12 Eylül 1980 darbesinin müesses hale getirmek istediği Türk-İslamcı rejimin 28 Mayıs 2023 itibari ile başarıya ulaştığını söylemek yanlış olmaz. Bu durum kolayca gerçekleşmedi elbette. Türkçü kanat, İslamcı siyaseti bir figüran olarak yanında tutmaya gayret ettiyse de bunu başaramadı. 1980 yılından itibaren muhafazakâr toplum idealini benimseyen devlet, İslamcı partilerin ve tarikat yapılarının güçlenerek iktidar ortağı haline gelmesini engelleyemedi. 2002 yılından itibaren İslamcılar iktidarı ele geçirerek Türk siyasetinin başat aktörlerinden bir olduğunu gösterdi. Türkçü kanat buna direnmeye çalışsa da başarılı olamadı. Ancak AKP- Gülen Cemaati ortaklığı şeklinde kurulan İslamcı iktidar bir iç çatışma yaşayınca durumlar değişti. 2015 yılıyla birlikte Türkçü kanat ve AKP anlaşarak devleti arzu ettikleri gibi şekillendirmeye başladılar. Başkanlık referandumu bu konuda atılmış önemli adımlardan biriydi. Çok ciddi yolsuzluklarla kabul edilen başkanlık sistemiyle, Türk-İslamcı devlet en büyük kazanımlarından birini elde etmiş oldu. 28 Mayıs 2023 itibarı ile de Türk- İslamcı devletin artık müesses nizam haline geldiği ilan edildi.
Türk- İslamcı ideoloji, devlet açısından kullanım değeri olan pek çok avantajı ve imkânı barındırıyor. Bu rejim 1980 yılından itibaren oluşturulmaya çalışılan Türkçü muhafazakâr toplumu kontrol etmek için çok işlevsel bir role sahip. Bunun yanında İslamcılık politikası sayesinde, Kürtlerin de en azından üçte birini kontrol etme avantajını da kullanabiliyor. Tüm bunların yanında, bu yapıyı destekleyen kitleyi konsolide etme becerisine sahip bir lider de bulunca işler çok daha kolay hale geliyor. Dolaysıyla Türk-İslamcı müesses nizamın, liderini kaybetme riskini göze alamayacağını rahatlıkla söyleyebiliriz.
2023 seçimlerine doğru giderken, Türk-İslamcı devletin liderini kaybetme riski ortaya çıkmıştı. Bir taraftan önlenemeyen ekonomik daralma ve çöküş, diğer taraftan deprem sonrası ortaya çıkan durum ve yolsuzluklar, seçimlerin Erdoğan’ın aleyhine sonuçlanma ihtimalini güçlendirmişti. Ancak müesses Türk-İslamcı devlet yapısı bunu göze alamazdı. Dolayısıyla da seçimlere giderken, tüm gücü ve imkanlarıyla Erdoğan’ın seçilmesi için elinden gelen her şeyi yaptı. Devletin tüm imkanları ve elbette ele geçirilmiş medya, Erdoğan’ın seçilmesi için seferber oldu. Legal, illegal tüm yöntemler denendi ve sonunda Erdoğan yeniden başkan seçildi. Buna rağmen, altmış dört milyon seçmenin sadece yüzde kırk beşinin onayı alınabildi. Toplumun en azından yarısı bu rejimi desteklemediğini ortaya koydu. Alevi ve Kürt bir aday, tüm saldırılara, terör suçlamalarına ve montaj videolara rağmen toplumun neredeyse yarısının oyunu almayı başardı. Türkiye’nin demokratik bir dönüşüm geçirmesi için bu oran küçümsenemez. Burada asıl sorun muhalefet olarak gördüğümüz altılı masanın tavrı ve bu kitleyi ayakta tutup büyütecek bir yapısının olup olmadığıdır.
Altılı masa olarak adlandırılan yapının, CHP dışında tutulsa bile, geri kalan tüm bileşenlerinin Türk- İslamcı ideolojinin şu ya da bu şekilde bileşenlerinden olduğu söylenebilir. Kaldı ki CHP’yi de Türkçü ideolojinin tümüyle dışında görmek mümkün değil. Her şeyden önce CHP, hala kendisini bir devlet partisi olarak görme eğilimindedir. Bu seçimlerde izlediği politikalar göz önünde bulundurulduğunda bunu rahatlıkla tespit edebiliriz. CHP, toplum tabanında örgütlenerek ve toplumsal muhalefeti arkasına alarak iktidara talip olmadı. Bunun yerine, Erdoğan’ın artık Türkiye’yi yönetemediği ve krize sürüklediği söylemi üzerinden hareket ederek, sağ da olsa bir restorasyona ihtiyaç duyulduğu söylemini geliştirdi. Bu söylem içinde ne Kürt meselesinin çözümü ne de sosyal devlet ilkesinin ayağa kaldırılacağı vurgusu vardı. Seçim sürecinde bu iki meseleden özenle uzak durulması bir tesadüf değil. Erdoğan’ın kullanım süresi dolmuştu ve artık müesses nizam CHP’nin önünü açmalıydı. Ama CHP müesses nizamı ikna etmeyi başaramadı. Çünkü Erdoğan hala Türkçü muhafazakâr kitleyi konsolide etme kapasitesine sahipti ve müesses nizamın Erdoğan’ı gözden çıkarması için bir neden yoktu. Ayrıca şunu belirtmek gerekir ki, müesses nizam koalisyonunda, sivil- asker bürokrasi ve burjuvazi kadar Erdoğan da etkili bir yer kaplıyor ve bu koalisyona liderlik yapıyor.
Burada seçim sürecinde Kemal Kılıçdaroğlu’nun desteklenmesinin yanlış olduğunu iddia etmiyorum. Bu doğru bir karardı. Kemal Kılıçdaroğlu seçilseydi, Türkiye’deki değişim ve dönüşüm isteğinin ve mücadelesinin gelişmesi için pek çok imkân ortaya çıkacaktı. Bu nedenle HDP dahil sol muhalefetin Kılıçdaroğlu’nu desteklemesinde bir sorun olmadığı kanısındayım. Ancak sorun şu; CHP ne kadar toplumsal muhalefeti arkasına almakta isteksizse HDP ve sol muhalefet de bu konuda bir o kadar etkisiz ve toplumdan uzaktı. Bunu açmak gerekirse, toplumun en yoksul bölgelerinde, işçiler, gençler, kadınlar arasında toplumsal çalışması olan ve buradan güçlü bir toplumsal muhalefeti arkasına alarak siyaset yapan kim var diye sormak zorundayız. Böyle olunca, müesses nizamın tüm kurallarını koyduğu ve bu kuralları istediği zaman, istediği gibi kendi lehine değiştirdiği bir oyunda seçime gidildi. Bu oyunu bozacak tek şey, güçlü toplumsal hareketleri büyütmek ve bu güçle cevap vermekti. Ancak bu olmadı ve devletin kurduğu oyunda, sonuç yine devletin istediği gibi oldu.
Seçim sonuçlarından bir umutsuzluk çıkarmak yerine bir ders çıkarmak gerekiyor. Çünkü umut etmek için pek çok neden hala ortada duruyor. Kılıçdaroğlu neredeyse toplumun yarısının oyunu almayı başardı. Toplumun çok büyük bir bölümü yoksul ve öyle görünüyor ki yoksullaşmaya devam edecek. Kürt seçmen açık bir şekilde değişimden ve demokrasiden yana olduğunu gösterdi. Seçime gitmeyen neredeyse on milyon insan var ve bu insanların en azından önemli bir kısmının rejimden memnun olmadığını söyleyebiliriz. Dolayısıyla umutlanmak için pek çok sebep var. Ancak kendisini muhalefet olarak gören yapıların toplumla buluşmanın yollarını bulması gerekiyor. Aksi halde bundan sonra da yapılacak seçimlerin sonuçları farklı olmayacaktır. Toplumsal muhalefeti örgütleyip arkasına alamayan tüm çabalar, devletin kurduğu seçim oyununda bozguna uğrayacaktır.
CHP özelinde böyle bir dönüşümü beklemediğimi söylemek durumundayım. CHP, müesses nizamın çok önemsediği ve bu nedenle de sürekli denetim altında tuttuğu bir yapı. Türkiye’de yaşayan ve neredeyse yüzde otuzu bulan seküler toplumu kontrol etme ve sistemin içinde tutma görevi CHP’ye verilmiş durumda. Şüphesiz ki burada, bir masaya oturulup el sıkışılarak planlanmış bir durumdan değil, CHP’ye açılan alan ve CHP’nin de bu alanın dışına çıkmama konusundaki istikrarından söz ediyorum. Şaibeli referandumdan sonra sokağa çıkmak isteyen insanları kimin evlerine döndürdüğünü hatırlarsak bu durumu daha iyi anlayabiliriz. Bu kitleyi mobilize ederek, toplumun geri kalanıyla buluşturan ve toplum tabanında örgütlenen bir CHP, zaten dönüşümün en büyük dinamiklerinden bir haline gelir. Ben, devletin ne olursa olsun, CHP’nin böylesi bir paradigma değişimine gitmesine izin vermeyeceğini ya da bu konuda elinden geleni yapacağını düşünüyorum. Bu nedenle Türkiye’nin, devletin kontrolü dışında, toplum tabanında örgütlenme amacı taşıyan bir sosyal demokrat partiye ihtiyacı olduğu çok açık. Bu gerçekleşebilir mi bilinmez. Ancak bugünden bakınca zayıf bir ihtimal olarak duruyor.
HDP’nin de benzer bir paradigma değişimine gitmesi zorunlu görünüyor. HDP, 2012 yılında çözüm sürecini yürütmek ve demokratik bir toplum için Türkiyelileşmek amaçlarını önüne koyarak kuruldu. Ancak köprünün altından çok su aktı. Bugünkü devlet 2012’deki devlet değil. Karşımızda müessesleşmiş bir Türk- İslam devleti var ve bu devlet varlığını büyük ölçüde Kürtlerle yürüttüğü savaşa borçlu. Dolayısıyla bu devletten yeni bir çözüm süreci başlatmasını beklemenin bir anlamı yok. Müesses nizam, uzun sürece yayılmış bir asimilasyon politikası ve Kürtlerin bir bölümünü İslam kardeşliği bağlamında sisteme entegre etme yolunda ilerliyor. Süleyman Soylu’nun da açıkça belirttiği gibi HÜDA-PAR hamlesi sıradan bir girişim değil, bir devlet politikasıdır. Devletin, Kürt- İslamcılığını, Türk-İslamcılığının yedeğine almak istediği ve asimilasyonun bir ayağının da bu şekilde kurulacağı çok açık görülüyor. Buna karşı koymanın tek yolu, öz-yönetime dayalı demokratik bir Kürt muhalefetini örgütlemektir. Demokratik Kürt muhalefeti, Türkiye’nin değişim ve dönüşüm dinamikleri açısından büyük bir öneme sahiptir.
Hannah Arendt’in şu vurgusunu dikkate almak gerekir. “Size Yahudi olarak saldırıldığında Yahudi olarak karşılık vermek zorundasınız”[1]. Hamit Bozarslan’ın yakın zamanda yaptığı bir söyleşide de açık bir şekilde ortaya koyduğu gibi size Kürt olduğunuz için saldırılıyorsa, buna ancak Kürt olarak karşı koyabilirsiniz. Bunu yapmanız, kültürel çoğulcu, demokratik bir Türkiye düşüncesinden vaz geçmeniz anlamına gelmez. Tam tersi, yukarıda da belirttiğim gibi, demokratik bir Kürt muhalefeti, Türkiye’nin kültürel çoğulcu demokratik bir toplum olma mücadelesi için önemli ve gereklidir. Burada özcü ve kabileci bir geri çekilmeden söz etmiyorum, asimilasyona karşı kültürel çoğulculuğu savunan bir hatta çekilmekten bahsediyorum. Asimilasyona direnmeden ve kimliklerinizi savunmadan kültürel çoğulcu bir toplum inşa edemezsiniz. Ankara’nın yüksek siyaset koridorlarında çözüm sürecini beklemenin hiçbir karşılığı yok. Toplumsal bir halk hareketi olarak ortaya çıkmış Kürt siyasetinin bunu hatırlaması, asimilasyon ve baskılara karşı Kürt toplumu içinde, öz-yönetime dayalı bir alanı oluşturmak için dönüşmesi gerekiyor.
Durumu daha somut ifade etmek gerekirse; bugün devletin uyguladığı dil-kırım politikalarına karşı HDP ne yapmaktadır ve ne yapmayı düşünmektedir? Ortalama bir HDP’li siyasetçiye sorduğumuzda, bunun aydınların ve bazı kurumların görevi olduğunu söyleyecektir. Oysa HDP’nin kitlesini kaybetmesinin temel nedenlerinden biri işte bu bakış açısıdır. HDP asimilasyona ve dil-kırım politikalarına karşı bir seferberliğin örgütleyici gücü olmalı ve tüm imkanlarıyla asimilasyona karşı mücadele etmelidir. Abdullah Öcalan’ın 2000’li yılların başında ısrarla belirttiği gibi demokratik aydınlanma çalışmaları Kürtler için hayati bir önem taşımaktadır. Kürt siyaseti bunu yapmadığı sürece ne asimilasyonun ne de oy kayıplarının önüne geçebilir. Oysa Kürt siyasi hareketi, demokratik aydınlanma çalışmalarını birkaç kuruma havale ederek likide etmiş ve Kürt halkını asimilasyonla baş başa bırakmıştır. Demokratik aydınlanma mücadelesi, kültürel çoğucu demokratik Türkiye idealinden uzaklaşmak bir yana tam da onu güçlendirecek ve geliştirecek bir yoldur.
Türkiye’deki sosyalist solun durumu ise aslında daha açık ve net bir şekilde önümüzde duruyor. Sosyalist sol, dönüşümün dinamiğinin işçi sınıfının örgütlü mücadelesi olduğunu düşünür. Ancak Türkiye’de örgütlü işçi muhalefeti belki de tarihinin en zayıf noktasında bulunuyor. Sosyalist sol eğer iddiasında kararlıysa yapacağı şey, işçi sınıfı içinde örgütlü bir mücadele geliştirebilmektir. Güçlü bir işçi muhalefeti, Türkiye’nin dönüşümünde çok önemli bir role sahip olacaktır. Kadıköy, Beşiktaş ya da Beyoğlu’ndan oy almakla işçi partisi olunmuyor. Sosyalist sol için temel soru, işçi sınıfını kimin temsil edeceği değil, kimin işçi sınıfı içinde örgütleneceğidir.
Sonuç olarak müessesleşmiş bir Türk-İslam devletiyle karşı karşıyayız. Bu devlet Türk-İslamcı ideoloji ve Kürt savaşı üzerinden kendi kitlesini konsolide ederek iktidarda kalmaya çalışacaktır. Bu süreçte giderek daha otoriter bir yapı kazanacağını da tahmin etmek zor değil. Ekonomik problemler bunu zorlaştırsa da krizin bu yapıyı dağıtacağı beklentisinin bir karşılığı bulunmuyor. Yapılacak şey, kendisini muhalif olarak adlandıran tüm yapıların, toplum tabanında örgütlenerek toplumsal muhalefeti büyütmesi ve bu güçle iktidarı dönüştürmeye çalışmasıdır. Hamit Bozarslan’ın yukarıda zikrettiğim söyleşisinde belirttiği gibi, Türkiye’deki muhalefetin 2030’ları hedefleyerek, toplum tabanından örgütlü bir demokrasi mücadelesi inşa etmesi gerekiyor. Buna örgütlü bir barış mücadelesini de eklemeliyiz. Bu elbette uzun soluklu ve zor bir mücadele olacaktır. Ancak ülkenin bu durumundan çıkması için başka bir yol görünmüyor. Bir ihtimal daha var ve o da ancak sabır ve emekle inşa edilebilir.
[1] Fatmagül Berktay, Dünyayı Bugünden Sevmek- Hannah Arendt’in Politika Anlayışı, Metis Yayınları, İstanbul 2012, s. 26.