Noam Chomsky, yeni kitabı, Kongre’deki darbe girişimi, 2020’deki çalkantılar ve Biden Yönetimi döneminde ilerleme ihtimalleri üzerine görüşlerini dile getiriyor. Söyleşinin orijinali için bkz., Boston Review, 8 Nisan 2021
Son zamanlarda Amerikan siyaseti salgından ve ırksal adalete dair başkaldırılardan 6 Ocak’ta Kongre’deki ayaklanmaya değin kesişen krizlerle çalkalandı. Yeni Biden Yönetimi döneminde ilerici siyaset için ihtimaller neler? Chomsky ve Alternative Radio programcısı David Barsamian arasında 15 Mart 2021’de Oro Vadisi, Arizona’da gerçekleşen radyo söyleşisinin bu düzenlenmiş versiyonunda, Noam Chomsky iklim, ırk, göç ve devrim üzerine görüşlerini dile getiriyor. 1986’da kurulan Alternetive Radio, ödüllü, haftada bir saat toplumsal konuları işleyen bir programdır. Kamusal radyo istasyonlarına ücretsiz olarak sunulmaktadır. Alternative Radio’nun arşivinde Chomsky’nin konuşmaları ve söyleşilerinin dünyadaki en kapsamlı derlemelerinden birini bulabilirsiniz.
David Barsamian: Yeni bir kitabınız çıktı: Arizona Üniversitesi’nden meslektaşınız Marv Waterstone ile birlikte yazdığınız Consequences of Capitalism: Manufacturing Discontent and Resistance [Kapitalizmin Sonuçları: Hoşnutsuzluğun ve Direnişin İmalatı]. Kitap, meslektaşınızla birlikte verdiğiniz “Siyaset Nedir?” adlı derse dayanıyor. Bize kitabınızdan söz eder misiniz?
Noam Chomsky: Kitap temelde son beş yıldır gerek öğrencilere gerekse topluma dönük olarak verdiğimiz derslerin genişletilmiş bir kaydı. Dersler çeşitli bölümlerden oluşuyor. Bir şeyi nasıl bir temele dayanarak bildiğiniz ve inandığınıza dair sorularla başlıyor. Gramsci’ye özgü hegemonik sağduyu nasıl dayatılıyor? Walter Lippmann’ın ifadesini ödünç alacak olursak, rıza nasıl imal ediliyor? Daha sonra daha spesifik alanlara geçiyoruz: İnsan türünün bekası açısından çok öncelikli olan militarizm ve nükleer savaş, çevresel yıkım gibi alanlardan başlıyoruz, ardından ABD iç politikasıyla ilgili çeşitli meseleleri ele alıyoruz: Direnişten toplumsal hareketlere, hareketler neler başarabilir, bu hareketleri denetim altına almak için nasıl çaba gösteriliyor? Haftada bir neler yaptıklarını, ne tür sorunlarla karşılaştıklarını, ortada ne tür fırsatlar oluğunu anlatan aktivist hareketlerden konuşmacılar çağırıyoruz. Her yıl bu dersleri güncelliyoruz. Çok canlı bir deneyim oluyor.
DB: Önsözde şöyle yazıyorsunuz: “İnsan türü hayatta kalacak mı? Örgütlenmiş insan yaşamı varlığını sürdürecek mi? Bu sorunlardan kaçılamaz. Kenarda oturup seyretmek mümkün değil.”
NC: Hoşunuza gitsin veya gitmesin bu bir gerçek. İnsan toplumu örgütlü bir şekilde varlığını sürdürecek mi, yoksa geri döndürülemez kritik eşiğe gelip topyekûn bir felâkete mi sürükleneceğiz, buna bu nesil karar verecek. Aynı soru nükleer silahlarla ilgili büyüyen tehdit için de geçerli: Hemen şimdi karar verilecek bir alternatif mevcut değil. Başka sorunlar da var. Çok fazla sayıda ve gereksiz şekilde yaşamlar feda edilerek pandemi bir şekilde kontrol altına alınacak, fakat sırada başkaları var. Hazırlıklı olmak adına gerek bilimsel çalışma gerekse toplumsal arka plan açısından kayda değer adımlar atmazsak sıradaki pandemiler daha ciddi olabilir. Ayrıca türlerin hayatta kalmasıyla ilgili başka belli başlı sorunlar olacak, sadece insan türünün değil. Başka türleri yok etmek üzere inanılmaz bir hızla yol alıyoruz; 65 milyon yıldır görülmemiş bir şey bu. Ve şimdi o zamankinden çok daha hızlı şekilde yok oluyorlar. Geçmiştekine beşinci yok oluş deniyor. Şimdi altıncı yok oluşu yaşamaktayız.
DB: Kitapta tartıştığınız konulardan biri, 18. yüzyıl Aydınlanma filozofu David Hume ile tanınmış 20. yüzyıl Marksist düşünür Antonio Gramsci arasındaki bağlantı. Nedir bu bağlantı?
NC: Hume büyük bir filozoftu. Yönetimin Başlıca İlkeleri Üzerine (1741) adlı önemli bir kitap yazmıştı; şimdi siyaset felsefesi veya siyaset bilimi dediğimiz alan üzerine klasik metinlerden biridir bu. Hume çalışmasını bir soruyla açar. İnsanların kendilerini güç sistemlerine nasıl bu kadar “kolaylıkla” tabi kıldıklarını görünce şaşırdığını söyler. Bu bir gizemdir, çünkü gerçekten güce sahip olanlar insanların kendileridir. O halde neden kendilerini efendilere tabi kılarlar? Hume yanıtın rıza olması gerektiğini söyler: Efendiler, şimdi bizim rızanın imalatı dediğimiz şeyi başarırlar. Halk kendini güç sistemlerine tabi kılması gerektiğine inandığı için efendiler tarafından hizada tutulur. Hume, ne kadar gaddar veya özgür olduğundan bağımsız olarak bu mucizenin bütün toplumlarda gerçekleştiğini ifade eder.
Hume, ilk demokratik devrimin ardından yazmıştı bunları. Bu, 18. yüzyılın ortasında gerçekleşen İngiliz Devrimi’ydi ve Britanya Anayasası dediğimiz sonuca yol açtı. Anayasa temelde kralın parlamentoya tabi olacağı anlamına geliyordu. O zamanlar parlamento esas itibarıyla tüccarlar ve imalatçılar demekti. Hume’un yakın dostu Adam Smith devrimin sonuçları üzerine yazdı. Meşhur Ulusların Zenginliği (1776) kitabında şimdi egemen durumdaki “tüccarlar ve imalatçıların” hakiki “insanlığın efendileri” olduğuna işaret etti. Güçlerini, hükümeti kontrol etmek ve Britanya halkı üzerindeki etkisi çok ağır da olsa kendi çıkarlarının gayet iyi kollanmasını sağlamak üzere kullanıyorlardı. Esas olarak Hindistan’daki Britanya egemenliğini kast ederek “Avrupalıların vahşi adaletsizliği” olarak adlandırdığı sisteme tabi olanlar üzerindeki etkisi daha da beterdi bunun.
Smith’in Ulusların Zenginliği’ni yayımlamasından bir yıl önce Amerikan Devrimi patlak verdi. Yaklaşık on yıl sonra, ilk demokratik başkaldırı sırasındakine çok benzer şekilde, Amerikan Anayasası oluşturuldu. Bu süreç, kral ile parlamento arasındaki bir çatışma olarak takdim edildi. Dediğim gibi, kralın parlamentoya, yani yükselen tüccar ve imalatçı sınıfına tabi olmasıyla sona erdi.
Ama hikâye burada bitmedi. Bir de ne kral ne de parlamento tarafından yönetilmek isteyen genel halk kitlesi vardı. Broşürlerin yayımlandığı canlı bir dönemdi bu. Gezgin işçiler ve vaizler halkın büyük kesimine ulaştılar. Broşürlerinde ve konuşmalarında, halkı ezmekten başka bir şey bilmeyen şövalyeler ve beyzadeler tarafından değil, halkın ihtiyaçlarını bilen kendi hemşehrileri tarafından yönetilme çağrısı yapıyorlardı. Herkes için sağlık hizmeti, eğitim ve daha birçok şey talep ediyorlardı. Hume ve Smith, her ikisi de Britanya’da tüccar ve imalatçıların zaferinden sonra yazdılar, fakat sadece kral hakkında değil genel halk kitlesi üzerine de yazdılar.
Michael Klarman’ın The Framers’ Coup (2016) adlı kitabında gösterdiği gibi bu talep Amerikan Anayasası’nda vücut buldu. Halk demokrasi istiyordu. Anayasa taslağını hazırlayanlar -bunlar zengin adamlardı ve yaklaşık yarısı köle sahibiydi- ilk demokratik devrimde kendini “en vasıflı” adamlar olarak tanımlayanlara çok benzer şekilde demokrasi tehdidini önlemek istediler. Aradan daha birkaç sene geçmişti ki James Madison, Smith’in daha önce fark ettiği durumun farkına vardı. 1791’de dostu Thomas Jefferson’a yazdığı mektupta tesis ettiğini ümit ettiği demokratik sistemin çöktüğünden şikayet etti; aslında tasarlanan sistem çok da demokrasi sayılmazdı, fakat bazı demokratik öğeler vardı denebilir. Madison, borsa tellallarının -günümüzdeki anlamı finansal kurumlardır- büyük bir güce kavuştuğundan şikayet ediyordu, öyle ki hükümetin “araçları ve tiranları” haline gelmişlerdi. Hükümet için çalışıyorlardı, ama kendi çıkarları için çalışarak hükümeti de kontrol ediyorlardı.
Aynı sorunların benzerleri bugün de varlığını koruyor. Gramscici versiyon, aynı ilkelerin modern terimlerle bir açıklamasını sunuyor. Pek çok benzer mesele gündeme geliyor. Dolayısıyla evet, bir bağlantı var.
DB: Biraz entelektüellerin rolü üzerine konuşalım mı -Gramsci’nin terimleriyle hem “organik” hem de “geleneksel” entelektüellerin rolü üzerine? “Geleneksel” aydınlar bazen gücün kâtipleri gibi görülüp küçümseniyor. Bir de “sorumlu entelektüeller” fikri var. Gramsci onları “meşrulaştırma işinin uzmanları” olarak tanımlamıştı. Ve tabii bir de Henry Kissenger’ın, tanımın genişletilmesine yaptığı katkı var.
NC: “Sorumlu entelektüeller” düşüncesi, modern demokrasinin başlıca liberal kuramcıları tarafından ortaya atılmıştır. Örneğin, (bazen modern gazeteciliğin babası olarak tanımlanan) Walter Lippmann, (modern siyaset biliminin kurucularından) Harold Lasswell, (halkla ilişkiler sektörünün kurucularından biri olan) Edward Bernays, (liberal müesses nizamın ilahiyatçısı kabul edilen, çokça saygı gören) Niebuhr gibi kuramcılardı bunlar. Hepsi demokrasinin nasıl işlemesi gerektiği konusunda metinler yazdı. Sorumlu insanların -ki bunlar eğitimli entelektüeller oluyor- gücü muhafaza etmesi gerektiğini söylediler. Onlara göre genel halk kitlesi cahil ve aptaldı; kendi işlerini yönetmelerine izin verilemezdi. Halk, Niebuhr’un ifadesiyle, “gerekli yanılsamalar” ve “duygusal açıdan belli bir güce sahip, aşırı basitleştirmelerle” denetim altında tutulmalıydı. Lippmann’ın dediği gibi, halktan insanların bir yeri vardı. “Katılımcı” değil “izleyiciydiler”, ama bir rolleri de yok değildi. Her dört yılda bir ortaya çıkıp kendilerine önderlik edecek sorumlu adamlardan birini seçmek için bir kola basmaları ve sonra da işlerine dönüp canımızı sıkmamaları gerektiği varsayılıyordu. Sorumlu adamların, “yolunu şaşırmış sürünün gürültü patırtısından” azade olması lazımdı. Lasswell’in belirttiği üzere, halkın denetimi ele geçirip kendi çıkarları için çalışabileceği türden “demokratik dogmatizmlere” yenik düşmemeliydik. Hatırlayacağınız üzere, Kennedy yıllarında teknokratik ve politika yönelimli seçkinler önünde eğilmemiz beklenirdi. David Halberstam bu seçkinler için “en iyileri ve en parlakları” diyordu.
Bir de kötü adamlar vardı: değer yönelimli entelektüeller, yani hakları ve adaleti mesele eden insanlar. Kennedy ve Johnson’ın güvenlik danışmanı ve eski Harvard dekanı olan McGeorge Bundy bu insanları “tetikte bekleyen çılgın adamlar” diye adlandırıyordu. Bundy bu nitelemeyi 1967’de, sadece seçkinlerin taktiklerini değil gerekçelerini ve planlarını da sorgulayanları azarlarken kullanmıştı. Bundy söz konusu insanlardan kurtulmak gerektiğini düşünüyordu; yani, sokaklarda gösteri yapanlar ve onları harekete geçiren değer yönelimli entelektüellerden.
Bu ayrım tarihte epeyce geriye gider. Modern anlamıyla “entelektüel” terimi, gerçekte 19. yüzyıl sonlarında Fransa’daki Dreyfus meselesi[i] döneminde gelişti. O dönemde Émile Zola ve başka yazar ve entelektüeller, Alfred Dreyfus’a yapılan çok ağır muameleyi -uydurma suçlamalarla mahkûm edilmesini- eleştirmişti. Orduyu ve devleti eleştiriyorlardı. Fransız Akademisi’nin yüce şahsiyetleri tarafından bu muazzam kurumları eleştirmeye cüret ettikleri gerekçesiyle acımasızca kınandılar. Onlar, “tetikte bekleyen çılgın adamlar”dı. Saldırılardan kurtulmak için Zola Fransa’yı terk ermek zorunda kaldı; diğerleri de hapsedildi. Bu tarihtir. Tetikte bekleyen çılgın adamlarsanız ve muktedirlere itaat etmenin ötesine geçmeye cüret ediyorsanız, şu veya bu şekilde ıstırap çekeceğiniz muhtemeldir.
Dolayısıyla tetikte bekleyen çılgın adamlar var ve bir de güce kâtiplik yapanlar var. Bu sanatın ustası olan Kissinger durumu gayet güzel formüle etmişti. Politika yönelimli entelektüellerin rolünün, iktidardakilerin düşüncesini formüle etmek, “aralarındaki konsensüsü geliştirmek ve tanımlamak” olduğunu söylemişti. Eğer iktidardakiler konsensüslerini gerektiği gibi ortaya koyamıyorsa, biz onların yerine bu konsensüsü doğru şekilde formüle edeceğiz. Ciddi entelektüelin rolü budur. İşte böylelikle saygın, sorumlu bir entelektüel olursunuz.
DB: Kitaptan haberlere geçelim isterseniz. Kızıl Gezegen’de ‘Perseverance’ diye gezgin bir araç var, biliyorsunuz, dünyaya fotoğraflar gönderiyor. Bundan yıllar önce Mars’ta bir gazeteciden bahsetmiştiniz. Sizce pandemiyi ve aşı yapılmasını nasıl haberleştirirdi?
NC: ABD’de çok ciddi sayıda insan aşı olmayı reddediyor. Ezici çoğunluğu Cumhuriyetçi ve bunun için pek çok neden sıralıyor: hükümete güvensizlik, bilime güvensizlik. Fakat bu durum ABD’yle sınırlı değil. Örneğin Fransa’da nüfusun sadece yüzde 40’ı aşı olmaya niyetli. Bu salgını denetim altına alacaksak, aşı olmanın önemini gösteren yığınla kanıt var. Ama hükümetten, bilimden ve otoritelerden duyulan korku ve hoşnutsuzluk öyle bir noktaya gelmiş durumda ki insanlar yapılması gerekenden kaçınmak için çok tehlikeli eylemler içine giriyor.
Bu durumu başka ülkelerle karşılaştıralım. Avustralya hastalığı çok hızlı şekilde denetim altına aldı. Bunun nedenlerinden biri, halkın güvendiği çok etkin bir sağlık sistemleri olması. Orada insanlar birbirleri için kolektif sorumluluk almaya istekliler. Son derece başarılı olan sert kapanma önlemlerini kabul ettiler ve hastalık esas itibariyle kontrol altına alındı. Aynı durum Yeni Zelanda, Tayvan, Güney Kore ve başka ülkelerde de yaşandı. Fakat bazı yerlerde hoşnutsuzluk ve güvensizlik o kadar yüksek ki çok fazla sayıda insan açıkça, hastalığı denetim altına alıp etkisiz hale getirmek için gösterilmesi gereken kolektif çabaya katılmak istemiyor.
DB: Siz aşı oldunuz mu?
NC: İkinci dozu iki gün evvel oldum. Kolum biraz acıyor.
DB: 6 Ocak’ta Kongre binasına yapılan saldırıyla birlikte sözünü ettiğiniz hoşnutsuzluk çarpıcı bir dönüm noktasına geldi. Orada neler yaşandığı konusunda ne düşünüyorsunuz?
NC: Öncelikle bunun açıkça bir darbe girişimi olduğunu söylemeliyiz. Saldıranlar, seçilmiş bir yönetimi devirmeye çalışıyordu: Bu, bir darbedir. Kimlerin katıldığına gelince dikkat çekici bir durum var. Fotoğraflara baktığınızda yalnızca az sayıda gencin dahil olduğunu görüyorsunuz. Bu pek alışıldık bir şey değildir; politik olaylar ve gösterilere genellikle gençler katılır. Buradakiler orta yaşlı ve daha yaşlı kimselerdi ve coşkulu Trump taraftarlarından oluşuyorlardı. Onları kışkırtan Trump’tı.
Görünüşe bakılırsa hepsi ateşli bir şekilde seçimlerin çalındığına, ülkelerinin şer güçleri tarafından ellerinden alındığına inanıyor. Hatırlayın, Cumhuriyetçi seçmenlerin neredeyse yarısı Trump’ın, Demokrat pedofillerden azınlıklara ve geleneksel Hıristiyan yaşam biçimlerinin altını oyup yok eden başka güçlere kadar günahkârlardan ülkeyi kurtarmak üzere Tanrı tarafından gönderildiğine inanıyor. Kongre baskınında Gururlu Çocuklar[ii] gibi şiddete daha fazla başvuran milisler de vardı. Basbayağı bir şiddet olayıydı. Beş kişi öldürüldü, daha da beter olabilirdi. Umarsız insanlar tarafından yapılan çaresiz bir eylemdi. Bu gerçeğe gözlerimizi kapatamayız. Ayrıca ülkenin önemli bir kısmı bunu destekliyor.
6 Ocak’tan sonra Cumhuriyetçi Parti’de neler olup bittiğine bakmak ilginçtir. Temelde ülkenin sahibi olanlar -Smith’in “insanlığın efendileri” dediği, partiyi finanse eden bağışçı sınıf- Trump’ı tolere ediyordu. Ondan hoşlanmıyorlardı. Trump, hassas ve duyarlı insanlar olarak kendilerine dair imgelerini, “bize güvenebilirsiniz” yolundaki mesajlarını bozuyordu. Onun kaba sabalığını, maskaralıklarını beğenmiyorlardı; ama ona katlandılar, çünkü ceplerini dolduruyordu. Trump’ın bütün yasama programı süper zenginlerin cebine para akıtmak, şirketlere fayda sağlamak ve halkı koruyan ama kârları sınırlayan düzenlemeleri kaldırmaktan oluşuyordu. Bunları yaptığı sürece Trump’ı hoş görmeye istekliydiler. Fakat 6 Ocak’ta çok fazla ileri gidilmişti. Neredeyse anında ekonomik kudretin belli başlı merkezleri -Ticaret Odası, İş Dünyası Yuvarlak Masası, başlıca şirket yöneticileri- büyük bir hızla harekete geçip Trump’a açıkça “artık yeter”, “kaybol” dediler.
Evet, Trump uçağa atlayıp Mar-a-Lago’ya gitti. Cumhuriyetçi Parti’nin en önemli şahsiyeti Mitch McConnell bağışçıların sesini işitti ve Trump’ı keskin şekilde eleştirmeye başladı. McConnell ve diğer Cumhuriyetçi senatörler kendilerini Trump’ın çizgisinin dışında konumlandırmaya başladı. Fakat bu konuda çok da ileri gidemediler: Trump’ın seferber ettiği öfkeli kalabalıklarla karşı karşıya kaldılar. Böylelikle Cumhuriyetçi Parti iki arada bir derede kaldı. Bağışçı sınıfı dinleyip Trumpizmin daha kibar bir versiyonunu mu restore edecekler? Yoksa hâlâ Trump’ın denetimi altında olan güçler tarafından silinip süpürülecekler mi?
Kişisel olarak McConnell ve Trump birbirlerine tahammül edemez, fakat ortak bir çıkarı paylaşıyorlar: Ülkenin yönetilemez olmasını, Biden’ın hiçbir iş başaramamasını sağlamak. Bu bir sır değil zaten. Barack Obama seçildiğinde McConnell bunu açıkça ve doğrudan söylemişti. O sırada McConnell henüz Kongre’de çoğunluğu ele geçirmemişti. Görevinin, Obama’nın bir şey yapamamasını sağlamak olduğunu söylemişti. Böylelikle Obama Yönetimi’nin gereksinme duyduğu teşviklerin önünü kesti, başka yollara başvurarak ülkenin yönetilmesini ve sorunların ele alınmasını engelledi.
Trump da aynı şeyi farklı hedefler güderek istiyor. Her ikisi de ülkenin yönetilemez hale gelmesini, toplumun mümkün olduğunca ıstırap çekmesini sağlamak üzere çaba sarf edilmesinde birleşiyor; beklentileri bu durumdan Demokratların sorumlu tutulması ve 2022 ve 2024’te kükreyerek yeniden iktidara geri dönmeleri. Çok yakında yasalaşan teşvik yasa tasarısında bunu gördük. Cumhuriyetçiler, günümüzde bir anlamda Komünist Parti’ye benziyor. Leninistlerin demokratik merkeziyetçilik dediği ilkeyi takip ediyorlar. Partinin bir politikası var. Bu politika yukarıdan belirlenip iletiliyor, herkes de istisnasız kabul etmek zorunda. Parti politikasından sapma hoş görülemez. Dolayısıyla bazı Cumhuriyetçi senatörler ve Kongre üyeleri teşvik paketinin bazı yönlerini desteklese, hatta seçmenlerinin desteklediğini bilseler bile pakete karşı oy vermek zorundalar. İçinde bulunduğumuz durum bu.
Biden’ın şimdiye kadar bana hoş bir sürpriz yaptığını söylemem gerekiyor. Beklediğimden daha iyi. Yurtiçine dönük politikası nedeniyle solda kusurları ve eksiklerinden dolayı keskin biçimde eleştirildi. Bana sorarsanız bu eleştiriler doğru olmasına doğru, ama biraz haksız. Ne söylerseniz söyleyin, Senato’nun yarısı yüzde yüz karşı çıkacaksa ancak bu kadarını yapabilirsiniz. Bir de onların izinden gidecek olan Demokratlar varsa, bu durum yapabileceğiniz şeylere bir sınır getirir. Dış politika ise başka bir konu.
DB: Obama’nın vakti zamanında “bir Jim Crow[iii] kalıntısı” olarak nitelendirdiği fillbuster’ın[iv] kaldırılmasını destekliyor musunuz?
NC: Öncelikle bunun yapılabileceğinden kuşkuluyum. Şu halde aslında artık önemi kalmamış bir mesele; kaldırılması gerekir mi, o ayrı bir sorun.
Fillbuster çok yıkıcı şekillerde kullanıldı. Fakat geçmişte ırkçı yasama faaliyetini engellemek için de kullanıldı. Daha temel mesele şu: Neden her ikisi de serveti ve gücü elinde bulunduran aynı dar sınıfa bağımlı iki politik partimiz var? Temelde partilere büyük bağışlar yapan sınıf budur. Bu iki partiden biri o kadar uç noktaya savruldu ki bütünüyle parlamenter siyaseti terk etti. Şimdi çaresizce bir azınlık partisi olarak yaşamak için mücadele ediyor. Şu anda sürmekte olan başlıca mücadelelerden birçoğu teşvik paketiyle o kadar ilgili değil, asıl Temsilciler Meclisi’nden geçen yasayla ilgili.
H.R.1[v], yani Demokratların Temsilciler Meclisi’nde geçirdiği ilk yasa çok önemli. Esas itibariyle oy kullanma haklarını güçlendiriyor; bu, çok kritik. Cumhuriyetçiler oy verme haklarına dönük büyük bir saldırı içindeler. Ülke çapında azınlıkların ve yoksulların oy kullanmasını tamamen engellemeye dönük gerçekten yüzlerce yasa teklifi var; Cumhuriyetçilerin yasama meclisini kontrol ettiği eyaletlerden söz ediyorum. Böylece Cumhuriyetçiler iktidarda kalabilmeyi amaçlıyor. Bir azınlık partisi durumundalar, neredeyse daima seçimleri kaybediyorlar; fakat iktidarı başka vasıtalarla muhafaza ediyorlar. Bu durum gittikçe daha fazla önem kazanıyor. Söz konusu mücadelenin sonucunun gelecekte çok temel bir etkisi olacak.
Cumhuriyetçilerin seçimlerde yapısal bir avantajı var, zira Demokratların oy tabanı çoğunlukla şehirlerde yoğunlaşmış durumda. Bu demektir ki parlamenter sistemimizde kullanılan çok fazla sayıda oy kaybolup gidiyor. Eğer bir aday için oyların yüzde 80’i bir yerde kullanılıyorsa, yüzde 30’u esas itibariyle kaybolup gidiyor. Buna karşın Cumhuriyetçi oylar, nüfuslarının çok üzerinde temsilciye sahip kırsal idari birimlere ve küçük şehirlere dağılmış durumda. Bütün bunlar Cumhuriyetçilere yapısal bir avantaj sağlıyor: Oylamada yüzde 4 veya 5 geride kalsalar bile bir seçimi kazanabiliyorlar. Şu sıralar bütün çabaları, bu yapısal avantajı güçlendirmeye yönelik; böylelikle daha az oy alsalar bile iktidarı elde tutabilecekler.
Bu yöndeki çabalarına, iktidardayken McConnell’ın başlıca çabası eşlik etmişti: yargı organının bütün kademelerini genç, aşırı sağcı hukukçularla doldurmak. Önümüzdeki yıllarda halk ne isterse istesin, bir kuşak boyunca ilerici yasaları engelleyecek konumda olacaklar. Bütün bu mücadeleler oldukça geri politik sistemimizin bir parçasını oluşturuyor; bu o kadar geri bir sistem ki en iyi şartlar altında dahi anayasal bir krize yol açacaktır. Bu sistemin bünyesinden kaynaklanan bir durum: Anayasa’nın köktenci şekilde antidemokratik hükümleri altında demokratik bir toplum olarak işlemeye devam edemezsiniz. Bunun en uç örneğini, tabii ki her eyalete iki senatör kontenjan tanıyan Senato oluşturuyor. Bu örneğin, 600 bin nüfusu olan Wyoming’in, yaklaşık 40 milyon nüfusu olan Kaliforniya ile aynı sayıda temsilci çıkarması demek. Ayrıca bir de Delegeler Kurulu[vi] meselesi var.
Bunlar ve başka pek çok konu, anayasada yapılacak bir tadilatla çözülemeyecek, büyün anayasal sisteme işlemiş derin sorunlar. Küçük eyaletler buna izin vermez. Söz konusu sorunların, gerçekten varoluşsal sorunların yanı sıra ele alınması gerekiyor. Ama yaklaşan çevresel felaketle, artan nükleer savaş tehdidiyle ve son derece ciddi yeni salgın tehditleriyle başa çıkamazsak başka hiçbir şeyin önemi kalmayacak.
DB: Aslında son sekiz başkanlık seçimlerinde toplam oylarda yalnızca bir kez Cumhuriyetçiler çoğunluğu sağladı. Fakat 6 Ocak’a dönecek olursak, seçimlerin çalınmış olduğu uydurmasına toplum içinde ne kadar inanılıyor? Aklıma, I. Dünya Savaşı ertesindeki Almanya geliyor; Nazilerin gayet etkili şekilde kullandıkları “arkamızdan hançerlendik” teorisinden bahsediyorum. Naziler “savaşı kazandık”, ama komünistler, sosyalistler ve Yahudiler bizi sabote etti ve sattılar diyordu. Bugün aynı durumun yeniden sahnelenmesiyle mi karşı karşıyayız?
NC: Trump’ı bilemem, fakat ateşli ve tutkulu taraftarları açıkça inanıyor buna. Seçimlerin çalındığına, ülkelerinin onlardan çalındığına, geleneksel Hıristiyan, Beyaz cemaatlerinin onlardan çalındığına inanıyorlar. Bunlara inanmalarının bir temeli var aslıda. Birleşik Devletler’de kırsal bir bölgeye gidin; satılık evler, kepenkleri kapatılmış işyerleri, boş bir ana cadde ve kapalı bankalar görürsünüz. Belki hâlâ bir kilise vardır, ama eski sanayi tesisleri başka yere taşınmıştır, gençler kasabayı terk ediyordur. Artık karşınızdaki, ötekilerin hadlerini bildiği, Beyaz bir Hıristiyan cemaat değildir.
Bunlar gerçek. Seçimlerin çalınmış olduğu gibi hikâyelere inanmaya bu kadar istekli olmalarının temeli burada yatıyor. Halbuki oyları ortadan kaldırmak, oy vermeyi engellemek, Afro-Amerikalıların oy kullanmasını zorlaştırmak söz konusu olduğunda Cumhuriyetçiler fersah fersah öndedir. Fakat bu hikâyelere gayet ateşli şekilde inanıyorlar. Bu nedenle, bu durumu ikiyüzlülük olarak adlandırmanın doğru olduğunu düşünmüyorum. Bundan çok daha tehlikeli bir durum. Bazı gerçek unsurlar barındıran çılgınca bir inanç. Son derece tehlikeli bir inanç, ama aynı zamanda umut da vaat ediyor; çünkü içerdiği gerçek unsurlarla başa çıkabilirsiniz ve dayandığı gerçek hususlardan kurtulduğunuzda inancın çökmesini sağlayabilirsiniz. Amerika’nın kırsal bölgelerinin neoliberal küreselleşmeyle darmadağın edildiği doğru. Bir gerçeklik bu.
Böyle olması gerekmiyor. Bu gerçekliklerin üstesinden gelebilirsiniz. Bu gerçekleştiğinde, inanç sistemleri de aşınmaya başlayacaktır. Hepsi birden aşınmayacak; Beyaz üstünlüğüne, geleneksel Hristiyan’a ve Hıristiyan milliyetçiliğine dayanan inançlar aşınmayacak. Bunlar kökleri çok derinde olan inançlar. Çok derin kültürel sorunlar. Toplumun neredeyse yarısının yaşam süreleri içinde İsa’nın yeniden yeryüzüne inmesini beklediği gerçeğiyle hemen başa çıkamazsınız. Ekonomik sorunları çözerek bu sorunları ortadan kaldıramazsınız. Fakat, örneğin kırsal cemaatlerin ekonomik temellerinin çöküşü, yoksul çiftçilerin yıkıma uğraması, endüstriyel tarımın onların yerini alması gibi üstesinden gelebilme kapasitemiz dahilinde olan şeyleri çözüme kavuşturarak ilerleme kaydedebilir ve çok tehlikeli inanç sistemlerini temellerini aşındırabiliriz. Bunun başka bir yolu yok. Bunun işe yarayacağını ummaktan başka yapabileceğiniz bir şey yok.
DB: Bu arada iklim krizi bütün hızıyla devam ediyor. Şubat başında Himalayalar’da eriyen buzullar sellere neden oldu ve barajları yıktı; Hindistan’ın Uttarakhand Eyaleti’nde ölümlere ve sellerin aktığı yönde yıkımlara yol açtı. Yalnızca birkaç hafta önce büyük bir buzul kütlesi Antartika’nın Brunt Buzul Sahanlığı’ndan koptu. 1.270 metre kare yüzölçümü olan buzdağı New York’tan yüzde 62 daha büyük. İklim kaosu karşısında neler yapıyoruz?
NC: Bu sorunları anlatabiliriz. Bilimsel dergileri okuyan herkes bilir ki düzenli olarak, bizi bekleyen daha kötü sorunlar keşfediliyor. Hoşumuza gitse de girmese de bu sorunlar gerçekleşecek. Halihazırda atmosferde birikmiş olan karbon dioksit bunlara sebep oluyor. Milyon başına partiküller düzenli olarak gerçek bir tehlike bölgesine doğru yükseliyor; sadece daha önce yol açtığımız hasardan dolayı da bu devam edecek. Şunu sorabiliriz: Tehditleri hafifletecek ve söz konusu sorunların üstesinden gelecek önlemler alabilir miyiz? Cevap, evet alabiliriz.
Bundan birkaç ay önce Bob Pollin’le birlikte Climate Crisis and the Global Green New Deal [İklim Krizi ve Küresel Yeşil Yeni Düzen][vii] adlı bir kitap yazdık. Kitap büyük ölçüde Pollin’in iklim felaketiyle baş etmek konusundaki çok ayrıntılı ve mükemmel çalışmasına dayanıyor. Pollin’in çalışması, krizle uygulanabilir bir yolla başa çıkmak üzere etkin olarak alınabilecek önlemlerin ana hatlarını ortaya koyuyor. Hesaplamaları, Gayri Safi Yurtiçi Hasıla’nın (GSYH) kabaca yüzde 2 ila 3’nün krizi kontrol altına almak ve çok daha iyi olması mümkün bir geleceğe doğru ilerlemenin temelini atmak için yeterli olacağını gösteriyor. Bu bir kayıp değil; hepimiz için daha iyi bir dünya. Daha az hava kirliliği, daha iyi işler, daha iyi fırsatlar, daha iyi yaşam tarzları; bütün bunları gerçekleştirmek, GSYH’nın II. Dünya Savaşı’nda harcanandan çok daha küçük bir yüzdesiyle mümkün.
Elbette II. Dünya Savaşı’nın bir beka savaşı olduğu iddia ediliyor. Ama önümüzdeki çok daha büyük bir savaş. Amerikan planlamacılarının II. Dünya Savaşı’nın ilk zamanlarında öngördüğü gibi, dünya Almanya’nın ve Amerika’nın kontrolünde iki parçaya bölünmüş olsaydı, Birleşik Devletler hayatta kalacaktı. Çok iğrenç bir dünya olurdu, evet, ama yine de hayatta kalacak bir dünya var olacaktı. Önümüzdeki krizle başa çıkamazsak, hayatta kalacak hiçbir şey olmayacak.
Bakın, Trump dört yıl daha iktidarda kalsaydı, geri çevrilmesi imkânsız, gerçek anlamda kritik bir eşiğe ulaşmış olabilir veya çok yaklaşmış olabilirdik. Trump’ın kısa vadeli politikalar programı, mümkün olduğunca çabuk çevreyi yok etmek, fosil yakıtlarının kullanımını azamiye çıkarmak ve bu türden politikaları denetleyen düzenleyici aygıtı ortadan kaldırmaktı. Amaç da sanayinin bazı sektörlerinin, fosil endüstrisi ve diğerlerinin kısa dönemli kârlarını arttırmaktı. İnsanlık tarihindeki en kötü niyetli, habis programdır bu. İşlerin bu yönü doğru dürüst tartışılmadı; Trump’a yönelik eleştiriler bu gerekçelerle yapılmadı. Ama yaptığı diğer bütün şeyler bunun yanında tam anlamıyla sönük kalır. Trump dört yıl daha iktidarda kalsaydı, finiş çizgisine epeyce yaklaşmış olabilirdik.
Bereket versin ki bundan kurtulduk; gerçi iki veya dört yıl sonra tekrar geri dönebilirler. McConnell-Trump programı başarılı olabilir, ki bu takdirde çıkmaz bir yola girmiş oluruz. McConnell-Trump’ın politikaları yenilenip tekrar devreye sokulursa, sonucun ne olacağını kestiremezsiniz. Şimdi bu konuda bir şeyler yapmaya gayret edecek zamanımız var. Fakat bana kalırsa, Biden’ın programı sadece muhafaza mı edilecek, yoksa daha ileri mi götürülecek, bu gerçek bir mücadele olacak. Eğer bu felaketten kurtulmak istiyorsak, Biden’ın programın ileri götürülmeli. Umut burada.
Aynı şey başka meseleler için de geçerli. Teşvik paketini ele alalım; bu pakette çocuk yoksulluğu, yoksulların gelirini artırmak ve başka konularda pek çok iyi şey mevcut. Ama bunlar geçici. Söz konusu önlemler uzatılmazsa pek bir etkisi olmayacak. Dolayısıyla bu önlemlerin uzatılması ve halihazırda sağladıklarının ötesine geçilmesi için bir mücadele olacak.
Bu bahsettiklerim, şimdi önümüze gelecek olan belli başlı mücadeleler. Açıkça görünüyor ki Cumhuriyetçiler her şeyi bloke edecekler. Kısa vade için konuşacak olursak, Cumhuriyetçileri ülkeyi yönetilemez hale getirmekten, belki oy kullanma haklarını gasp ederek ve başka tedbirlerle iktidarı geri alma çabasına girişmekten alıkoymak için pek bir umut yok. Durdurulamaz bir güce benziyorlar. Fakat Demokratlar içinde yapılabilecek bir dolu şey var ve bunların yapılması gerekiyor. Bu bağlamda Obama’nın başkanlığa gelişini hatırlayabiliriz. Obama, onu seçtirmek için çok yoğun çalışan genç bir gönüller ordusunun yardımıyla başkan oldu. Beyaz Saray’a seçilir seçilmez ise gönüllülere esas olarak evinize dönün dedi: teşekkürler, güle güle; her şey kontrol altında, göreviniz sona erdi. Maalesef gönüllüler de evlerine döndü. Oysa bu vaatlerinden dönebilir anlamına geliyordu ki tam da bunu yaptı ve iki sene içinde Kongre’yi kaybetti.
Eğer aynı hatayı bugün yaparsanız, olacağı yine bu. Biden hakkında ne düşünürseniz düşünün, Demokrat Parti’nin muhafazakâr kesiminin ve Clintonvari neoliberal Wall Street yönelimli kesimin baskısı altına girecektir. Bu kesimler ilerici programlara savaş açacaklar ki bu ülke için yeterince kötü bir gelişme olacak; iklim söz konusu olduğunda ise korkunç olacak.
DB: Geçen yılki pandemi krizi boyunca cemaat içi çabalar, karşılıklı yardımlaşma ve dayanışma giderek daha büyük bir önem kazandı: yiyecek bankaları, aşevleri, giyecek temini, kooperatifler. Kooperatifler ne yapabilir? İspanya’nın Bask bölgesindeki Mondragon[viii] genellikle başarılı bir model olarak zikrediliyor.
NC: Pek çok yerde kendiliğinden epeyce ilginç gelişmeler yaşandı; insanlar birbirlerine yardım etmek için bir araya geldi. Dışarıya çıkamayan yaşlılar varsa onlara yiyecek getirdiler; yeterince su yoksa insanlara su sağlandı. Bazen son derece olağanüstü biçimler aldı bu yardımlaşmalar.
Olağanüstü örneklerden biri, Rio de Janeiro’daki son derece yoksul bölgeler, yani birbiri üstüne yığılmış, esasında çetelerin yönettiği barakaların olduğu favela’lardı. Buralarda insanlar suya erişemiyor. Sosyal mesafe oluşturmaları mümkün değil. Sağlık hizmeti alamıyorlar. Ancak bu imkânsız koşullarda hayatta kalabilmeleri için halka yardım etmeye çalışan çeteler tarafından örgütlendiler. Bu tür şeyler bütün yoksul bölgelerde gerçekleşti.
İnsanların buna benzer şekilde karşılıklı yardımlaşma ve dayanışmada bulunması çeşitli biçimlerde kendini gösterdi. Pandeminin başlamasından önce de işçilerin mülkiyetindeki sanayi tesisleri, kooperatifler ve tarımda kolektifler, yerel inisiyatifler gibi gelişmeler hayata geçmeye başlamıştı. Dünyanın hemen her yerinde toplum üzerinde gerçek bir şok etkisi olan neoliberal küreselleşme politikalarının son derece zararlı sonuçlarıyla baş edebilmek için bu türden pek çok inisiyatif geliştirildi. New York ve Chicago’daki bankacıların, çelik sanayinin Çin’e taşınmasına karar verdiği Birleşik Devletler’deki Pas Kuşağı’nda[ix] çalışanlar pes etmedi. Çelik tesislerini satın almaya çalıştılar, fakat sahipleri kabul etmedi. Daha fazla kâr elde etmek istediler, işçilerin mülkiyetindeki sanayi tesisleri fikrinden hiç hazzetmediler; çünkü tehlikeli bir fikirdi bu. Bunun yerine, büyüyen hizmet ekonomisinde, hastanelerde, üniversitelerde ve başka alanlarda işçilerin mülkiyetinde işletmeler çoğaldı.
Gar Alperovitz bu konuda pek çok şey yazdı ve Sonraki Sistem Projesi’ye [The Next System Project][x] bu çalışmanın büyük bir bölümünün başlatılmasına katıldı. Bu konuda pek çok gelişme yaşanıyor. Ne kadar başarılı olacak bilmiyorum; ama çelik işçileri örneğindeki gibi ABD’de bazı sendikalar, İspanya Bask ülkesindeki Mondragon’da işçi mülkiyetindeki son derece başarılı şirket gruplarıyla “benzer şeyler burada yapılabilir mi?” diye düzenlemelere gitmek için girişimlerde bulundu. Bütün bunlar çok önemli olabilir, sadece girişimlerin kendisi için değil; bu krizden doğru düzgün bir toplum düzeniyle çıkmayı ümit ediyorsak toplumun kolektif sorumluluğa, demokratik katılımcı faaliyete doğru yönelmesi gerektiğini gösteren bir yönelim olarak da çok önemli olabilir. Bu tür girişimlerin gerçekleştiğini görüyoruz. Az önce bahsettiğiniz, pandemiye yanıt niteliğindeki karşılıklı destek bunların son derece önemli bir parçası.
DB: Biraz da güney sınırı ve göç üzerine konuşalım. Anne-babaları yanlarında olmayan binlerce çocuğun tutulduğu Meksika sınırından sadece altmış mil uzakta yaşıyorsunuz. Adil ve doğru bir göç politikası sizce nasıl olmalı?
NC: Böyle bir politikanın ilk amacı, insanların kaçtığı koşulların ortadan kaldırılması olmalı. Bu göçmenler ABD’de yaşamak istemiyor, kendi ülkelerinde olmak istiyorlar. Fakat ülkeleri yaşanmaz vaziyette, dolayısıyla kaçmaya zorlanıyorlar. Bu ülkelerin yaşanmaz durumda olmasında biz büyük bir sorumluluk taşıyoruz. Reagan yıllarında ABD’nin Orta Amerika’ya yönelik saldırısında keskin bir tırmanış gerçekleşti. Yüz binlerce insan öldürüldü. Yüz binlercesi de başka yerlere gitmeye zorlandı. İşkence, yıkım. Bugün insanlar hâlâ Reagan’ın Orta Amerika’ya dönük savaşlarının yol açtığı enkazdan kaçıyor. Evet, bu enkaza el atabiliriz.
Hatırlarsanız, dört veya beş yıl önce asıl mülteciler Honduras’tan geliyordu. Peki niçin Honduras? Çünkü ılımlı reformcu Zelaya Hükümeti’ni deviren bir askeri darbe gerçekleşti; darbe askeri bir diktatörlük tesis etti, iktidarı yeniden süper-zenginlerden oluşan oligarşiye iade etti ve ülkeyi dünyanın en fazla cinayet işlenen başkentlerinden birine çevirdi. Bunu üzerine insanlar kaçmaya başladı. İşte konvoylar bu yüzden bu ülkeden geliyor.
Bunu durdurabilir miydik? Mesele konvoylar değildi. Mesele, bunun gerisindeki sebepti. Kuzey Yarıküresi’nin geri kalan ülkeleri darbeyi kınarken, Obama ve Dışişleri Bakanı Hillary Clinton durumu resmi düzeyde “darbe” olarak tanımlamayı reddetti; zira eğer bu şekile tanımlasalardı, cuntaya askeri yardımı durdurmak zorunda kalacaklardı. Bir korku odası yaratırsanız, insanlar kaçar.
Şu halde göç politikasında atılması gereken ilk adım, insanların ülkelerinden kaçma nedenlerini ortadan kaldırmak olmalı. Bu bir günde başarılamaz tabii, fakat bu yönde adımlar atabilirsiniz. Bu daha işin başlangıcıdır.
İkinci adım ise, Meksika’yı insanların Orta Amerika’dan sınırlarımıza göç etmesini önlemekle görevlendiren kriminal politikaya son vermek. Bu bahiste söylenebilecek yegane iyi şey, insanların Afrika’nın derinliklerinden, Nijer’den ve başka ülkelerden göç etmesini durdurmak için Avrupa’nın daha beter, daha gaddar ve sadist bir politika yürüttüğüdür. Avrupa, göçmenlerin kendi topraklarına ulaşmasını Türkiye’de durdurmaya uğraşıyor. Tabii söylemeye bile gerek yok, Avrupa’nın Afrika ve Ortadoğu’ya yönelik epeyce iğrenç bir sicili var. Dolayısıyla evet, Avrupa bu konuda bizden bile daha beter, ama bu bizi mazur göstermez. Bu göç politikasına son vermemiz gerekiyor.
Yapılması gereken bir sonraki şey ise, uluslararası hukukun temel şartlarına uymaktır. Yani, ülkelerinden kaçanlara insani koşullar temin etmek, yasalar önünde affedilmeleri ve ülkeye kabul edilmeleri amacıyla makul başvuru olanakları sağlamak. Bunların hepsi yapılabilir. Bunun yerine biz şöyle bir uygulama yapıyoruz: Söylediğiniz gibi, hemen güneyimizde binlerce insan çölde ölüyor, sözcüğün hakiki anlamında ölüyorlar. Bölge tamamen yasaklanmıştır. Yazın sıcaklık 38 dereceyi buluyor. Su yok.
Clinton’dan bu yana izlenen politikalar, insanları en olumsuz şartlardaki bölgelere kaçmaya yönlendirmek üzerine kuruldu. Oldukça kolay geçilebilecek bölgeler bloke edildi -oysa insani bir sığınmacı politikasıyla bir yere toplanabilirler; göçmenler, çölde dolaşıp kaybolacakları ve açlık ve susuzluktan ölecekleri çok tehlikeli bölgelere yönlendirildi. Bu arada, göçmenlerin üzerinde sınır devriye helikopterleri uçuruluyor; dolayısıyla grup halinde toplanmışlarsa dağılıyor, kayboluyor ve ölüyorlar. Çok harika işler yapan Tucson adlı gruplar yardım çalışmaları yürütüyor. Başlıca grup olan Daha Fazla Ölüme Hayır [No More Deaths], göçmenler başarabilirse, bazı tıbbi yardımlar sağlayabilecekleri küçük kamplar kurmaları için onları çöle göndermeye uğraşıyor. Susuzluktan ölen insanlar için çöle su şişeleri bırakıyorlar. Sınır devriyesi bu kampları basıyor, su şişelerini parçalıyor vs. Trump’tan önce karşılıklı olarak birbirlerine ilişmeme yönünde bir tür zımni anlaşma vardı. Ama daha sonra durum çok çok kötüleşti.
Bütün bu korku hikâyelerinin meydana gelmesi gerekmiyor. Çeşitli katmanlarda politikalar geliştirilebilir ve bunlar bütünüyle uygulanabilir politikalardır.
DB: George Floyd’un katledilmesi yaygın protestoları tetikledi. Bunun ırksal bir farkındalık anı olduğu söyleniyor. “Beyaz üstünlükçülüğü”, “beyaz ayrıcalığı” ve “sistematik ırkçılık” hiç olmadığı kadar yaygın şekilde kullanılıyor. Irksal adalet hareketinin nereye doğru gittiğini düşünüyorsunuz?
NC: George Floyd’un katledilmesinden sonraki başkaldırı dalgası etkileyiciydi. Fakat birdenbire olmadı. Yıllarca süren örgütlenme, eğitim bir temel oluşturdu, böylece kıvılcım çaktığında fitil tutuşabildi. Gerçekten de hayranlık uyandırıcı bir başkaldırıydı. Dayanışma. Siyah ve Beyazlar birlikteydi. Halktan devasa bir destek gördü; halkın yaklaşık üçte ikisi eylemleri destekledi ki toplumsal bir hareket için hemen hiç görülmedik bir destek düzeyidir bu. Martin Luther King, popülerliğinin doruk noktasında bile bu oranda bir halk desteğinin yanına bile yaklaşamamıştı.
Büyük bir enerji toplandı. Bu enerjinin bir bölümü, üzerinde durulması gereken taktik hatalar, şu veya bu türden başarısızlıklar yüzünden dağıldı. “Polise ayrılan bütçeyi kısın” sloganı çok çabuk öne çıktı. Anlamlı bir fikir ve çok da anlamlı bir yorum. Siyahların Yaşamları Önemlidir [Black Lives Matter] hareketinin örgütleyicileri, Alexandria Ocasio-Cortez[xi] ve diğerleri bu fikri ortaya attılar. Bu, polisi, ait olmadığı faaliyetlerden çekme çağrısıdır. Polisin aile içi ihtilaflarda, yüksek doz uyuşturucu kullanımında, intihar girişimlerinde ve buna benzer konularda bir rolü bulunmuyor. Bütün bu meselelere cemaat içi hizmet örgütlenmelerinin müdahil olması gerekiyor. Bırakın polis, polisliğini yapsın. Geçen yıl Ocasio-Cortez’e “Polise ayrılan bütçenin kısıldığı bir Amerika size göre nasıl bir yerdir?” diye sorulmuştu. Ocasio-Cortez şu yanıtı vermişti: “İyi haber şu ki böyle bir Amerika’nın neye benzeyeceği öyle büyük bir hayal gücü gerektirmiyor. Bir banliyöye benziyor. Polisten çok gençlere, sağlığa, barınmaya vs. kaynak ayırmayı tercih eden zengin Beyaz cemaatlere.“ Bir çocuk uyuşturucu çalmak için bir pencereyi kırarken yakalanırsa onu otuz yıl yatsın diye cezaevine göndermezsiniz. Yapacağınız şey yaşadığı sorunun ne olduğunu bulmak ve onunla uğraşmak olur.
Fakat “polise ayrılan bütçeyi kısın” sloganı sağcılar tarafından çalındı. Bir propaganda hikâyesine dönüştü: “Şu kafayı yemiş delilere bakın. Bütün polisi yerleşim yerlerinden çekin diyorlar, o zaman teröristlerle, suçlularla ve tecavüzcülerle baş başa kalacaksınız.” İyi ama kimse böyle bir şey istemiyor. Sağcılar ve Trump’ın kampanyası sırasında üzerine bol bol konuşulacak bir tema haline geldi. Bundan bir ders çıkarmalıyız. Önerilerimizi, anlamlı eğitim, örgütlenme ve aktivist programlarla desteklemek hususunda dikkatli olmalıyız. “İşte şunu demek istiyorum”, demeliyiz. “Bak bu iyi bir fikir. Senin için iyi, bunu desteklemelisin.” Propaganda çizgisine malzeme olmayın.
Fakat temelde ileriye doğru büyük bir adımdı. Bunun üzerine başka şeyler inşa edebilirsiniz. New York Times’taki 1619 Projesi[xii] de ileri doğru başka bir çok ilginç adımı temsil ediyor. Elbette profesyonel tarihçiler bu projede kusurlar bulmakta gecikmedi: Şu detayı yanlış anlatmışsınız, bunu söylemeyi atlamışsınız gibi. Bunların hiçbir önemi yok. 400 yıllık korkunç bir muamelenin Afro-Amerikalılar için ne anlama geldiği ve geriye nasıl bir miras bıraktığı konusunda çok güçlü bir farkındalık yaratıyordu. Gerçekten büyük bir ilerleme. Bundan birkaç sene evvel buna benzer hiçbir şey göremezdiniz. Bütün bunlar ileriye doğru atılmış adımlar.
DB: Kapitalizmin Sonuçları’nda toplumsal değişim hakkındaki bölümü Karl Marx’ın yaşlı köstebeğiyle bitiriyorsunuz: “Birden ortaya çıkmak üzere yer altında çalışmayı gayet iyi bilen eski dostumuzu, yaşlı köstebeğimizi tanıyoruz” diyor Marx: “devrim”.
NC: Marx’ın, yüzeyin hemen altında yer alan böyle bir devrimci ruh imgesi vardı. Hume’a geri dönecek olursak, rıza vardır ve güç rızaya dayanır. Fakat bu rızanın altında şöyle diyen bir akıntı da vardır: “Gerçekte istediğim bu değil. Bir efendi tarafından yönetilmek istemiyorum.” Bu akıntının, önündeki engeli yıkıp ortaya çıkması çok uzun sürmez. Bu gerçekleştiğinde ise bir toplumu gerçekten ileriye doğru götüren türde değişimler olur.
Dolayısıyla yaşlı köstebek orada oyuklar kazıp durur ve birçok yoldan ilerleyebilir. İşçi hareketinin ilk dönemine bakın, bütün bir 19. yüzyıla ve Sanayi Devrimi’nin ilk başlarına. İşçi hareketinin ana teması, bir işinizin olmasının kişisel haklarınıza ve haysiyetinize korkunç bir saldırı anlamına gelmesiydi. Bir işe girmek, olmasını istediğiniz bir şey değildi. Ancak yapmaya zorlanabileceğiniz bir şeydi, ama bir insan olarak haysiyetinize, özgür bir insan olarak haklarınıza yönelik bir saldırıydı. Bir işe girmeniz demek, uyanık olduğunuz yaşamınızın büyük kısmını bir efendinin emirleri altında yaşamaya zorlanmanız demekti. Bunun hiçbir şekilde harika bir tarafı yoktu. 19. yüzyıl sonlarında vasıflı işçilerin çok canlı bir işçi sınıfı basını vardı. Zamanla insanların haklarına yönelik bu saldırıya boyun eğmeyecekleri, bir efendiye tabi olmak gerektiği fikrini normal bir şey gibi kabul etmeyecekleri yolundaki umutlarını dile getiriyorlardı. Eğer o günler gelecekse, çok uzun zaman sonra gelmesini ümit ediyorlardı.
Evet, işte o günler geldi. İnsanlar bir iş sahibi olmanın hayattaki en harika şey olduğunu düşünüyor. Fakat ben Marx’ın yaşlı köstebeğinin yüzeyin hemen altında olduğunu düşünüyorum. Eğer bunu düşünme fırsatınız olursa; bir efendiye tabi olmak zorunda olmadığınızı, yaşamınızı kendiniz yönetme, girişimlerinizi kendiniz yönetme imkânına sahip olduğunuzu fark etme fırsatınız olursa, köstebek yüzeye çok yaklaşmış demektir. Ben çocukken Büyük Buhran döneminde yapılan işyerlerini terk etmeme grevleri[xiii] şunu söylemeye doğru atılmış bir adımdı: “Patronlara ihtiyacımız yok, bu işyerini devralabilir ve kendimiz yönetebiliriz”, ki bu doğrudur.
Bu söylediklerim, tutumların değiştiği ve Yeni Düzen [New Deal][xiv] önlemlerine desteğin toplum genelinde gerçekten yükseldiği bir zamanda olmuştu. O zamanlar Yüksek Mahkeme, Yeni Düzen’in her önlemini bloke etmeye son vermişti. Sermayenin bazı kesimlerinin “bakın, bu yükselen gelişmelere uyum sağlamalıyız, yoksa başımız gerçekten belaya girecek” dediği zamanlardı bunlar. Ben bu eğilimin açığa çıkmaya devam ettiğini düşünüyorum. Az önce bahsettiğim Sonraki Sistem Projesi, işletmelerinizi kendiniz yönetebilirsiniz diyerek bu yönde ilerliyor. Şu veya bu işletmenin Çin’e taşınıp taşınmamasına New Yorklu bankacıların karar vermesi gerekmiyor. Buna siz karar verebilirsiniz: Söz konusu işletmeyi nasıl yönetmek istediğinize siz karar verebilirsiniz.
Çin ve Meksika’daki işçilerle dayanışma içinde karar verebilirsiniz buna. Hepiniz için yaşamı daha iyi kılmak gibi ortak çıkarlarınız var. Birçok sendikanın isminde “enternasyonel” geçiyor. Genellikle isimlerin fazla bir önemi yoktur, fakat çok şey demek olabilir ve öne çıkarılabilir. İçinde bulunduğumuz şu anda bu çok önemli. Enternasyonalizmin ön planda olduğu bir dönemdeyiz. Pandemiyle uğraşmak, küresel ısınmayla uğraşmak, bunlar uluslararası sorunlar ve hep birlikte çözmeliyiz. Yalnızca tek bir yerde çözemezsiniz. Sadece Batı’da küresel ısınmayı durduramazsınız, başka yerlerde sürer. Pandeminin sınırları yok. İşçi haklarının sınırları yok. Bu meseleler üzerinde birlikte çalışabiliriz. Meselelerin bu istikamete doğru yönelmesi gerekiyor.
[i] Dreyfus meselesi, Fransız ordusunda Yahudi kökenli bir yüzbaşı olan Alfred Dreyfus’un 1894’te vatana ihanet suçlamasıyla müebbet hapse mahkûm edilmesiyle başlar. Dreyfus, Fransız askeriyesinin sırlarını Paris’teki Alman Büyükelçiliği’ne iletttği gerekçesiyle mahkûm edilir. 1896’da bir soruşturmayla gerçek suçlu (binbaşı Walsin Esterhazy) ortaya çıkarılır. Buna karşın, yüksek rütbeli subaylar kanıtları örtbas eder ve askeri mahkeme Esterhazy’yi beraat ettirir. Ordu, uydurma belgelere dayanarak Dreyfus’a ilave suçlamalar yöneltir. Ardından Émile Zola, “İtham Ediyorum!” (J’Accuse!) başlıklı ünlü açık mektubunu yazar. Dreyfus meselesi 1894’ten, Dreyfus’un affedilip yeniden orduya alındığı 1906’a kadar Fransa’da derin bir politik bölünme yaratır. Kaynak: Wikipedia -ç.n.
[ii] “Gururlu Çocuklar” (Proud Boys), ABD ve Kanada’da politik şiddet olaylarına girişen, sadece erkeklerden kurulu, aşırı sağcı, neo-faşist politik bir örgütlenmedir. Gruba göre, erkekler ve Batı kültürü kuşatma altındadır. Beyaz nüfusun bilinçli olarak azaltıldığı yönündeki “Beyaz soykırımı” komplo teorisinden bazı unsurlar içerir. Grup son yıllarda başta Oregon, Washington ve New York’ta olmak üzere birçok şehirde şiddet içeren sokak mitinglerinde Antifa (anti-faşist hareket) ve diğer sol gruplarla çatıştı. Bu grupların üyelerine şiddet uyguladı. (Kaynak: Wikipedia İngilizce). -ç.n
[iii] Burada gönderme yapılan Jim Crow yasaları, 19. ve 20. yüzyılda ABD’nin güney eyaletlerinde çıkartılmış ırksal ayırımcı yerel yasalardır. Yasalar, ABD’deki yeniden yapılanma döneminde Siyahilerin elde etmiş olduğu politik ve ekonomik kazançlara karşı çıkartılmıştır. Kaynak: Vikipedi, Jim Crow yasaları. -ç.n.
[iv] Fillbuster: ABD’de Senato’da bir yasa tasarısı veya başka bir konuda karar verilmesini bloke etmek veya geciktirmek için çeşitli yöntemler kullanarak yasa tasarısını uzun uzadıya tartışmak veya geciktirici ye da engelleyici başka eylemlerde bulunmak için kullanılan enformel terim. Kaynak: US Senate -ç.n.
[v] Halk İçin Yasası (For the People Act) için kullanılan kısaltma. ç.n.
[vi] İng. Electoral College.Seçiciler kurulu, ABD’de başkan ve başkan yardımcısını seçmek üzere bütün eyaletlerde halk oyuyla seçilen 538 seçici üyeden meydana gelen bir kuruldur. Her eyalet, Senato ve Temsilciler Meclisi’ne göndereceği temsilci sayısına eşit sayıda seçici üye seçer. Başkan ve başkan yardımcısının seçilmesi için 270 veya daha fazla seçici kurul üyesi oyu gerekir. Kaynak: Wikipedia -ç.n.
[vii] Kitabın Türkçe çevirisi: çev. Onur Orhangazi, Ütopya Yayınevi, 2021.
[viii] Mondragon, İspanya Bask ülkesinde işçilerin mülkiyetindeki çok sayıda kooperatiften oluşan, aktif devir hızı bakımından İspanya’nın 7. büyük şirketler grubudur. 2016 sonunda, Mondragon’a bağlı 257 şirkette 74 binden fazla işçi çalışıyordu. Mondragon kooperatifleri, hümanist bir işletme anlayışını, bir katılım ve dayanışma felsefesini ve ortaklaşa paylaşılan bir işletme kültürünü ilke edinir. Ortalamada yöneticilerin ücreti, fabrikalardaki işçilerin ücretinin beş katından daha yüksek olamaz. Yine de Noam Chomsky’nin bir söyleşide en ileri model olan Mondragon’un işçi mülkiyetinde olduğunu, fakat işçiler tarafından yönetilmediğini vurgulaması önemlidir. Chomsky, şirketin kaçınılmaz olarak piyasa sisteminde çalıştığı için Güney Amerika’daki işçileri sömürdüğüne dikkat çeker. Kaynak: Wikipedia -ç.n.
[ix] İng. Rust Belt. ABD’de çoğunlukla Orta Batı’da ve Büyük Göller’de yer alan bir bölgedir. Pas Kuşağı, bir zamanlar güçlü olan sanayi sektörünün daralmasından ötürü sanayisizleşme ya da ekonomik düşüş, nüfus azalması ve kentsel bozulmayı ifade eder. Kaynak: Wikipedia -ç.n.
[x] Sonraki Sistem Projesi web sitesinde inisiyatifin amacı şöyle açıklanıyor: “Sonraki Sistem Projesi, ABD’nin şimdi ve gelecek yıllarda karşılaşacağı sistemik sorunları ele almak için cesur düşünme ve eylemi amaçlayan The Democracy Collaborative’in bir inisiyatifidir. Sadece üçünü sayacak olursak, derin ekonomik eşitsizlik krizleri, ırksal adaletsizlik ve iklim değişimi karşımızda duruyor ve sistemik sorunlar sistemik çözümler gerektiriyor. Geniş bir araştırmacı, kuramcı ve aktivist grubuyla çalışarak bir yandan en iyi araştırmayı, anlayışı ve stratejik düşünceyi kullanıyor, diğer yandan da sahadaki örgütlenme ve gelişme deneyiminden faydalanıyoruz. Bu yolla, geçmişte ve şimdiki başarısız sistemlerden radikal şekilde farklı, üstün nitelikli toplumsal, ekonomik ve ekolojik sonuçlar sunabilecek bir ‘sonraki sisteme’ işaret eden vizyonları, modelleri ve yolları teşvik ediyoruz.” Kaynak: The Next System -ç.n.
[xi] Alexandria Ocasio-Cortez (AOC), 2020 seçimlerinde New York’tan yeniden Temsilcileri Meclisi’ne seçildi. Ocasio-Cortez, Rashida Tlaib’in yanı sıra ABD Kongre’sine seçilen ilk kadın Amerika Demokratik Sosyalistleri (DSA) örgütü üyesidir. Herkes için ücretsiz bir sağlık sigortası sistemini, ücretsiz üniversite eğitimini, federal devletin herkese iş sağlamasını, Yeni Yeşil Düzeni ve ABD Göç ve Gümrükler Uygulaması’nın kaldırılmasını savunmaktadır. Kaynak: Wikipedia -ç.n.
[xii] “1619 Projesi, Ağustos 2019’da, yani Amerikan köleciliğinin
başlangıcının 400. yıldönümünde The New York Times Magazine tarafından başlatılan ve halen devam eden bir inisiyatifidir. Proje, köleciliğin sonuçlarını ve Siyah Amerikalıların katkılarını ulusal anlatımızın tam merkezine koyarak ülke tarihine yeni bir çerçeve kazandırmayı amaçlıyor. Kaynak: New York Times -ç.n.
[xiii] İng. sit-down strike. İşçilerin, bir grev anlaşmayla sonuçlanıncaya kadar işyerlerini işgal etmesi ve çalışmayı reddetmesi. -ç.n.
[xiv] Yeni Düzen, ABD Başkanı Franklin D. Roosevelt tarafından 1929 Büyük Buhranı’nın yıkıcılığıyla baş etmek üzere 1933-1939 arasında uygulanan politikalardır. Geleneksel Amerikan “bırakınız yapsınlar” anlayışına karşı hükümetin düzenlediği bir ekonomi anlayışını benimser. Devlet, işsizliği azaltmak için büyük altyapı projelerine girişir. Yeni Düzen, Başkan’a, adil olmayan ticari faaliyetlere son verme, asgari ücretler ve azami çalışma saatleri belirleme ve işçilere toplu pazarlık hakkı tanımak üzere sanayiye kurallar getirme yetkisi verir. 1929’daki borsa çöküşünü ve banka iflaslarının tekrarını önlemek için ülkedeki finansal hiyerarşiyi düzenlemeye çalışır. Çiftçilere nakit sübvansiyonlar yoluyla temel ürünlerin üretimini kontrol ederek tarım ürünlerinin fiyatını yükseltmeyi amaçlar. Ulusal İşçi İlişkileri Kurulu (NLBR) tesis edilerek sendikalar güçlendirilir. Yeni Düzen’in en ileri programları, bir tür sosyal sigorta, işsizlik ücreti ve engellilik sigortası getirmesidir. İş dünyasının Yeni Düzen’in “sosyalist eğilimlerine” direnmesine karşın, reformların çoğu ulusal düzeyde giderek kabul görür. Kaynak: Britannica -ç.n.