Boğaziçi Üniversitesi Direnişi ve Direnişin Müzikli Sahnesi II[1]:
Bulu’suzluk Özlemi ile Söyleşi[2][3][4]
Boğaziçi Üniversitesi direnişinin 100. gününde verdiği bir konserle direniş sahnesinde yerini alan Bulu’suzluk Özlemi grubundan akademisyenler Feyzi Erçin, Özcan Vardar, Taylan Acar, Tolga Sütlü ve Tuna Kuyucu ile direniş, akademisyen eylemleri, amatör müzik serüvenleri, direnişin 100. günü ve grubun gelecek planları üzerine bir söyleşi gerçekleştirdik. Keyifli okumalar!
Merhaba! Öncelikle sizleri tanıyarak başlayalım. Boğaziçi Üniversitesi’ndeki akademik serüvenlerinizi ve müzik yolculuklarınızı öğrenmek isteriz.
Özcan Vardar: Boğaziçi Üniversitesi Matematik Bölümü’nden 2006 yılında mezun oldum. Öğrencilik yıllarımda kampüsteki ders dışı aktivitelerde ben de sizler gibi çok faaldim. Hem Müzik Kulübü’nde hem Sinema Kulübü’nde ama daha çok da Mithat Alam Film Merkezi‘nde geçti zamanım. Çeşitli video prodüksiyon işleri yapıyordum.[5] Sinema sektöründe de çalışmaya başlamıştım. Mezuniyet sonrası sinemayla ilgili bir alanda çalışacağımı biliyordum. Öğrenciliğimde FA kodlu derslerin[6] sıkı takipçisiydim. Sinema alanında alabileceğim bütün dersleri almıştım. Çok büyük faydasını gördüm. Daha sonra yüksek lisansa başladım. Sonrasında, bayrağı devredebilmek için kabul ettiğim bir teklif geldi Boğaziçi Üniversitesi’nden. Böylece 2013 yılı başlarından bugüne kadar kesintisiz olarak sinema dersleri verdim. Veremediğim dönemler olsa da hiç ders vermediğim sene olmadı.
Taylan Acar: Boğaziçi Üniversitesi’nden 2006’da lisans, 2008’de yüksek lisans diploması aldım. Sonra doktora için yurtdışına gittim. 2017 senesinde döndüm. Son dört yıldır Boğaziçi Üniversitesi Sosyoloji Bölümü’nde çalışıyorum. Alaz Pesen’le benim ilginç bir geçmişim var. 2001’de, üniversiteye başladığım hazırlık yılında Alaz’la 4-5 ay aynı grupta çaldık. O dönemde Pink Floyd cover[7] grubumuz vardı ama solistimiz yoktu. Sonra Alaz bizim gruba katıldı. Fakat aynı yılın sonunda dağıldı grup. Alaz’la aynı sahne tozunu yutmuşluğumuz var yani. Hey gidi, 20 yıl olmuş.
Özcan Vardar: Taylan, sizin grubun adı neydi o zamanlar?
Taylan Acar: Pink Floyd Cover Band ya da Pink Floyd Tribute Band[8] diyorduk biz. Galiba grup ismi hiç olmamıştı. Çünkü toplanıp birkaç ay “Comfortably Numb” çaldık, “Another Brick in The Wall”u çalmaya çalıştık yanlış hatırlamıyorsam. Bir isim koyacak kadar bile sürmemişti.
Tolga Sütlü: Ben herhalde buradaki en yeni Boğaziçiliyim. 2004’te Sabancı Üniversitesi Biyomühendislik bölümünden mezun oldum. 2005’te İsveç’e gittim. Yüksek lisans, doktora, doktora sonrası araştırmalar için genelde oradaydım. Kanser ve immünoloji, yani bağışıklık sistemi üzerine çalışıyorum. 2014’te Sabancı Üniversitesi’ne döndüm. Beş sene kadar orada çalıştım. 2019’da Boğaziçi Üniversitesi Moleküler Biyoloji ve Genetik Bölümü’nde göreve başladım. Müzikle ilgili de öyle çok bir geçmişim yok. Liseden beri en büyük hobim olmasına rağmen, üniversitede arkadaş gruplarında bir iki kez çalmanın ötesine geçmedi müzikle ilişkim. Hiçbir zaman profesyonel anlamda yaptığım bir iş olmadı. Gerçi Bulu’suzluk Özlemi’ne de profesyonel denemez. Hakikaten şimdiye kadar yaptığım, içinde bulunduğum en iyi müzik projesi herhalde Bulu’suzluk Özlemi.
Feyzi Erçin: Benim Boğaziçi’yle ilgili tek geçmişim liseden mezun olduktan sonra neredeyse tüm arkadaşlarımın Boğaziçi Üniversitesi’ne gitmesi, benim de o yüzden haftada en az bir gün Boğaziçi’ne gidip “Ne kadar güzelmiş burası!” diye iç çekmemdi.
Tolga Sütlü: Bir hukuk fakültemiz olsaydı öyle olmazdı, değil mi Feyzi Hoca’m? 😃
Feyzi Erçin: Tabii. Kendi okulumu, İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi’ni de çok seviyordum, çok güzeldi. Ama Boğaziçi ile o zaman yeni tanışmıştım. Sonraki yıllar boyunca hiçbir alâkam olmadı. Bulu’suzluk Özlemi’yle tanışmam ve bir araya gelmemde de şöyle bir müzikal hoşluk var: 12 yaşımdan beri piyano çalıyorum. Hiç konservatuara gitmedim ama ders almayı da hiç bırakmadım neredeyse. 12 yaşımdan beri günde bir saat piyano çalışıp haftada bir saat ders aldım. Ama bunların hepsi ısrar sonucu ve sadece klasik müzik üzerine. Bulu’suzluk Özlemi’yle birlikte Nirvana çalana kadar klasik müzikten başka hiçbir şey çalmadım. Gerçekten çok güzelmiş, çok zevkliymiş. İnsan klasik müzik çaldığında ne kadar güzel çalarsa çalsın bir yıldız gibi hissetmiyor kendini. 😃 Nirvana çalınca öyle oluveriyor, o yüzden ekibin sınırında da olsa bir parçası olduğum için çok mutluyum.
Neden ısrarla klasik müzik peki?
Feyzi Erçin: Çok seviyordum, öğrendikçe daha iyi anladığımı düşünüyordum, çok ilgiliydim, bilgilendikçe daha çok sevdim. Başka bir müziğe ihtiyaç duymamanın getirdiği bir durum oluştu. Klasik müzisyenlerde olan bir kibir ya da kendine yetme hâli denilebilir. Klasik müzik dünyası çok büyük ve keşfedecek çok şey var, bitmiyor. Yetiyordu o. Biraz caza ilgi duyuyordum. Nirvana’yı çok seviyordum üniversiteden mezun olduğum yıllarda. Rock seviyorum hâlâ, dinlerim de. Ama Schubert, Beethoven ya da Brahms çalmaya gelince o kadar çok iş var ki yapmak gereken… Zaten bu isimlerin bestelerini çalışmak ve çalmak beni götürür hayatım boyunca, diyordum.
Tuna Kuyucu: 1995’te Boğaziçi Üniversitesi Sosyoloji bölümüne öğrenci olarak girdim. 1999’da mezun oldum. Diğer arkadaşların aksine, ben ders dışı aktivitelerle ilgilenmedim maalesef, biraz hayıflandığım ve pişman olduğum bir durum bu aslında. Lisedeyken çok kısa bir süre yan flüt öğrenme girişimim oldu, çok sıkılmıştım. Flütü hiçbir zaman sevmedim, hâlâ da sevmiyorum. Sonra da bıraktım. Yani ne müzisyenlik geçmişim var ne de çok faal bir insan oldum şimdiye dek. 2010 yılında, doktoramı bitirdikten sonra Boğaziçi’ne geri geldim. Doktorayı bitirme aşamasındayken bir klarnet edindim kendime. Çok dandik bir klarnetti. Kendi kendime öğreniyordum, çok sevdim çalmayı. Doktorayı bitirdiğimde abim sağ olsun, bana güzel bir klarnet hediye etti. Sonra ben bayağı bir klarnete sardım. Bildiğimiz soprano yani si bemol klarnet. Onunla bayağı haşır neşir oldum. Kısa bir dönem ders aldım ama genelde kendi başıma çalan bir insanım. Klasik müzik çalıyordum ben de daha çok, yani birkaç klasik metod üzerinden gidiyordum. Bir de benim caz müziğe merakım, sevgim oldu her zaman. Caz öğrenme yoluna kendimi kanalize ederken de saksafonla tanıştım, bir de bas klarnet. Bas klarneti, saksafonu çok seviyorum, nefeslilere çok ilgiliyim. Ama dediğim gibi, ne birisiyle beraber çalmak (müzik öğretmenim haricinde) ne de bir grupta olmak tecrübe ettiğim bir şeydi. Bizim bölüme dahil olduğu günden itibaren Taylan’ın başının etini yedim, hadi gel bir şeyler yapalım, diye. O hiçbir zaman oralı olmadı. Nasipte bu oluşum varmış. Bunun içine girmem de çok tuhaf oldu. Ben zaten bir grupla çalabilecek seviyede görmüyordum kendimi, hâlâ da görmüyorum. Cesaret de edemezdim. Bir gün Esra Mungan beni bölümde tek başıma saksafon çalarken dinlemiş. Saksafon pratiklerini bölümdeki ofisimde yapıyorum, çünkü gürültülü bir enstrüman, evde çalmak çok kolay olmuyor. Esra beni önerdi gruba. Ben de kendimi içinde buluverdim. Çok da eğlenceli oldu. Hayatımda yaptığım en eğlenceli, en öğretici, en keyif aldığım şeylerden bir tanesi oldu. Bulu’suzluk Özlemi’ne dahil olduktan sonra enstrümanımı çok daha fazla çalışıyorum. Çünkü kayıt yaptığımızda ya da sahneye çıktığımızda hata yapmamam gerekiyor. Epey hata yaptım konserde, Allah’tan duyulmadı, mikrofonum çok kısıktı. Ama çok güzel bir oluşum oldu. Çok mutluyum ben, iyi ki oldu bu iş.
Bulu’suzluk Özlemi ve Akademisyen Eylemleri Üzerine
Boğaziçi aylardır çeşitli alanlardan süregiden bir direnişin içerisinde. Akademisyenler de bu direnişin önemli bir sacayağını oluşturuyor. Siz bu direnişi müzik ayağından sürdürmeye nasıl karar verdiniz? Bir grup kurma fikri nasıl oluştu, nasıl bir araya geldiniz?
Tuna Kuyucu: Aslında bizim fikrimiz değildi bu. Hocalar forumunda konuşulurken Zeynep Gambetti ve Esra Mungan hocalarımız müzikal bir oluşum fikri attı ortaya. Gruba beni ilk öneren Saygun Gökarıksel oldu. “Tuna nefesli çalıyor, belki onu düşünürsünüz.” dedi. Esra Mungan da “Ben Tuna’yı dinledim, çok güzel çalıyordu.” dedi. Çok güzel çalmıyordum ama o öyle söyledi, sağ olsun. Oradan çıktı fikir. Ben bu arada Özcan’ı, Tolga’yı, Feyzi’yi isim olarak biliyordum ama tanışıklığımız yoktu. Çok faal ve sosyal bir tip değilimdir kampüste. Öyle olan arkadaşlar var, onlar sayesinde tanışmış olduk ve çok mutlu olduk.
Tolga Sütlü: Benim için de okulla tanışma konusunda çok etkili oldu Bulu’suzluk Özlemi ve direnişin kendisi. Zaten Boğaziçi Üniversitesi’ne geleli iki sene olmuştu, bunun bir buçuk senesi pandemiyle geçti. Kimse yoktu piyasada. Gerçi ben yakında oturmanın avantajıyla ve moleküler biyolojide çalışıyor olmanın verdiği bazı sorumluluklarla her gün okuldaydım. Ama hakikaten kampüs bomboştu. O yüzden birçok arkadaşı ben de direniş sayesinde tanıdım. Tuna’yla, Özcan’la 100. günün sabahında prova için buluştuğumuzda tanışıp yüz yüze konuşma fırsatım oldu. Daha önce hep e-mailler üzerinden görüşüyorduk. Esra ve Zeynep Hoca dedik ama onlara da herhalde, “Hocalardan 100. günde bir şey yapmak isteyen var mıdır?” diye bir soru öğrencilerden geldi ilk olarak. O açıdan, Bulu’suzluk Özlemi’nin temelini de yine öğrenciler attı, diyebiliriz.
Özcan Vardar: Direnişin 100. gününe üç ya da dört gün kalmıştı. Hocaların mail grubunda Esra ve Zeynep Hocaların başlattığı bir e-mailleşme oldu. Ben bir iki gün geç okumuştum mailleri, oluşumun ilk aşamasında yoktum ama orada okuduklarımı hatırlıyorum: Tolga ve Alaz hemen cevap vermiş, Tolga, “Ben vurmalıları çalarım.”; Alaz, “Ben gitar çalıp söylerim.” demişti. Tuna’yı ve Feyzi’yi biraz Esra ve Zeynep Hocalar itekledi. Hepimiz, her karakter aslında böyle bir şey olmasa, böyle bir şeyle uğraşmasa belki “Bir araya gelelim, grup kuralım” demeyecek insanlarız. Çünkü herkesin müzik geçmişi de ilgi alanı da biraz farklı. Feyzi Hoca daha çok klasik müzikle ilgilendiğinden bahsetti. Tuna Hoca da cazla ilgili. Alaz burada olsa belki soft rockla ilgili bir şeyler söylerdi. Taylan benim tahminim biraz daha sert müziklerle haşır neşir. Benim de üniversitedeki yıllarımda Pink Floyd’a ilgim vardı; 60’lar sonu 70’ler başı psychedelic ve progressive rock müziğin doğuşunun olduğu yıllara dair daha ilgiliyim, kendi grubumda onları çalıyordum daha çok. Bulu’suzluk Özlemi çok acayip ve özel bir grup. Bugünden baktığımda biz aslında birbirimizden biraz farklıyız ama böyle kutsal bir görevle bir araya geldiğimiz için de Blues Brothers[9] filmindeki karakterlere benzetiyorum bizi. Blues Brothers filmindeki karakterler kutsal bir görevle, yetimhanelerini borç batağından kurtarmak için yola çıkarlar. Yolda karşılaştıkları müzisyenlerle kutsal bir amaç için sahne alırlar. Filmin hikâyesi üç aşağı beş yukarı böyle. Biz de aslında değişik karakterler olarak bir araya geldik, yine kutsal bir görev için. Elimizden ne geliyorsa onu yaparız, dedik. Ben son katılan oldum gruba. E-mailleri geç okumuştum ama pazar günleri yaptığımız forumlardan birinde Zoom üzerinden konuştuk, anlaştık, grubun adı ortaya çıktı. Taylan, biz beş kişiyiz, diye orada anlatmıştı. Toplantı biter bitmez Taylan’a, “Ekstra bir gitara, desteğe ihtiyacınız olur mu?” diye bir mesaj atmıştım. O da, “Kap gitarı gel hoca!” diye bir mesaj yazdı ertesi gün. 100. günden aslında iki gün önce olmuş bir şey bu. Salı günüydü 100. gün. Ben Salı sabahı aldım gitarı gittim. Orada birlikte çalışma yaptık; iki üç saat sonra da hep beraber sahnedeydik. Bana parçaların adını söylemişti Taylan, o kadar.
Tolga Sütlü: Zaten konserde çalarken bile yeni şeyler keşfediyorduk parçanın içinde 😁
Tuna Kuyucu: Yani provasız konsere çıktık, bir kere çaldık beraber, o kadar.
Feyzi Erçin: Herkes kendi fikrini söyledi ama öğrencilerin bu konudaki hassasiyetlerini bildiğim için şunu vurgulamak istiyorum: Bu direnişi müzikle, sanatla kazanacağız diye bir şey yok, aksi çok romantik bir yorum olur. Ama direniş içerisinde sanat hem güzel hem ilham verici hem birleştirici. Çok pozitif etkileri var. O yüzden de yaptığımızın bir anlamı olduğuna inanıyorum. Herkesin sevdiğini, paylaştığını görmek çok güzel. Biz de bir anlamı olduğunu düşündüğümüz için yapıyoruz. Yoksa biz bu şekilde kazanmayacağız. Direniş çok zor bir şeymiş bu arada. Çok şey öğrendik bu dönemde.
Tolga Sütlü: Ama işte hep acı hep polis hep gaz… Biraz bunlar da lazım.
Biz de direniş içerisindeki sanatlı söyleyiş ve eylem biçimlerinin kritik işlevleri olduğunu düşünüyoruz. Örneğin Boğaziçili Müzisyenler tarafından uyarlanan “Yuh Yuh” Kampüs içerisinde yapılan en kalabalık performans olmuştu, sonrasında video performans olarak sosyal medyada sıkça paylaşıldı. Birçok kişinin direnişten bu vesileyle haberdar olduğunu biliyoruz. İşlevi elbette sadece direnişin yayılması, duyulması da değil. Bu tür üretimlerin aynı zamanda direnişi sürekli kılma, mücadeleye bağlanma ve umudu güçlendirmesi anlamında da önemli olduğunu düşünüyoruz. Az önce Özcan Hoca kısa bir giriş yapmıştı; Bulu’suzluk Özlemi ismi nasıl ortaya çıktı?
Tolga Sütlü: Değişik değişik isimler önerilmişti. Blues Brothers’ı düşünmüştük ama bazı tereddütlerimiz de vardı. Aklımda bu kalmış sadece. Bir süre sonra “Bulu” kelimesi ile oynamaya başladık. En son Alaz, “Bulu’suzluk Özlemi” diye yazınca tartışma orada bitti. Tamam, süper isim, daha ne olabilir ki, dedik. Komik isimler de vardı, hatırlayan varsa söyler zaten.
Özcan Vardar: Ben hatırlamıyorum. Bulu’suzluk Özlemi’ni görünce diğerlerini unuttum ben zaten. “Süper, işte budur.” dedim. Hocalar forumunda herkesin hemfikir olduğu bir isim oldu bir anda.
Tuna Kuyucu: Bulutsuzluk Özlemi bile bizden bahsetti kendi instagram sayfasında 😁
Özcan Vardar: Evet, “Güzel bir şeye vesile olduk.” yazmışlardı.
Tuna Kuyucu: Bulu’suzluk Özlemi ismi için acaba telif sorunu çıkar mı, Bulutsuzluk Özlemi’ne ayıp olur mu, diye çok düşündük. Onlar gayet mutlu mesut bir şekilde yazınca biz de rahatladık. Bulutsuzluk Özlemi hepimizin gençliğinde önemli yer tutmuş bir gruptur. Gittiğim ilk konserlerden biri Bulutsuzluk Özlemi konseriydi.
Tolga Sütlü: Herhangi bir grup da değil, siyasi bir duruşları da var.
Bildiğimiz kadarıyla Alaz Pesen dışında profesyonel/tecimsel olarak müzikle ilgilenen yok aranızda. Bu işi amatör olarak yaptığınız söylenebilir (Kökünde Latince’de “sevmek, âşık olmak” anlamındaki “amare” fiili olan “amatör” kavramı, aslında hiçbir ekonomik beklenti olmadan herhangi bir işi isteyerek yapmak anlamına geliyor). Peki, bireysel olarak müzik geçmişlerinizi düşününce bu grupta yer almak, bu konjonktürde amatör olarak müzik yapmak sizin için ne ifade ediyor?
Tuna Kuyucu: Bir kere benim için inanılmaz derecede öğretici bir şey oluyor. Arkadaşlarımın hepsi müzikal olarak benden daha deneyimli ve ileri seviyede. Aslında müzik tek başına kapanıp obsesif bir şekilde çalışman gereken bir şey ama müziği asıl coşturan şey birkaç kişi bir araya geldiğin zaman oluyor. Hem çok daha keyifli hem çok öğretici oluyor. Grup için çaldığımda ya da prova yaptığımızda çok şey öğreniyorum. Amatör ruh açısından oldukça tatmin edici, öğretici ve çok heyecanlandırıcı geliyor bana. “Amare” kökünden geldiğini şu an öğrendim. Tam ona tekabül eden bir şey. Heyecan veriyor. Bu arada Feyzi Hoca’nın piyano çalışını ilk görüşümde, “Aman Allah’ım! Ben ne yapacağım burada?” dedim. Enstrümanına muazzam hâkimiyeti olan bir insan var, ben de debeleniyorum. Farklı müzikal geçmişlerimiz olduğundan, farklı tür ve formlarla ilgilendiğimizden bahsetmiştik. Bence bu müzikal ayrımlar da çok önemli değil. Müzik değişik janrlara girince, daha fazla insanla karşılaşınca epey genişleyen ve öğrenilen bir şey. Henüz kaydetmedik ama en son “Estarabim” üzerinde çalışıyorduk. Sözleriyle de oynuyorduk, “Böyle rektör istemem/ İstemem de istemem” gibi. Düzenleme içerisinde inanılmaz değişik yerlere gidebiliyoruz, daha deneysel takılabiliyoruz, sololar atılıyor, doğaçlamalar yapılıyor… Heyecan üzerine heyecan geliyor yani. Kendi adıma bunları söyleyebilirim: Tekrar yapalım, yaz rehaveti bitsin de tekrar bir araya gelelim, istiyorum.
Feyzi Erçin: Amatör kelimesi Türkçede ve İngilizcede farklı anlamlara geliyor. İngilizcede “Amatör müzisyenim.” dediğiniz zaman “Ne kadar güzel, harika!” diye; Türkçede “Amatörüm.” deyince, “Para için yapmıyorsun, hobi olarak yapıyorsun yani.” şeklinde cevap verilir. Belirgin bir statü farklılığı var. Bence Bulu’suzluk Özlemi “amatör” kelimesinin güzel anlamını yaşadığımız muazzam bir tecrübe oldu. Biraz önce arkadaşlarımız da söyledi, her şey birkaç gün içerisinde o kadar hızlı oldu ki… Ben sadece son provaya gidebildim ve yalnızca bir şarkıda eşlik yaptığım için kendi kısmım daha kolaydı. Girdim oraya bir grup var ve çalıyor zaten. Çok mutluluk verici bir şey. “Amatör”ün güzel anlamı tam olarak bu. Amatör olduğu zaman daha düşük kalitede müzik yapan değil, müziği sevdiği için yapan, bundan para kazanmayan ama buna verdiği gönül ve emek çok da farklı olmayan, anlıyorum. O yüzden amatör kelimesinin bütün olumlu anlamlarını bu grupta yaşadım diyebilirim.
Tolga Sütlü: Feyzi Hoca’m, siz anlatırken düşündüm ve şunu merak ettim: 12 yaşından beri piyano çalıyorum diyorsun, çok seviyorsun belli ki. Sen neden konservatuar düşünmedin de amatör ruhu korudun? Gittin hukuk okudun. Neden müzisyen olmadın?
Tuna Kuyucu: Aynen, ben de merak ettim şimdi.
Feyzi Erçin: Çünkü ergenlik dönemindeki birçok kişi gibi, 18 yaşına kadar bunun kıymetini çok bilemedim. 18-19 yaşlarında üniversiteye girdiğim zaman klasik müziğe çok sardım ve üniversitede beş yıl boyunca sadece klasik müzik dinleyerek, sadece klasik müzik üzerine okuyarak geçirdim zamanımı. Üniversite bittiği zaman klasik müzik konusunda çok şey biliyordum. Ama 18 yaşına kadar “Für Elise”, “Ay Işığı Sonatı” gibi popüler eserleri çalayım, lisede bir kızı etkileyeyim, bütün sınıf bana bayılsın gibi dertlerim vardı 😁 Sonra üniversitede tam Tolga’nın sorduğu şey oldu ve “Hay Allah keşke konservatuara gitseymişim.” dedim. Sonradan hiç pişman olmadım gitmediğime. Çünkü para için yaptığınız zaman enstrümanla, piyasayla kurmak zorunda olduğunuz ilişki, kapitalist dünya yüzünden çok acımasız. Tabii ki çok mutlu, yaratıcı arkadaşlarım var ama çok zorlanan insanlar da var tanıdığım. Şu içinden geçtiğimiz günleri de yaşadım ya, artık daha ne diyeyim! İyi ki böyle yapmışım, diyorum. Konservatuar yolunun sonu o kadar da kolay olmazdı herhalde kimse için.
Tolga Sütlü: Grupta herkes başka telden çalıyor aslında, kendi müzik zevklerine göre. Aslında yaptığımız şeyi tam olarak sadece müzik yapmak için yapmıyoruz. Müzik yapmak çok eğlenceli ve ne tür çalarsak çalalım, eğleniyoruz. Dinlemediğimiz bir şeyi çalarken de eğlenebiliyoruz. Çünkü kolektif olarak bir şey yapmanın verdiği bir haz da var. Kimse de “Tamam gelirim ama ne tarz çalacağız?” gibi bir şey dememiştir. . Tamam, ne olursa çalarız, elbet bir şeyler üzerinde uzlaşırız, dedik 😁 Hatta bu noktada bir şey sormak istiyorum: O zamanlar yeni tanışıyorduk, çok fazla laf edememiş olabilirsiniz. Benim gruba “Bunları çalalım.” diye gönderdiğim bir liste vardı, “Killing In The Name”ler falan. Onlar size ne düşündürdü mesela? “Ya bu adamla mı çalacağız biz?” diye mi düşündünüz? Bayağı merak ediyorum 😁
Feyzi Erçin: Olur mu, rafine klasik müzik zevkimin dışında sevdiğim tuhaf şeylerin içinde “Fear of the Dark” gibi şarkılar da var. “Killing In The Name Of”u çok severdim ve bu şarkı bütün sinirli olduğum akşamlarda, özellikle bekarken, gece yatmadan son dinlediğim şeydi. Tolga onu yazdığı an tamam burası rüya gibi bir yer diye düşündüm. “Killing In The Name Of” çalacağız yani daha ne isterim? Bir dahaki sefere çalalım o yüzden.
Özcan Vardar: Amatör müzik yaklaşımı açısından bütün konuşulanlara katılıyorum. Bu o kadar güzel hissettirdi ki… Ben öğrencilik yıllarımda Kampüs’te sahneye çıkmıştım. Üniversitede önemli bir zamanım Müzik Kulübü’nde, Taşoda’da geçmişti aslında. Bulu’suzluk Özlemi olarak sadece sahneye çıkmak için buluşmadık tabii. Çok önemli başka bir amacımız vardı orada. Ne olursa çalacaktık, bunu sorgulamadık bile. Büyük oranda uzlaşmıştık. 100. Gün’ü hiç unutamayacağım. Büyük moral oldu. Bir de pandemide geçirdiğimiz günlerden sonra böyle iç içe olmak, böyle bir şey yapmış olmak ve bunun etkisini görmek çok önemliydi. Öğrenciler de çok keyif almıştı, bunu görüyorduk. Sahnede o enerjiyi hissedebiliyorsunuz. Müthiş bir duyguydu, “Ne kadar güzel bir şey oldu.” demiştim, çok mutlu hissetmiştim. Bunun hiç bitmemesini istemiştim -tabii o gün bitecekti ama. Bu enerji ileride de devam etsin. Biz çıkıyoruz ama sonra devam edip etmemek konusunda bir kararımız yoktu. O gün sahneden inerken hepimiz “Bunu devam ettirmeliyiz!” duygusunu yaşıyorduk.
Tolga Sütlü: Sahneden inerken “tamam, buna devam ediyoruz” dediğimizi çok net hatırlıyorum. Süper bir gündü hakikaten. Arkasından yaşadığımız, bir haftalık “Acaba Kovid oldum mu?” paranoyasını saymazsak. 😁
Üniversitede geçirdiğimiz dönemde hocaların eylemlere bu şekilde katkı sundukları bir örnek görmemiştik. Sanıyoruz bu bir ilk oldu. Boğaziçi Üniversitesi direnişinin sanatsal/müzikal ürünlerini ele aldığımız bir yazımızda akademisyenlerin rektörlük binası önünde tuttukları nöbeti bir mizansen, hatta bir performans olarak değerlendirmiştik. Akademisyenlerin buradaki duruşu Bulu’suzluk Özlemi’nin konser performansıyla başka bir boyut da kazandı. Akademisyenlerin direniş sürecinde performatif olan ya da olmayan eylem biçimleri üzerine nasıl tartışmalar yaptığından bahsedebilir misiniz?
Tuna Kuyucu: Üniversiteye kayyum atandığını 1 Ocak günü öğrenmiştik. Ondan yaklaşık dört gün sonra hocaların katıldığı bir forum yapıldı. 300 kişinin üstünde, geniş bir katılımlı bir forum oldu. O haftadan beri her pazar günü sürekli forum düzenleniyor. Ben son haftalarda annemin sağlık problemlerinden dolayı katılamıyorum. Komisyonlar, alt komisyonlar kuruldu, insanlar harıl harıl çalışıyorlar. Öğrenci kısmı ayrı. Onlar adına konuşmayı hiçbir zaman doğru bulmayacağım için oraya hiç girmeyeceğim. Hocalar kısmında ne yapılacak ne edilecek üzerine inanılmaz bir düşünme, tartışma ve eyleme süreci ilerliyor. Karar alma süreçleri ortak akıl yürütülerek, demokratik ve son derece açık, yatay süreçlerde tartışılarak ilerliyor. Ben son süreçte çok fazla katılamadığım için elimden geleni yapıyorum. Kampüs’e gidebildiğim zamanlarda nöbet eylemine katılıyorum. İnsanlar çok yaratıcılar. Sloganlar, tuttuğumuz döviz ve pankartlar, cuma günleri okunan bildiriler… Cumaları nöbet sonrası okunan bildirileri yazan insanlar var, o da kolektif yapılıyor. Birkaç kişi ana metni hazırlıyor, hocalarla paylaşıyor, sonra herkes düzeltmeler, eklemeler yapıyor ve bu çok büyük bir hızla yapılıyor. Bazen şaşırıp kalıyorum mesela. Sürekli değişen gündeme nasıl bu kadar hızlı cevap oluşturulabiliyor, yaratıcı içerikler nasıl bu kadar hızlı bir şekilde bulunuyor, hayranlıkla izliyorum. Parçası olduğumda da kendimi çok iyi hissediyorum. Hepimiz gibi ben de çok depresif bir süreçten geçiyorum. Depresyona sürükleyecek ekstra şeyler var hayatımda, annemin ciddi sağlık sorunları var. Ama Güney Kampüs’e gidip nöbet eyleminde 15 dakika durduğumda hakikaten ciddi bir duygu yoğunluğu oluşuyor bende. Karda da gittim, 35 derece sıcakta da gittim. Bu şekilde mücadelenin parçası hissediyorsun kendini. Geçtiğimiz günlerde öğrencilerin güvenlik tarafından dövüldüğü eylemde Tolga ile birlikte oradaydık. Orada olağanüstü bir birlikteliğin gücünü hissediyor insan. Bir şeyin parçası olmanın verdiği hem duygusal yoğunluğu hem de gücü deneyimliyoruz aslında. Çok enteresan bir süreç. Benim için son derece öğretici, dönüştürücü. Eylemliliğin ve mücadelenin dönüştürücülüğü hakikaten bire bir yaşadığımız bir olgu. Ben burada, çemberler varsa, en dışarıdaki çemberden konuşuyorum. Feyzi mesleğinin gereğini de konuşturarak inanılmaz bir dayanışma gösteriyor öğrencilerle. Gerçekten çok saygı duyuyorum, çok etkileniyorum.
Tolga Sütlü: Hocaların yaptığı eylem şekilleriyle ilgili ekleme yapayım ben de. Direnişin en başından beri, Tuna’nın da söylediği gibi, düzenli toplanıyoruz. Büyük grupla haftada bir toplantı yapıyoruz. Ayrıca farklı işleri üstlenmiş olan bir sürü komisyon var, onların da başka başka toplantıları oluyor. Genel olarak, “Şunu da neden yapmıyorlar acaba, şunu yapsalar iyi olmaz mı?” gibi düşündüğünüz birçok şeyi emin olun ki tartışıyoruz zaten. Çok çılgın fikirler de geliyor. Ama herkesin katılabileceği ve benimseyebileceği eylem şekillerine sadık kalmaya çalışıyoruz -ki herhangi bir eylemimizde aramızdan birileri kopup gitmesin. Bizim için kalabalık olmak, desteği sürdürülebilir kılmak çok önemli. İlk günlerden itibaren devam eden nöbet eyleminin ortaya çıkmasındaki esas tartışma noktalarından bir tanesi de buydu. Hemen hemen herkesin katılabileceği, destek verebileceği, çok da kolay yapabileceği ve gayet net bir şekilde mesajı veren, sanatsal açıdan da güçlü bir imge oluşturan bütün bu şartlara uygun bir eylem şekli. Tabii genel eylemlilikler dışında Bulu’suzluk Özlemi gibi daha az kişiyle yapılan eylemler de var. Ama genel eylemlerimizin mümkün mertebe herkesin kabullenebileceği ve katılabileceği şekilde organize edilmesi gerektiğini düşünüyoruz, ağırlık bu yönde düşünüyor yani.
Feyzi Erçin: Sorudaki nüansa cevaben, öğrenciler arasında nasıl farklılıklar varsa hocalar arasında da öyle farklılıklar oluyor. Normal bir durum. Bazıları daha sakin, bazıları daha itidallı, bazıları daha agresif olabiliyor. Sonuçta ortak bir dil çıktığında, o hocaların ortak yolu olmuş oluyor. Çok bir fark yok yani. Öğrenciler arasında da benzer anlaşmazlıklar olduğunu biliyoruz. Direniş böyle bir şey, o anlaşmazlıklar minimuma indiği zaman zaten acayip büyüyüveriyor birden.
Tolga Sütlü: Belki şöyle bir fark olabilir: Öğrenciler için bırakıp, çekip gidip vazgeçmek belki daha kolay olabilir. Kafası atan bir öğrenci, “Ben gelmiyorum arkadaş eyleme.” diyebilir ama hocalar için bunu demek çok daha zor. Hiçbirimiz bu işin peşini bırakmak istemiyoruz. O yüzden hep beraber hareket edelim, kimse birbirini incitmesin gibi durumlar daha fazla oluyor. Birbirimize rest çektiğimiz, “Biz bunu yapacağız siz gelmiyorsanız gelmeyin!” gibi durumlar hocalar arasında olan bir şey değil işin doğrusu.
Tuna Kuyucu: Benim Boğaziçi’nde on birinci senem. Mesela bizim instforum diye bir e-mail grubumuz var, hocalara açık forum gibi düşünebilirsiniz. Bunca yıldır instforumda farklı ideolojik konularda bayağı ciddi tartışmalar oldu. Kemalizm tartışmaları olsun, Kürt sorunu üzerine olsun… Herkes bir şey söyler. Bayağı bölünmelere, sert tartışmalara şahit olmuşluğum var. Taraf olmuşluğum da var. Bu direnişte önceki süreçlerde epey tartıştığım ve çok da hazzetmediğimi düşündüğüm insanlarla ortak bir zeminde sürekli olarak buluştuk. Sosyal bilimlerde contact theory (temas teorisi) diye bir şey vardır. Psikologlar falan bahseder. Temas arttıkça insanlar ortak bir zemin bulurlar ve daha yumuşak bir ilişki kurma durumu mümkün kılınmış olur. Aynen öyle oluyor içinden geçtiğimiz süreçte. Yani diyalog arttıkça, temas arttıkça insanlar birbirlerini daha çok anlıyor. Tolga’nın da Feyzi’nin de söylediği gibi, anlaşmazlıklar elbette ki var ama sonuçta ortak paydada buluşulacak eylemler kurgulanıyor sürekli. Bir de öğrencilerin veya genel kamuoyunun bilmediği, görmediği türde eylemler var. Mesela açtığımız davalar sürüyor, yeni açacağımız davalar var. Yarın sabah Tolga, Feyzi ve ben saat 09.00’da Çağlayan’da buluşacağız. 😁 Çeşitli baskı mekanizmaları da kurgulanıyor ve kullanılıyor. Bırakmıyoruz. Gerçekten herkes işin içinde. Herkes yapabildiğini yapıyor.
Özcan Vardar: Herkes dediğini yapıyor da. Farklı komisyonlar kurduk, demiştik. Örneğin Hukuk Komisyonu var, cuma günleri okunan bildirileri yazan bir komisyon var, Medya Komisyonu var. Bu mücadelede kim neyi yapabiliyorsa, elinden ne geliyorsa onu yapıyor. O komisyona girip orada çalışmak aslında bir eylem! Eylemler ilk başladığında yurt dışındaydım. Türkiye’ye Mart sonlarında gelebildim. Uzaktan bütün süreci takip edebiliyordum ve elimden ne geliyorsa onu yapacağım, diyordum. Medya Komisyonu’nda uzaktan kurgu yapmaya başladım. Yurt dışından gelir gelmez nöbete gittim. İlk gittiğim nöbet ânını da çok iyi hatırlıyorum. Çok büyülü gelmişti bana. Hep fotoğraflarını, videolarını gördüğüm eylemlerin içerisinde olmak, onun bir parçası olmak çok önemliydi. Sonra elimden ne geliyorsa yapmaya devam ettim; fotoğraf çekmek, video yapmak… Bulu’suzluk Özlemi de böyle oldu aslında. Bir grup kurma fikri ortaya atıldı ve kuruldu. “Biraz gitar çalıyorum, elimden bu geliyor, desteğe ihtiyaç var mı?” dediğimde Taylan bana, “Bizim gitara ihtiyacımız yok, böyle iyiyiz.” deseydi ben gitmeyecektim. Elimizden ne geliyorsa onu yapalım, fikri vardı temelde.
Bulu’suzluk Özlemi Konseri ve Dijital Üretimler Üzerine
Direnişin 100. gününde Boğaziçi Üniversitesi Güney Kampüs Meydanı’nda verdiğiniz konserde David Bowie’nin daha çok Nirvana coverıyla bilinen “The Man Who Sold the World”ünü, Gogol Bordello’nun “Start Wearing Purple”ını ve İtalyanca-Türkçe iki dilli olarak “Ciao Bella-Çav Bella”yı seslendirdiniz. Seçtiğiniz şarkılar farklı coğrafyalardan, farklı müzikal arka planlardan ve formlardan geliyor. Repertuvar seçimini nasıl yaptınız? Nasıl bir yorum geliştirmeyi hedeflediniz? Konser hazırlıkları nasıl ilerledi?
Tuna Kuyucu: Herkesin öneride bulunmaya başlamasıyla bir repertuvar havuzu oluştu. Boğaziçi Üniversitesi direnişinin 100. gününde çalacaklarımızı bu havuz içerisinden seçtik. David Bowie’den “The Man Who Sold The World” (Nirvana cover‘ıyla daha çok bilinir), bana anlamlı geldi. “Man Who Sold The World” (Dünyayı Satan Adam) ifadesi Melih Bulu’yu çağrıştırdı. Bir yandan da çok sevdiğim bir şarkıdır. David Bowie kaydının sonlarına doğru çok etkileyici bir vokal solo kısım vardır. Bu solonun saksafona uyabileceğini düşünmüştüm. Ciao Bella zaten çalınmasa olmayacak bir şarkı. “Start Wearing Purple”ı Alaz önerdi. Bu arada, bugün çeşitli sağlık sorunları nedeniyle aramızda olamadı ama aslında grubun iskeleti, omurgası Alaz’dır. Müzisyen çünkü, bilgili ve konuya hâkim; grubu o taşıyor. Yani biz hata yaptığımızda, ben hata yaptığımda, Alaz taşıyor bizi. Onu da söylemek lazım. Başka aday parçalar da vardı. Sonraki süreçte ele almaya devam edeceğiz o şarkıları da. Repertuvarın kolektif olarak oluşturulduğunu söyleyebilirim.
Tolga Sütlü: Aslında şu şarkı olsun, bu şarkı olsun, diye uzun uzun tartışamadık. Manâlı şarkılar olmasını tabii ki düşündük. Ama repertuvar oluştururken öncelikli kriterimiz minimum provayla hangi şarkıları çalabileceğimiz konusu oldu.
Tuna Kuyucu: Aynen, bir de o var.
Tolga Sütlü: Hatta önce iki şarkıya karar vermiştik. Başlangıçta “Caio Bella” yoktu. Onu da son anda, “Zaten marş, ritmi belli, fazla kompleks de değil. Bunu da çalarız. Herkesin ezbere bildiği bir şarkı.” diye ekledik. Son tahlilde nitelik ve direnişle ilişkileri bakımından üç şarkılık iyi bir seçki olduğunu söyleyebilirim. Ama daha çok çalınabilirliklerinin ön planda olduğunu belirtmeliyim.
Tuna Kuyucu: Gerçekten provasız çaldık o gün. Önce Alaz bir iskelet iletti şarkıların akışı konusunda. Sonra herkes partisyonunu yolladı birbirine. Biz üzerine birazcık çalıştık, bir gün kadar. Direnişin 100. gününün sabahında buluştuk, iki kere çaldık ve sonra sahneye çıktık. Dolayısıyla sorunun cevabını da böyle vermiş oluyoruz. Yani nasıl bir yorumla şarkıları düzenlesek, şarkılar arasında nasıl bağlantılar kursak, nasıl bir sound yaratsak gibi konularda düşünecek vaktimiz pek yoktu. Olsaydı iyi olurdu tabii.
100. günü konuşmuş olduk. Tuna Hoca’nın bıraktığı yerden bir soru soralım: Paylaşılması ve yayımlanması sürecinde düşünecek başka vakitlerinizin de olduğu “1 Mayıs Marşı” ve “El Pueblo Unido” gibi iki paylaşımınız oldu. Bunlar “Ciao Bella”ya benzer bir şekilde, hem dünyadaki hem de memleketteki direniş gelenekleriyle doğrudan bağlantı kurmayı hedefleyen repertuvarlar gibi görünüyor. Biz öyle okuduk açıkçası. Tabii ki Bulu’suzluk Özlemi direniş içerisinde oluşmuş, tartışmalarını orada sürdüren ve ürünler veren bir grup; direniş gelenekleriyle bağlantısını da oradan kuruyor ancak bu iki parçanın yorumlanma sürecindeki niyet neydi, nasıl bir hedefiniz vardı bu üretimleri ele alırken?
Özcan Vardar: Ben 1 Mayıs kısmını anlatayım: 1 Mayıs’a yaklaşırken tarihin önemine binaen bir üretim yapmak istedik. Aklımıza gelen tek şey “1 Mayıs Marşı” değildi tabii, başka şarkılar da düşünmüştük. Ama “1 Mayıs Marşı” çok bilindik olduğu için onda karar kıldık. Ne yapalım ne edelim, videosunu da çekip öyle paylaşalım, dedik. Alaz vokalist olduğu için kendine uygun bir ton belirledi ve bize bir akış iletti. Biz de onu dinledik ve o akış üzerine çalışalım dedik. Süreci çok da uzatmak istemedik. Videosu da yapılacağı için çok uzun olmamalıydı, pratik ilerlemesi gerekiyordu sürecin. Üç – üç buçuk dakika dolaylarında bir versiyon gönderdi Alaz, sonra bunun videosunu yapmaktı asıl plan. Çekildi, kurgusuyla ben biraz uğraştım. YouTube’dan 1 Mayıs’a dair değişik arşiv görüntüleri buldum. Boğaziçi Direnişi’nden, kendi eylemlerimizden, özellikle hocaların sırt döndüğü eylemlerden görüntüler seçtim. Böyle bir 1 Mayıs sürprizi yapalım dedik. Paylaşana kadar kimseye de söylemedik. O gün pandemi nedeniyle büyük kapanma başlayacaktı. Tam kapanmanın başlayacağı gün yaptık videoyu ve 1 Mayıs’a yetişti. Çok olumlu geri dönüşler oldu, herkes çok büyük moral olduğunu söyledi. Sürpriz oldu herkese. Biz de mutlu olduk böyle bir şey yaptığımız için. Sonrasında buna da devam etmek istedik.
Tuna Kuyucu: Araya girip Özcan’ın buradaki rolünün altını çizmek istiyorum: Biz parçayı kaydettik, ondan sonra evlerimize dağıldık. Tam kapanmanın başladığı anda eve gittik. Özcan sabahlayıp çalışmış ve kurgulanmış hâlini ertesi günün sabahında yolladı. Herhalde on sekiz kere falan üst üste seyrettim. Her seyrettiğimde daha fazla duygulanıyorum. Sevgilim Melike’nin gözlerinden yaşlar akmaya başladı. O kadar kısa zamanda inanılmaz bir kurgu yapmış. O zaman da çok tebrik etmiştik. Şimdi tekrar çok tebrik etmek istiyorum. Şoka girdim bu kadar güzel olmasından dolayı, çok beğendim. Üst üste seyrettim. Taylan yazıyor WhatsApp grubumuzda, “Abi ben yirmi üçüncü kere seyrediyorum.” diye. Öyle bir sabahtı o da.
“El Pueblo Unido” paylaşımı 30 Mayıs’taki Boğaziçi Müzikle Direniyor: Performans Gecesi için mi yapılmıştı? Nasıl bir yaklaşım ve yorum geliştirmeyi hedeflediniz?
Feyzi Erçin: 30 Mayıs’taki etkinliği mezunlar organize etmişti. Bir şekilde herkes kucaklıyor gibi oldu Bulu’suzluk Özlemi’ni. Öğrenciler ayrı seviyor, mezunlar ayrı seviyor, hocalar ayrı seviyor. Boğaziçi Üniversitesi mezunlarının “Sosyal medya üzerinden iki tane büyük konser yapalım.” fikirleri vardı. İlki için, “Çok kısa sürede bunu nasıl yapacağız? Herkes nasıl toparlanır? Eksik veya güdük bir şey olmasın.” demiştim. Benim biraz muhafazakâr bir yanım vardır. Aman çok harika hazırlanalım derim, biraz da olumsuz yaklaşırım ki, nitelikli bir ürün ortaya koyabilelim. Mezunlar grubu ısrarlı bir şekilde istedi bu etkinlikte olmamızı. Çıktılar, duyurdular. Müzisyenlere haber verdiler. Hakikaten çok sayıda öğrenci grubu da çıkıp orada çalmak istedi. Mezunlardan şarkı söyleyenler ve müzik yapanlar oldu. Aynı zamanda Boğaziçi Üniversitesi’nde verdiğim dersler iptal edileli üç beş saat olmuştu. Bulu’suzluk Özlemi’ni o gün resmi programda dinlerken ve çalarken çok duygusaldım. “Müzik iyi ki var ve iyi ki birleştiriyor bizi!” gibi bir his geldi. Unutmadığım anlardan birisidir bu gruba dair.
Tolga Sütlü: “El Pueblo Unido” hakkında şunu da söylemek lazım: Biz “1 Mayıs Marşı”nı yaptıktan sonra, bir şekilde nedense, “Her özel günde bir şey yapsak mı acaba?” gibi bir durumun içerisine düştük. Sonra, yok canım o kadar da değil dedik, her özel günde bir şey olmaz. Ama işin doğrusu “El Pueblo Unido”ya ilk niyetlenişimiz 31 Mayıs içindi. Gezi Parkı direnişinin yıldönümünde paylaşmayı düşündük. Sonra mezunlar tarafından organize edilen bu programa dahil edip videoyu ilk kez orada paylaşmayı uygun bulduk. Bir de o konserde çıkıp canlı performans yapmamız çok zor olduğu için, en iyisi videoyu ilk orada yayımlayalım, dedik. Ayrıca Gezi’nin yıldönümünde bir şey çıkarmak, bizi Gezi’yle ilişkilendirmek ne kadar iyi olur diye tartıştık. Bunu da iyice düşünmeden yapmayalım, diye karar verip videoyu 30 Mayıs’ta bu etkinlikte paylaştık.
Tuna Kuyucu: Benim de ilginç bir anım var o günle alâkalı, onu anlatayım. “El Pueblo Unido”yu kaydettiğimiz gün Taylan’la bölümdeyiz. Saat 12, tam nöbete gideceğiz, odadan çıkarken cereyan oldu ve ofisin kapısı parmağıma kapandı. Hayatımda hiç böyle bir acı hissettiğimi hatırlamıyorum, yerlerde süründüm, çok bağırdım. Elimden kanlar fışkırıyor. Parmağım kopacak sandım, o kadar acıdı. Taylan koşa koşa buz getirdi bana. İlk düşündüğüm şey, “Parmağım kopmadı iyi.”; ikinci düşündüğümse, “Allah, bugün kayıt yapacaktık ben çalabilecek miyim?” oldu. Eylemden sonra revire koştum. Nöbette herkes, “Parmağına ne oldu?” diye soruyor. Buzlar, vesaire derken kayıtta çaldım. Videoyu da dikkatli izlerseniz gözüküyor, elim kanlı.
Özcan Vardar: Bu videonun çekim ve kurgu aşamalarında iki öğrencim destek olmuştu. Ben sadece üzerine eylem görüntüleri eklemiştim. Ama o parmağa çok fazla yakın plan gelince, itiraf edeyim, birkaç tanesini kapattım, başka görüntü koydum o bölümlere.
Gelecek Üzerine
İlerleyen süreçte nasıl üretimler yapmayı hedefliyorsunuz? Direnişin “Olmaz!” denilen altıncı ayını geride bırakırken Boğaziçi Direnişi’nde fiziksel veya dijital, başka performanslar yapmayı düşünüyor musunuz?
Taylan Acar: Yaptığımız iş kursağımızda kaldı, diyebilirim. 100. Gün konserinde, Nisan’da bir araya geldik, “1 Mayıs Marşı” ve “El Pueblo Unido”yu kaydettik. Dönem sonu geldi, dönem sonunun getirdiği yorgunluk var. İşlerimiz güçlerimiz… Sonuçta müzikle ilgileniyoruz ama müzik birincil ilgi alanımız değil. Alaz profesyonel bir müzisyen, hayatını ona göre düzenlemiş (yeni teklisi çıktı geçen aylarda hatta). Biz bu açıdan biraz beceriksiziz. Feyzi Hoca’nın, bizim bazen unuttuğumuz bir mesleği var. Tolga’nın aşı meselesiyle ilgili meşguliyetleri var. Özcan freelance çalışan birisi. Piyasaya inanılmaz şekilde üretim yapıyor. Gecesi gündüzü yok gibi. Herkesin mesleği farklı. O yüzden biraz kursağımızda kaldı. Dönem sonunda biraz dağıldık. Bildiğim kadarıyla Özcan Almanya’da, ben şehir dışındayım, Alaz ailesindeki birtakım sağlık problemleri ile uğraşıyor. Açıkçası Ağustos, Eylül aylarında okula döndüğümüzde bir araya gelmeyi çok istiyoruz. Şunu itiraf etmem lazım, evet sürekli haberleşiyoruz, yazışıyoruz ama bugün sizin sayenizde yüz yüze görüşebildik. Bulu’suzluk Özlemi’ni bir proje olarak da düşünebiliriz. Bulu’suzluk Özlemi bu direnişin orkestrası olarak kalır, isimler değişir, gitarist değişir, davulcu değişir, basçı değişir. Öğretim kadrosundan birisi gelip o enstrümanı alıp yoluna devam eder. Sonuçta Grateful Dead de 30-40 yıl boyunca 50 farklı üyeyle çalışmıştır. Belki biz de öyle bir grup oluruz. Yani Bulu’suzluk Özlemi yaşar, ta ki “Bulu’suz günler”e kadar. Ondan sonra bir festivalle taçlandırırız direnişi ama isimler değişebilir.
Tolga Sütlü: Ben zaten aslında en başından beri o olsun istiyorum. Benim aklımdaki Bulu’suzluk Özlemi öyle bir şey. Yakın zamanda birkaç başka hocamızdan da, “Ben şu şarkıyı çok seviyorum, ben gelsem bir şarkılık, bunu söylesem, solist olsam, siz çalsanız…” teklifleri geldi. Öyle projeler de olabilir, enstrümanların birkaçı da değişebilir. Bir şarkıda bağlama ihtiyacı olur, gelir bir hocamız katılır. Bunlar mümkün.
Özcan Vardar: Radyo Boğaziçi’nden “onur ödülü” aldık. 30 Mayıs’ta, az önce bahsettiğimiz etkinlikte, Alaz solo bir performans da sergilemişti (kendi yaptığı bir besteyi); adı da Bulu’suzluk Özlemi. Blues formunda bir parça. Biz de onu grupça çaldık Radyo Boğaziçi’nin ödüllerinde. Yaklaşık 1 ay önce. Sanırım grupla da bir araya geldiğimiz son şey o oldu. Orada çaldık, videosu çekildi, yayımlanacak. Ek olarak, “El Pueblo Unido”yu kaydettiğimiz gün aslında “Estarabim”i de kaydetmiştik. Ancak bunu nasıl daha iyi yaparız, diye düşündük. Bir de biz yarın öbür gün bir şey olursa, uzaktan da olsa çok hızlı kurulduğumuz gibi gelişmelere göre bir şey de yapabiliriz. O yüzden her an her türlü sürpriz olabilir.
Tolga Sütlü: Uzaktan ayrı ayrı kaydedip birleştirip yapsak ne kadar iyi olur? “El Pueblo Unido”da biraz öyle yaptık ama ayrı ayrı çalıp sonradan bir araya getirme işinden çok da memnun kalmadık. O yüzden yaz biraz sessiz geçebilir. Ama mesela alternatif mezuniyet konuşuluyor. Oraya bir şey neden olmasın? Soran da oldu öğrencilerden. Olursa öyle bir alternatif mezuniyet, orası için bir istek gelecek, onu bir düşünmeye başlayalım şimdiden.
Her direnişi bir şarkıyla anmak mümkün. Örneğin 2011 yılındaki Starbucks İşgali döneminde gerçekleşen bir öğrenci tutuklamasına dair protestolar “Uyu Deme” ile özdeşleşmişti, Boğaziçi Üniversitesi’ne 2016 yılındaki kayyum atanmasında Boğaziçili Müzisyenler’in “Buradayız” uyarlamaları oldukça yaygınlaşmıştı. Sizce bu direnişin şarkısı ne oldu? Umarız kısa bir süre içinde, kayyumlar kovulduktan sonra dönüp düşündüğümüzde aklımıza hangi şarkı gelecek?
Taylan Acar: “For Whom The Bell Tolls” gelecek benim aklıma. Belki onu çalarız bir gün. Lisede çalmıştık o şarkıyı. Çalması çok kolay bir şarkıdır, sıkıcıdır da hep aynı riff‘te[10] gider. O ilk günlerden kalma, “For Whom The Bell Tolls” olabilir.
Tolga Sütlü: Genel olarak Melih Bulu’nun lafından dolayı Metallica diyebiliriz.
Taylan Acar: Evet. “Master of Puppets”ı da ben çalıp Instagram’a yüklemiştim mesela adam o lâfı ettikten sonra. Benim kişisel olarak anacağım bir şey olur. 1 Mayıs kaydı hocalar arasında çok etki bıraktı. Onlar arasında da anılan bir şarkı “1 Mayıs Marşı” diyebilirim. Umarım bir an önce buluşuruz ve çalmaya devam ederiz. Eylül’de görüşmek üzere, diyorum ben buradan sevgili dostlarıma. Bir araya gelip çalışabiliriz umarım.
Tuna Kuyucu: The Beatles’ın “Get Back” parçası birkaç kere gündeme geldi, çalmadık. O benim ciddi bir şekilde bu direnişle, bu olayla özdeşleştireceğim bir şey olur. “Get back to where you once belong” (Bir zamanlar ait olduğun yere dön) sözleri Melih Bulu’ya. Onun sözlerini de birkaç kere kendi aramızda değiştirmeye çalıştık, “Bulu was a bilmem ne” falan diye gidiyor. Öyle bir şey yaparsak çok eğlenceli olur.
Tolga Sütlü: Bence “Kayyumşah”. Hatırlanır yani, isim de enteresan. İçindeki mesaj da güzel, görüntüleri eğlenceli. Alaz’ın yaptığı “Bulu’suzluk Özlemi” de belki gündeme gelebilir, o da sembolleşebilecek kapasitede bir şarkı. Biraz yavaş olduğu için belki o kadar rağbet görmeyebilir, diye düşünüyorum ama hakikaten güzel bir şarkı. Ama dönüp baktığımızda ilerde “Kayyumşah”ı hatırlarız gibi geliyor bana. Ben grupta tutuyorum kendimi, her şey değişir bu grubun davulcusu değişmez. 😁 Yanına bir iki bir şey eklenir, ben perküsyona geçerim, devam ederim. Zaten çok da vurmalılara hevesli kimse yok piyasada.
Özcan Vardar: Direniş hangi parçayla hatırlanır sorusu hakkında aslında çok farklı şeyler var. Sanırım Alaz’ın parçası çok sevilmiş. Alaz performans yaptığı zaman bizim hocalar arasında bayağı bir insanın sevdiğini ve mesajlar attığını hatırlıyorum.
Feyzi Erçin: Bana da Tolga ve Taylan gibi, artık kaçınılmaz bir şekilde Metallica olacak; Metallica içinde bir tane seçeceksek de “Master of Puppets” olacak gibi geliyor. Son söz olarak da bu grubun özgürlükçü, paylaşımcı ve birbirine izin verici hâli herkese ilham versin, diyorum. Çünkü kurulduğu günden beri herkesin istediğini rahatça yaptığı ve kimsenin kimseye gönül koymadığı, sadece birlikte müzik konuştuğumuz yazıştığımız bir grup. Zaten hep bir araya geldiğimizde yüzler gülüyor şu anda olduğu gibi. O yüzden son söz olarak bunu söyleyip fotoğraf çekebiliriz hazır gülümserken.
Söyleşi için çok teşekkür ederiz.
[1] “Boğaziçi Üniversitesi Direnişi ve Direnişin Müzikli Sahnesi” adlı yazımıza bu linkten ulaşabilirsiniz.
[2] Bu söyleşi 12 Temmuz 2021 tarihinde yapılmıştır.
[3] 1 Ocak 2021 tarihli bir Cumhurbaşkanlığı Atama Kararı ile Boğaziçi Üniversitesi’ne rektör olarak atanan kayyum Melih Bulu, söyleşiyi yayıma hazırladığımız süreçte, 14 Temmuz 2021 tarihli bir Cumhurbaşkanlığı Atama Kararı ile görevden alındı. 15 Temmuz 2021 tarihinde Boğaziçi Üniversitesi Rektörlüğü’ne vekaleten Naci İnci atandı. Konu hakkında Artizan-BÜ Direnişi Mezun Çalışma Grubu tarafından yazılan “Boğaziçi Direnişinde Yeni Aşama” isimli yazıyı okuyabilirsiniz.
[4] Fotoğraflar: Can Candan (Creative Commons BY 4.0 Licensed), Ahmet Efe Ekici. Görsel materyalleri söyleşide kullanılmak üzere bizimle paylaştıkları için Can Candan’a, Ahmet Efe Ekici’ye ve Özcan Vardar’a çok teşekkür ederiz.
[5] Özcan Vardar Boğaziçi Üniversitesi’ne öğrencilik yıllarından itibaren video prodüksiyonlarla katkı sundu. Mesela,, dönemin seçilmiş rektörü Ayşe Soysal’ın ricası üzerine üniversitenin bir tanıtım filmini, 2010’da Fen Edebiyat Fakültesi’nin 50. yılı dolayısıyla kapsamlı bir sözlü tarih belgeselini ve 2012’de Mühendislik Fakültesi’nin 100. yıldönümü için benzer bir çalışmayı yapmıştır. Kurumsal İletişim Ofisi’nin video ihtiyaçlarının birçoğunu, mezuniyet törenleri ve fahri doktora törenleri gibi etkinliklerde gösterilen videoları hazırlamıştır.
[6] Boğaziçi Üniversitesi’nde Batı Dilleri ve Edebiyatları bölümü altında açılan sinema, müzik, çağdaş sanat gibi alanlarda verilen derslerin kodu.
[7] Genellikle popüler gruplara ya da müzisyenlere ait çok dinlenen şarkıları bazen orjinal hâline sadık kalarak bazen de yeniden yorumlayarak çalan gruplar cover band olarak adlandırılır. Yeniden yapılan bu icralar cover şarkılar olarak bilinir.
[8] Cover bandlerden farklı olarak, yalnızca tek bir müzik grubunun şarkılarını coverlayan gruplar tribute band olarak anılırlar. Yalnızca şarkılarla değil görüntüleri ile de taklit ettikleri gruplara benzer nitelikler taşıyan tribute bandleri popüler gruplarla kurulan sıkı hayranlık ilişkisinin bir sonucu olarak değerlendirilebilir.
[9]Blues Brothers (1980), yönetmen: John Landis
[10] Riff, müzikte tekrarlanan ritim, akor döngüsü ya da melodilerdir.