DEM Parti’nin İstanbul’da uyguladığı seçim stratejisinin çözülmesi hayli zor bir bulmacaya benzediği, açık bir politik çizgiden yoksun olduğu rahatlıkla söylenebilir.
Öncelikle kafa karıştırıcı olan şu olgu var: DEM Parti İstanbul’da 22 ilçede[1] aday çıkarmama, ilçelerin belediye meclisi üyelikleri için CHP listesinden seçime girme kararı aldı. Bunun yaygın şekilde bilinen bir olgu olmaması DEM Parti’nin bilinçli bir tercihiydi. Kamuoyunda daha ziyade Esenyurt’ta gerçekleşen “kent uzlaşısı” gündeme geldi. İkinci kafa karıştırıcı olgu ise 39 ilçesi olan İstanbul’da yerellerin büyük kısmında CHP’nin desteklenmesine karşın DEM Parti’nin Büyük Şehir Belediye Başkanlığı seçimlerine kendi adaylarıyla katılması oldu. Kafa karışıklığına yol açan olgular burada da bitmedi. DEM Parti, Büyükşehir’de kendi adaylarıyla seçime girse de açık bir politik söylem geliştirmekten kaçındı ve Meral Danış Beştaş gibi parti tabanında fazla heyecan yaratmayan nispeten “düşük profilli” bir adayı öne çıkardı.
Bu seçim stratejisini anlamlı bir şekilde çözümlemenin ve geleceğe dönük sonuçlarını tartışmanın önemli olduğunu düşünüyorum.
Bir siyaset mühendisliği: seçmenleri seçeneksiz bırakma
Hatırlanacağı gibi, HDP Mart 2019 yerel seçimlerinde çok sayıda büyükşehirde AKP-MHP iktidarına “kaybettirme” mottosuyla karşılıksız ve koşulsuz olarak CHP adaylarını desteklemiş, DEM Parti’nin önceli olan Yeşil Sol Parti de Mayıs 2023 Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde aynı politikayı sürdürerek Millet İttifakı’nın adayı Kemal Kılıçdaroğlu’na oy verilmesini istemişti. Genel seçimlerden sonra izlenen bu politika parti tabanında yaygın şekilde eleştirildi. DEM Parti’nin yerel seçimlere kendi adaylarıyla girmesi ve “3. yol” olarak tanımlanan, partinin kendini iktidar ve ana-akım muhalefetten ayrıştıran, Kürtlerin temel taleplerini öne çıkaran net bir politik kimlik ve söylem benimsemesi istendi.
DEM Parti ile parti tabanı arasında genel seçimlerden sonra yaşanan eleştiri ve “özeleştiri” süreçlerine karşın, İstanbul yerel seçimleri özeline “3. yol” söyleminin öne çıktığını söylemek zor. Örneğin, parti tabanında büyük tepkiye yol açan, 2019 seçimlerinde CHP’nin İstanbul dahil birçok büyükşehirde Kürt halkının desteğiyle belediye başkanlıklarını kazanmasına karşın Kürt sorunun barışçıl çözümü konusunda hiçbir adım atmamasında, üstelik Cumhurbaşkanlığı seçimlerinin ikinci turundan önce Kılıçdaroğlu’nun Ümit Özdağ ile devletin kırmızı çizgilerine uygun bir protokol imzalamasında somutlaşan CHP politikası ciddi bir eleştiri konusu yapılmadı. DEM Parti ve büyükşehir adayları tabana dönük, Kürtlerin temel taleplerinin karşılanmasında en büyük Kürt metropolü olan İstanbul’da alınacak oy oranın önemini vurgulayan bir seferberlik çağrısı da yapmadı. Her ne kadar “3. yol” iddiası dillerden düşmese de kendini ana-akım muhalefetten ayrıştıran, Türkiye’nin ve İstanbul’un temel sorunlarına dönük alternatif çözümler içeren bir program veya öneriler bütünü kamuoyuna yansımadı.
Aslında bu olguları art arda dizdiğimizde, DEM Parti merkezinin İstanbul’da Kürt seçmen tabanı üzerinde bir tür siyasi mühendislik yapmaya çalıştığını söyleyebiliriz. Bir yandan, CHP’nin Kürt sorununa ilişkin devletçi tutumunun üzerine gidilmeyerek ve düşük profilli bir aday ve kampanyayla yetinilerek CHP ve Ekrem İmamoğlu’na rahatlatıcı bir alan bırakılmış olundu. Diğer yandan, DEM Parti büyükşehir için kendi adaylarını çıkartarak genel seçimlerden sonra halk tabanından gelen yoğun tepkileri dikkate almış göründü.
Gelgelelim bu siyasi mühendislik, güçlü bir temsiliyet örgütlemekten kaçınıldığı ölçüde, DEM Parti seçmeninin seçeneksiz bırakılmasıyla sonuçlandı. Daha politik bir ifadeyle söylersek, nasıl Türkiye genelinde toplum CHP (ve sözüm ona diğer “muhalefet partileri”) ile Erdoğan/AKP ikilemine sıkıştırıldıysa ve bu ikilem faşizan diktatörlüğün varlığını sürdürmesinin temel koşullarından biri haline geldiyse, İstanbul yerel seçimlerinde de Kürt seçmenler aynı ikilemle baş başa bırakılmış oldu.
Bu durumda, DEM Parti tabanının önemli bir kısmının parti adayları yerine E. İmamoğlu’na oy vermesinin şaşırtıcı olacağını sanmıyorum. Hatta CHP ve İmamoğlu’nu utangaç şekilde destekleyerek örgütlenen “seçmeni alternatifsiz bırakma” politikası dikkate alındığında, makul bir seçmen davranışı olacağı da söylenebilir. Tahmin ettiğim gibi DEM Parti büyükşehir seçimlerinde ciddi bir oy kaybı yaşarsa, bunu yerel seçimlerin “özgünlüğüyle” açıklamak yerine, Kürt siyasi hareketinin uzun bir dönemdir benimsediği politik çizgiyle izah etmenin daha doğru olacağını düşünüyorum. Parti merkezinin yıllardır uyguladığı bu politika, muhalefeti AKP/Erdoğan karşıtlığına, bir sistem ve kurumsallaşma olan faşizmi de AKP-MHP iktidarına indirgediği ölçüde CHP’nin söylemiyle yakınlaştı ve kendi özgün kimliğini silikleştirmiş oldu. Sonuç olarak “AKP/Erdoğan yerine İmamoğlu kazansın” tercihinin yolu zaten yıllardır döşenmişti.[2]
“Kent Uzlaşısı”: tabanı yabancılaştırma
Yukarıda değindiğim gibi, DEM Parti İstanbul’un 22 ilçesinde, üzerinde uzlaşılan adayları CHP’nin belediye meclisi listelerine yerleştirerek CHP’nin tüzel kişiliği altında seçimlere girme kararı aldı. Kendi adayları ve politik çizgisiyle bu ilçelerde seçimlere girmek varken neden bu yola başvuruldu? Anlamlı bir yanıt, çok dilli ve yerellerde kurulacak semt meclislerine dayalı bir belediyecilik anlayışıyla CHP’yle bir protokol yapılması olabilirdi. Böyle bir protokolün olmadığını biliyoruz. Bir diğer anlamlı yanıt, Kürt sorunun barışçıl çözümü ve demokratikleşme adımları konusunda CHP’den belirli taahhütlerin alınması olabilirdi. Bu çerçevede bir protokol olmadığını da biliyoruz. DEM Parti merkezinin, son ana kadar CHP ile anlaşıldığından haberi olmayan ilçe yönetimleri ve tabana söylediği gerekçe şu oldu: DEM Parti 22 ilçede CHP’yi destekleyecek; bunun karşılığında CHP’nin listesinden belediye meclislerine seçilen DEM partililer seçimlerden sonra CHP’den istifa edip kendi partilerine geçecek; ilçe belediye meclislerinde ve Büyükşehir Belediye Meclisi’nde kendi gruplarını oluşturacaklar. Böylece DEM Parti belediyecilik anlayışını hayata geçirmek için kendine bir “alan” yaratmış olacak.
Ben bu planın uygulama şansının çok düşük olduğunu, hatta önemli ölçüde tabanı tatmin etmek amacıyla ortaya atıldığını düşünüyorum. CHP ve İmamoğlu’nun, DEM partililerin CHP listelerinden seçime girip ardından kendi partilerine geçerek belediye yönetimlerinde söz sahibi olmasına onay verdiğini pek sanmıyorum. Devletin bu girişimi kriminalize edeceği, CHP’yi DEM partilileri belediye yönetimlerine taşımakla suçlayacağı çok açık. Nitekim Erdoğan bir seçim konuşmasında CHP’nin DEM Parti ile gizli bir ittifaka girdiğine, pek çok yerde belediye bürokrasisi pazarlığı yapıldığına dikkat çekti ve “yargının bu durumu takip ettiğini” söyledi. İmamoğlu ve CHP kesinlikle böyle risk almak istememiştir. DEM Parti’ye yakın kişilerin CHP listelerinden seçilerek belediyelerde çeşitli konumlara gelmesi daha muhtemel görülüyor. CHP belediyelerinde “müdürlük” benzeri konumlar elde etmenin Kürt halkının temel taleplerine ve alternatif bir belediyeciliğe nasıl bir katkı sağlayacağını ise meçhul.
Burada üzerinde durulması gereken asıl mesele şu: Genel seçimlerden sonraki tartışmalarda taban partinin kendi adaylarıyla seçimlere girmesi konusunda ısrarcı olmuştu. Bu nedenle, Kürtlerin kimlik taleplerine nasıl bir katkı sağlayacağı fazlasıyla muğlak bir “kent uzlaşısı” çerçevesinde CHP ile anlaşılması, büyük olasılıkla, seçmenlerin gözünde kendilerine rağmen dayatılmış bir politika olarak şekilleniyor. DEM Parti tabanının bu politikayı anlamakta güçlük çektiğini, kendi tercihlerinin bir kez daha dikkate alınmadığı düşündüğünü, bir kez daha CHP’yle ittifaka girilmesini içine sindiremediğini tahmin etmek zor değil. Parti çevrelerinde paylaşılan izlenimler de bunu doğruluyor. Dikkate değer bir seçmen tabanının bu yüzden sandığa gitmeyeceği de dile getiriliyor.
Durum böyleyse ciddi bir sorunla karşı karşıyayız demektir: Bu sorun, seçim politikasının, parti örgütleri ve seçmen tabanıyla demokratik bir tartışma içine girmeden, parti merkezi tarafından tek yönlü olarak belirlenmesi, ardından da “kent uzlaşısı” gibi manipülatif kavramlarla toplumun ikna edilmeye çalışılması olarak kendini gösteriyor. Bu tutumun, tabanın partiden daha da fazla uzaklaşmasına yol açacağı konuyla ilgili çevreler için sır değil. En büyük Kürt metropolü olan İstanbul’da ilçe yönetimlerine yeterli gönüllü bulunamıyorsa, partileri için emek vermiş, ciddi risklere girmiş tabandaki insanlar parti çalışmalarına dahil olmuyor ve kendini geri çekiyorsa, sorunun parti kadroları üzerindeki yoğun devlet baskısının yanı sıra, hatta bundan daha fazla partiye egemen olan siyaset sınıfının kendi politikalarını tabana dayatmasından kaynaklandığını söylemek daha doğru olur.
CHP’yi destekleme politikası: politik sıkışmanın bir ifadesi
Uzunca bir süredir HDP, Yeşil Sol Parti ve DEM Parti’nin doğrudan veya dolaylı olarak CHP’yi destekleme politikasının arkasında hangi motivasyonların yattığını kendime soruyorum. Sorunun anlamlı bir şekilde yanıtlanmasında son günlerdeki “barış sürecinin tekrar başlaması çağrılarının” aydınlatıcı olabileceği kanaatindeyim. Örneğin, DEM Parti Eşbaşkanı Tülay Hatimoğulları 15 Mart’ta “Dolmabahçe Mutabakatı dönemine dönülmelidir” dedi; iktidara ve devlete Kürt sorununun barışçıl çözümü için diyalog başlatalım” çağrısı yaptı. Diyarbakır eski Büyükşehir Belediye Eşbaşkanı Selçuk Mızraklı ve Selahattin Demirtaş da Diyarbakır’da düzenlenen bir barış konferansına gönderdikleri mesajda, bir tarafında hükümetin temsilcisi olarak “Sayın Erdoğan’ın”, diğer tarafında ise Öcalan’ın olacağı bir barış masası kurulmasını gerektiğini ifade ettiler.
Kürt siyasi hareketinin, (partinin çağrısıyla harekete geçme anlamında) aktif kitle desteğinin büyük ölçüde azaldığı bir dönemde, parti kadroları üzerindeki baskılar devam eder ve Erdoğan “teröristan” kurulacağı gerekçesiyle Kuzey Irak ve Rojava’ya dönük güvenlikli bölge planlarını açıklarken bu çağrıların gerçekçi bir temelden yoksun olduğu açık.
Yerel seçim takvimi işlerken DEM Parti, AKP’li yetkililerle görüşmüş, Öcalan üzerindeki tecridin kaldırılmasından belediyelere kayyum atanmamasına kadar bir dizi talepte bulunmuştu. Talepler reddedilince bu kez İstanbul’da (ve Mersin gibi başka bazı yerlerde) CHP ile ittifak yapılmasında karar kılındı ve AKP’nin İstanbul’u kazanmasını engelleme politikası benimsendi.
Görüldüğü kadarıyla DEM Parti seçim sonuçları açısından kendisini “kilit parti” olarak konumlandırıyor; bu “avantajını” kullanarak gerek barış süreci çağrılarıyla gerekse İstanbul gibi çok önemli bir yerde AKP iktidarını zayıflatma politikasıyla sistemin başlıca aktörleriyle pazarlığa giriyor veya girmeye çalışıyor. Elbette amaç, 7 Haziran 2015 seçimleri öncesindeki gibi yasal politik faaliyetlerin daha rahat yürütülebildiği koşullara yeniden kavuşmak.
Oysa 7 Haziran 2015’ten bu yana devletin Kürt siyasi hareketini kriminalize ederek, yoğun baskılarla dar bir alana sıkıştırma ve “çökertme” konseptini devreye soktuğu gayet iyi biliniyor. Bu durumda parti merkezi açısından iki alternatifin belirdiğini söylemek mümkün: Birinci seçenek, tabanla parti arasında fazlasıyla zayıflayan bağları onarmak ve halkın yeniden, aktif şekilde parti çalışmalarına katılımını sağlamak. Fakat görebildiğim kadarıyla bunun için birkaç koşulun yerine gelmesi gerekiyor: Birincisi, parti tabanında oluşan güven krizini gidermek için izlenen politikaları, seçimlerde aday belirleme yöntemlerini ve daha başka birçok konuyu içeren, “mış gibi” olmayan, sahici bir özeleştiri süreci. İkincisi, yeni koşullara uygun, “yasalcılığı” aşan, halk tabanında meşru örgütlenme yöntemlerinin benimsenmesi. Bilindiği gibi “yasalcılık”, önemli kazanımlar elde etmek için yasal olanaklardan faydalanmaktan farklı olarak, günümüzde işlevi iyice daraltılmış olan meclis gibi kurumlara merkezi bir önem atfedilmesi, örneğin seçimlere ve sonuçlarına indirgenmiş bir siyaset tarzının benimsenmesi anlamına geliyor. Ancak bunların olabilmesi için öncelikle iç işleyişin demokratikleştirilmesi/katılımcı hale getirilmesi; parti tabanına inisiyatif sahibi olmadan yüksek siyasetin emrinde hareket edecek pasif özneler olarak bakmaktan vazgeçilmesi gerekiyor. Bu birinci seçenek, zahmetli ve ancak uzun vadede sonuç alınabilecek bir yol. Üstelik, giderek bir seçim partisine dönüşmenin yol açtığı yüksek siyaset zihniyeti ve kadrolarıyla da bağdaşması oldukça zor.
Bu durumda geriye ikinci ve biraz da kaçınılmaz bir seçenek olarak şu kalıyor: Sistemin ana aktörleri ana muhalefet ile iktidara “kilit parti” olmanın sağladığını varsayılan “kozları” göstererek -ki burada masaya sürülen koz, söz hakkı tanınmayan tabanın desteği oluyor- kendine alan açmak, sistem içinde belirli bir meşruiyet sağlamak ve politik koşulları yumuşatmak. Kötü haber şu ki, yasal Kürt siyasi hareketi bu gidişle “kilit parti” olma, yani Türkiye’nin üçüncü büyük partisi olma konumunu yitirebilir. Önümüzdeki yerel seçim sonuçlarında bunu görebiliriz. Bir başka ifadeyle, parti tabanını bir irade olarak kabul etmeksizin oy oranından ibaret görüp masaya sürmek, dimyata pirince giderken evdeki bulgurdan olma sonucunu doğurabilir.
Yine de geniş kitlelerin, özellikle Kürtler gibi politik bilinci yüksek bir halkın nasıl davranacağını öngörebilmek kolay değil. Yerel seçimlerde DEM Parti’nin beklenenin epeyce altında oy alması, olumlu bir sonuca yol açıp politika değişikliklerini mecbur kılacak bir sarsıntı da yaratabilir. Bunu bekleyip göreceğiz. Geniş halk kitleleri söz konusu olduğunda, tabanda yüksek siyasetin öngörmediği tepkiler ve inisiyatiflerin ortaya çıkması her zaman mümkündür.
[1] Bu ilçeler şunlar: Ataşehir, Avcılar, Bağcılar, Bahçelievler, Bayrampaşa, Beyoğlu, Çatalca, Çekmeköy, Esenyurt, Eyüpsultan, Fatih, Kartal, Maltepe, Pendik, Sancaktepe, Sarıyer, Silivri, Şile, Şişli, Tuzla, Üsküdar, Zeytinburnu. Bu ilçelerin önemli bir kısmının tek başına CHP tarafından kazanılmasının kesin olmadığı ya da zor olduğu, DEM Parti’nin desteğinin fark yaratabileceği görülüyor.
[2] Bu politikanın parti kimliğini likide edici etkisini son yıllardaki genel seçim sonuçlarından da izlemek mümkün: DEM Parti’nin önceli olan HDP, 7 Haziran 2015 genel seçimlerinde İstanbul’da yüzde 12,6; çok baskıcı koşullarda yapılan Kasım 2015’teki genel seçimlerde ise yüzde 12,7 oy almıştı. CHP’yi destekleme politikasının ardından Mayıs 2023 genel seçimlerinde İstanbul’da oyu yüzde 8,3’e düştü.