikaların başarılarının etkilerinin daha görünür olduğu söylenebilir. Zira sarı sendikalara karşı sloganlar ve birlikte mücadeleye vurgu daha fazla görünür oldu.
Geçtiğimiz dönemin ekonomi alanındaki diğer önemli gelişmeleri Merkez Bankası’nın faizleri sabit tutması ve Daron Acemoğlu’nun Nobel kazanması oldu.
DIŞ POLİTİKA
İsrail’in Lübnan ve Gazze Saldırıları
İsrail’in Lübnan ve Gazze’deki saldırılarına devam ediyor. Saldırılar bir yandan Gazze’de Rufeyde Okulu ve Beyrut’un merkezindeki mahalleler gibi sivil hedeflere yönelirken, diğer taraftan hem Hamas’ın hem de Hizbullah’ın lider kadrolarını hedef alıyor. Nitekim geçtiğimiz dönemde Hamas’ın daha önce İran’da öldürülen lideri Haniye’nin yerine geçen Yahya Sinvar Gazze’de, Hizbullah’ta cephesinde ise Nasrallah’ın yerine geçeceği öngörülen Haşim Safiyüddin de Beyrut’ta öldürüldü. İsrail saldırılarında ölenlerin sayısı Lübnan’da 2.448’e Gazze’de 42.126’ya yükseldi.
Ancak gerek Hamas ve gerekse de Hizbullah’ın gerilla saldırıları, İsrail’e hayal ettiği işgal ve etnik temizliğin -Batı’nın desteğine rağmen- aslında çok da kolay olmayacağını gösteriyor. Gündem taramasına konu olan dönemde İsrail, Gazze’de roketle patlatılan bir tankta 401. Zırhlı Tugay Komutanı Tümgeneral İhsan Daka’yı kaybetti. Bu, İsrail’in şimdiye kadar Gazze’de verdiği en yüksek rütbeli kayıp oldu. Hizbullah’ın İHA’larla yaptığı saldırılarda da pek çok kayıp yaşanırken Netanyahu’nun evinin bulunduğu bölge de hedef alındı.
Lübnan’ın etnik ve mezhepsel çeşitliliği, devletin bu çeşitliliğe göre şekillenmesi ve ülkenin yaşadığı ekonomik çöküş düşünüldüğünde İsrail’in bir iç savaşa yol açarak Hizbullah’ın ülkedeki gücünü zayıflatmaya yönelik adımları yoğunlaştırdığı da söylenebilir. Zira önce Şii yerleşimleri hedefleyen saldırılar, İsrail’in ülkenin dörtte birinden fazla alanı kapsayan yerinden etme emirleri ile daha güvenli bölgelere doğru yaşanan göçlerden sonra neredeyse tüm Beyrut ve Lübnan’ı hedef almak üzere. Zaten Netanyahu da tüm Lübnan’ın hedefte olduğunu açıkça belirtiyor.
Diğer yandan İsrail, saldırılarında sınır tanımazlığını Birleşmiş Milletler Lübnan Geçici Barış Gücü (UNIFIL) üssüne güç kullanarak girmesiyle bir kez daha gösterdi. Saldırı sonrasında İsrail’e karşı tepkiler yükselirken Fransa Cumhurbaşkanı Macron, Netanyahu’ya ülkesinin BM kararıyla kurulduğunu, dolayısıyla BM’nin kararlarına uymak zorunda olduğunu hatırlatıyordu. İtalya Başbakanı Meloni ise İsrail’e silah ambargosu uyguladıklarını hatırlatırken yaşananlardan duyduğu kaygıyı vurgulayıp Beyrut’u ziyaret edeceğini belirtti. BM üssüne saldırı öncesinde de İsrail’e silah sevkiyatının durdurulması için uluslararası topluma çağrılar yapan İspanya Başbakanı Sanchez, saldırı sonrasında AB ülkelerine İsrail Ortaklık Anlaşması’nın sonlandırılması çağrıda bulundu. Tüm bu tepkiler bir yandan da, İsrail şiddetinin AB veya BM gündemine alınabilmesinin ancak UNIFIL güçlerine saldırmasıyla mümkün olduğunu göstermiş oldu.
Batı’da eleştirel sesler yükselirken Metin Cihan Türkiye’nin İsrail ile ticaretinin hız kesmeden devam ettiğini TÜİK ve Ticaret Bakanlığı verileriyle göstermeye devam ediyor.
ABD tarafında ise İsrail’in İran’a yapacağı saldırıya ilişkin sızdırılan istihbarat belgeleri gündem oldu. “İddiaya göre belgeler, 1 Ekim’de İsrail’e balistik füzelerle saldıran İran’a misilleme için bir hazırlık olduğunu gösteriyor. Belgelerin İran tarafından İsrail operasyonunu aksatmak için sızdırıldığı tahmin ediliyor”.
Ukrayna-Rusya Savaşı
Ukrayna-Rusya cephesinden denge durumu devam ediyor. Batı’nın Ukrayna’ya desteği Almanya’nın 1,4 milyar Euro tutarındaki yardım sözü, Avustralya’nın Ukrayna’ya göndereceğini duyurduğu 49 adet “M1A1 Abrams” tankı ve Brüksel’de toplanan NATO ülkelerinin savunma bakanları toplantısında vurgulanan Ukrayna’ya destek gündemiyle devam etti. Rusya ise yapay zekâ destekli İHA’lara ağırlık vereceğini, yıllık üretimin 10 kat arttırılarak yılda 1,4 milyon adete çıkarılacağını duyurdu. Ayrıca Rusya NATO’nun nükleer caydırıcılık tatbikatını provokatif bulduğunu, Ukrayna’yla devam eden sıcak çatışma ortamında bu tür tatbikatların gerilimi daha da arttırdığını belirtti.
Bu arada Kore’ler arasında yaşanan gerilimde Ukrayna-Rusya savaşına da göndermeler yapıldı. Kuzey Kore artık birleşmenin mümkün olmadığını belirtirken, Güney Kore ise Kuzey’i Ukrayna’ya asker göndererek Rusya’nın yanında savaşa katılmakla suçladı.
Irak Kürdistan’ında Seçimler Yapıldı
Irak Federe Kürdistan Bölgesi’nde iki yıl önce yapılması gereken ancak gerek iç ve gerekse de bölgesel sorunlar nedeniyle 4 kez ertelenen parlamento seçimleri nihayet 20 Ekim’de yapıldı. Seçime katılım %72 seviyelerinde gerçekleşirken, bir önceki seçimdeki %35’lik oranla karşılaştırıldığında bu yoğun bir katılım olarak yorumlanabilir. Amerika, İran ve Türkiye’nin de yakından izlediği seçimlerde hiçbir parti parlamento çoğunluğunu sağlayamazken Kürdistan Demokrat Partisi (KDP) 39 sandalye ile birinci parti oldu. Kürdistan Yurtseverler Birliği (KYB) 23 sandalye ile ikinci parti olurken meclisteki sandalye sayısını arttırmış oldu. Seçimin sürprizi ise 15 sandalye kazanan Yeni Nesil oldu. Bu durumda hiçbir parti tek başına hükümet kuramıyor. İç Politika bölümünde detaylı olarak ele alınan Türkiye’deki gelişmeler ile İran-İsrail ve dolayısıyla ABD arasındaki gerginliğin koalisyonun oluşumuna ve Kürtlerin bir araya gelme iradelerine önemli etkileri olabilir.
Scholtz’un Ziyareti ve BRICS Toplantısı
Geçtiğimiz dönemin bir diğer önemli başlığı Almanya Başbakanı Scholtz’un Türkiye ziyareti oldu. Ziyaret öncesinde Almanya’nın uzun süredir engellediği EuroFighter savaş uçaklarının Türkiye’ye satışı konusunda tutumunun yumuşayacağı yönünde haberler basına yansıdı. Bu değişikliğin Ukrayna-Rusya savaşı ve Ortadoğu’daki değişen jeopolitik dengelerden kaynaklandığına yönelik yorumlar var. Ziyaret sonrası yapılan ortak açıklamada, tarafların İsrail konusunda farklı görüşlere sahip olduğu belirtilirken Erdoğan, Türkiye’nin kapısının Suriye ve Lübnan’dan gelecek mültecilere açık olduğunu vurguladı.
Haber taramasına konu dönemin son gününde BRICS zirvesi başladı. Zirve 22-24 Ekim tarihlerinde Kazan’da düzenlenecek. Zirvede 32 ülke temsil edilecek. Zirvenin sonuçlarını gelecek dönem değerlendirmesinde takip edeceğiz.