Bu yılın başlarından beri bültenlerimizde tartıştığımız gibi, kilit eyaletlerdeki önemli Arap ve Müslüman Amerikalı seçmen grupları (ve genel olarak soldaki seçmenler), Gazze ve Lübnan’daki genişleyen savaşta İsrail hükümetine devam eden ABD finansmanı ve askeri desteği nedeniyle – bunun Cumhuriyetçilerin önerdiği pozisyondan pek bir farkı olmadığını düşünüyorlar – Demokratik adaya desteklerini çektiler. Kamala Harris çatışmayı sona erdirme arzusunu güçlü bir şekilde dile getiriyor, kilit sol ve Arap Amerikalı liderler, seçimdeki en önemli görevin Trump’ı durdurmak olduğunu, üçüncü parti adayına oy vermenin herhangi bir başarı şansı olmadığını savunuyorlar. Risk bu kadar yüksekken, protesto oyu, en başta protesto hakkının kendisine aykırı düşüyor.
Önde gelen iktidar analisti ve eleştirmeni, muhtemelen geç 20. ve erken 21. yüzyılın en görünür sol entelektüeli olan Chomsky, uzun kariyeri boyunca ABD elitlerinin uzun süredir dış politika konusunda tehlikeli bir fikir birliği içinde olduğu fikrini sıkça dillendiren biri olarak, aynı zamanda, bu analize dayanan seçim eylemsizliğine karşı en yüksek sesle argüman sunanlardan biri oldu. Bu bültende ve başka yerlerde, yurtiçinde faşizme karşı oy vermenin dış politikada herhangi bir ilerlemenin ön koşulu olduğunu savundu. Demokrat Parti’ye ne tür bir mesaj verilmek istenirse istensin, faşist bir rejimin iktidara gelmesine izin vererek kazanılacak hiçbir şey yok, bu yüzden protesto hakkınız için oy verin (ve bu seçimde bu, sizin aynı fikirde olmama hakkınızı savunmaya devam eden tek aday olan Kamala Harris’e oy vermek anlamına geliyor).
Chomsky’nin yeni bir kitabı çıktı, “Amerikan İdealizmi Miti: ABD Dış Politikası Dünyayı Nasıl Tehlikeye Atıyor” (The Myth of American Idealism: How U.S. Foreign Policy Endangers the World). Current Affairs editörü Nathan J. Robinson ile birlikte yazıldı. 2023’te geçirdiği ve çalışmasını engelleyen felcin ardından Chomsky kamusal hayattan çekildi, bu yüzden bu muhtemelen onun son özgün eseri olacak. 2022’de Robinson ile tamamlanan işbirliklerinden, notlardan ve Robinson’ın son sözünden derlenen bu kitap, tam zamanın tamamlanmış bir zaman kapsülü gibi. Kitabın bölümleri, uzun bir süredir dile getirilen Chomsky argümanlarını günümüz koşullarında ele alıyor ve yeni nesil okuyucular için güncelliyor.
Aşağıda kitaptan bir alıntı ile beraber; Robinson ile kitabın amacı, Chomsky’nin mesajının neden hâlâ yankı bulduğu ve çalışmalarının neden hâlâ bir eylem çağrısı ve Amerika’da faşizme karşı oy kullanma çağrısı olduğu hakkında yaptığımız sohbetin bir bölümünü sunuyoruz.
Kitabın hikayesi nedir ve nasıl ortaya çıktı? Bu muhtemelen Chomsky’nin son kitabı olacak, peki bunun ne başarmasını umuyorsunuz?
Ben bu projeyi Profesör Chomsky’ye 50 yılı aşkın süredir verdiği o çok önemli mesajın, kesin ve net bir ifadesini istediğim için önerdim. Alt başlık “ABD Dış Politikası Dünyayı Nasıl Tehlikeye Atıyor”. Chomksy, bu ülkede başkalarının bizi nasıl gördüğünü anlamaya başlamazsak ve davranışlarımızı farklı şekilde algılamayı öğrenmezsek ve kendimize anlattığımız kendimizi haklı çıkaran mitlerin ötesini göremezsek, bir tehlike oluşturduğumuz konusunda bizi onlarca yıldır uyarıyor.
Birleşik Devletler’in iyinin yanında olduğuna ikna edilen, ancak aslında kendisinin iddia ettiği ve bence kanıtladığı gibi, muazzam miktarda kötülük, yanlış ve zarara yol açtığı tüm örnekleri inceliyor. Ve bence bu oldukça acil bir mesaj.
Bir yanda korkunç şeyler yapan iyi niyetli kamu görevlileri var. Diğer yanda, her ne kadar aksini iddia etseler de, aslında korkunç hedefleri olan insanları buluyorsunuz. Bunların ikisi de Amerikan dış ve iç politikasında iş başında. Bu gerilim hakkında ne düşünüyorsunuz?
Ben bu bulmacayla Chomsky’den daha çok ilgileniyorum. Çalışmaları hakkında çok kışkırtıcı bulduğum ve bana ilginç gelen şeylerden biri, aynı zamanda bu kitabı bir kitaptan daha çok kendi bakış açısının bir ifadesi haline getiren şeydir; Her zaman insanların gerçek motivasyonlarının ne olduğunu bulmakla pek ilgilenmediğini iddia eder -ve bence bu üzerinde uğraşmaya değer. O sonuçlarla ilgileniyor ve eylemleri, ahlaki olarak öngörülebilir sonuçlarına göre değerlendirmemiz gerektiğini söylüyor. İnsanlık tarihindeki en kötü suçluların bile her zaman erdemle ilgili bir hikayesi vardır ve onların samimi veya iyi niyetli olup olmadıklarını bilmek imkansızdır.
Sıkça sorduğu soru şudur: Mao milyonlarca Çinliyi aç mı bırakmaya çalışıyordu? Fark eder mi? Bu sonucun ortaya çıkmasını istememiş olması, suçlarını hafifletecek bir şey midir? Putin, Ukrayna’da Nazilerle savaştığına samimiyetle inanıyor mu? Ve buna samimiyetle inanıyorsa, bu onun eylemlerine ilişkin ahlaki değerlendirmemizi etkiler mi?
Ve cevap muhtemelen hayır. Korkunç suçlar işlediğini düşündüğümüz kişileri analiz ederken gerçekten bu değerlendirmeleri yapmıyoruz. Sadece kendi politikacılarımız söz konusu olduğunda “Eh… niyetleri iyiydi” diyoruz.
Kitapta Marco Rubio ve Samantha Power arasında geçen bir diyalog yer alıyor. Rubio’nun soruları kötü niyetli olduğu kadar Power’ın cevapları da hayli kötü niyetli olduğu için ilginç bir konuşma.
Bu konuşmada olan şey – bu Power’ın 2013’teki onay duruşması sırasında gerçekleşiyor – Power’ın Amerika Birleşik Devletleri’nin birden fazla suç işlediğini yazmış olmasıdır. Ve Marco Rubio onun Amerika Birleşik Devletleri’nin hangi suçları işlediğini düşündüğünü söylemesini sağlamaya çalışıyor. Power da bu sorudan kaçıyor. Birleşik Devletleri’nin işlediğini söylediği suçlarını açıklamıyor. Bunun yerine, “Yani, hatalar yapıyoruz. Mükemmel değiliz. Dünyanın en büyük ülkesi olduğumuzu düşünüyorum ama mükemmel değiliz” gibi bir söyleme sığınıyor.
Chomsky’nin uzun zamandır öne sürdüğü argümanlardan biri şudur; ana akım söyleme yakından bakarsanız Amerika Birleşik Devletleri suç işleme yetisine sahip olmadığına dair bir fikir birliği olduğunu fark edeceksiniz, çünkü suç kötü niyet gerektirir ve bizim kötü bir niyetimiz yok. Bu nedenle biz sadece, hatalar ve asil yanlışlar yapabiliriz.
ABD tarafından bir İran yolcu uçağının düşürülmesinden sonra – bu çok büyük bir ihmalkarlıktı; kasıtlı değildi – George H.W. Bush “Amerika adına asla özür dilemeyeceğim” dedi. Ve bu resmi doktrindir. Özür dilemenin kötü bir şey olduğu fikri, ki bu da anlamanın kötü bir şey olduğunu ima ediyor.
Peki Chomsky’nin siyasi söyleme, medyanın siyaset hakkındaki söylemine yönelik eleştirisi bu yeni dünyada nasıl işliyor?
Bu kitap aslında o soruyu yanıtlamaya çalışıyor ya da en azından yeni bir çağdaki birçok yeni okuyucuya bu soruyu öneriyor. Çin etrafında dolanan söylemden ve Demokratlar, Cumhuriyetçiler ve büyük haber kuruluşları tarafından, Çin algısının nasıl potansiyel bir savaşa hazırlanmamızı gerektirecek kadar bir tehdit olarak inşa edildiğinden bahsediyoruz.
Chomsky ve Edward Herman Rıza’nın İmalatı‘nı yazdığında bunu görmek daha kolaydı, o zamanlar üç büyük haber ağı ve The New York Times vardı. Bir medya analizi yapmak isterseniz, Times’da söylenenlere, haber ağlarında söylenenlere bakabilir ve sonra “Medyanın söylediği bu” diyebilirdiniz. Medyanın ne söylediğine dair bu sonuçlara varmak artık biraz daha zor çünkü medyada büyük bir parçalanma var.
Bizi savaşlara sürükleyen mekanizmaların çoğu İkinci Dünya Savaşı’ndan günümüze kadar değişmedi. Bu mekanizmalarla ilgili sorunlardan biri, özellikle sol görüşlü insanların ülke içinde demokrasiden uzaklaşmasına yol açmasıdır. Bu durum, dış politikadaki sorulara karşı fikir birliği içinde olan “tek parti” algısal bütünlüğü içinde olan seçmenler için çok sorunludur.
Dış politikaya ilişkin görüşünüzü içeride olup bitenlerle bir şekilde uyuşturmanın bir yolunu bulmanız gerekiyor, aksi takdirde kendinizi sistemin ve herhangi bir şeyi etkileme yeteneğinizin dışına itersiniz.
Bir yandan, Chomsky her iki partinin de birçok konuda temel bir fikir birliği içinde olduğu fikrinin ana savunucularından biri olmuştur. Ve aralarındaki farklar genellikle marjinaldir.
Öte yandan, Trump yerine Biden’a oy vermek istemeyen solcularla en sert şekilde tartışanlardan biriydi çünkü Donald Trump’ı insanlık tarihindeki en kötü suçlu olarak tanımlamıştı. Ve evet, Adolf Hitler’in varlığının farkında. Şöyle diyor: “İklim felaketinin iklim sonuçları çok ciddi olacağı için, aslında, Trump’ın sebep olacağı nihai yıkım daha da kötü olabilir.” Yani konuyu şu şekilde bağdaştırıyordu; evet, dış politikada güçlü ortaklıklar var, ama marjinal farklılıklar, insanlar üzerindeki etkileri açısından oldukça büyük etkiler yaratabilir.
Ve bu etkiler marjinal olmaktan çok uzak. Dobbs‘dan beri kadınlar, Amerika Birleşik Devletleri’nde zaten ikinci sınıf vatandaş oldular. Cumhuriyetçi cenahtan duyduğumuz tüm politika önerilerinde derin bir faşist ırksal temel var. Chomsky’ci bir bakış açısından bakınca, siyasi bir fark yaratmak isteyen, partiler arasındaki dış politika fikir birliğinin sürdüğünden endişe duyan biri için bir sonraki adım nedir?
İşlerin nasıl olabileceğine dair farklı bir vizyon inşa etmelisiniz. Bu vizyon, günah keçisi ilan etmemeli, nefrete dayanmamalı. İnsanların evlerinin her an bir kasırgada yıkılabileceği, her an işlerini kaybedebilecekleri veya bir gün sağlık hizmetlerinden yararlanamayacakları bir geleceğe ilişkin samimi endişelerine ve korkularına yanıt vermeli.
Haitilileri işaret edip “Bunların hepsi onların suçu.” demek yerine, insanların endişelerini gerçekten ciddiye alan bir şeye sahip olmalısınız. Bu, bir hareket inşa etmek anlamına geliyor. Chomsky’ci bir pozisyon olarak adlandırabileceğiniz şeyin temel yapı taşlarından biri, protestoların hükümetleri harekete geçirebileceği veya en azından hükümetler içinde etki gücü olan insanları harekete geçirebileceği inancıdır. Trump yıllarında protesto yeteneğini sınırlamaya yönelik birçok hareket olmuştu.
Yani evet, gerçek ve tehlikeli kısıtlamalara odaklanabilirsiniz. Öte yandan, bu kitabın son bölümünün ana noktalarından biri, ülkeyi daha iyi hale getirmek için inanılmaz derecede zor koşullar altında çok sıkı çalışan insanların omuzları üzerinde durduğumuzdur.
Chomsky’nin sıklıkla Amerikan karşıtlığıyla suçlandığını biliyorsunuz. Buna cevaben söylediği şeylerden biri de şudur; “Aslında, Amerikalıların inşa ettiği birçok şeye hayranım. İfade özgürlükleri için savaştılar. Medeni hakları ve özgürlükleri için savaştılar.” Kitapta “Harekete geçme sorumluluğu” başlıklı bir bölüm var. Aktivist hareketlerin kazandığı bazı zaferleri inceliyor. İnsanların umutsuzluğa ve çaresizliğe kapılmalarını önlemek isterim, çünkü orada bakabileceğimiz ilham verici bir tarih var aslında
Asıl mesele, kendi ülkenizi eleştirmenin sizin kendi işiniz olmasıdır. Bu Anayasa’daki İlk Düzenleme’ydi, değil mi? Siz ülkenizi eleştirmiyorsunuz bile. Bu resmen devlettir. Konuştuğumuz tüm bu şeyler, devlet ve bazen kurumsal gücün eylemleridir. Bunu ülkenin bir eleştirisi olarak görmek bile başlı başına bir hatadır.
Mitolojiler Nasıl Üretilir
George Orwell, Hayvan Çiftliği’nin yayımlanmamış önsözünde, geniş bir ifade özgürlüğünün olduğu yerlerde bile “popüler olmayan fikirlerin” sansürlenmesinin nasıl gerçekleşebileceğine dair akıllıca gözlemlerde bulunmuştur. Orwell bugün, totaliter distopyalarda düşüncenin zorla kontrol edilme biçimine yönelik eleştirisiyle ünlüdür. Özgür toplumlar hakkındaki faydalı tartışması daha az bilinir. Bu tür toplumlarda, der, sansür devlet tarafından zorlanmaz. Yine de var olur ve “hakim ortodoksluk”tan ayrılan fikirleri susturmada etkilidir. Orwell, bunun nasıl işlediğini açıklarken, tabi olma ve uyum sağlama değerlerinin içselleştirilmesini ve “belirli önemli konularda dürüst olmamak için her türlü nedeni olan zengin adamlar” tarafından basının kontrol edilmesini örnek göstermiştir.
Orwell, demokratik bir toplumun yine de entelektüel uyumu nasıl üretebileceği ve popüler olmayan görüşleri bastırabileceği konusunda keskin bir kavrayışa sahipti. Basın, hükümetin ona müdahale etmemesi anlamında özgür olabilir. Ancak basını elinde tutanlar belirli bakış açılarını yüceltmemeyi seçerse, bu bakış açılarının kamuoyuna ulaşma şansı çok azdır. Bu tür seçimler her gün yapılır ve rasyonel olarak bilginin medyayı elinde bulunduranların önyargılarını ve çıkarlarını yansıtmasını bekleyebiliriz. Filozof John Dewey benzer bir mekanizma tanımladı. “Özgür olmayan basınımız”dan bahsederken, “mevcut ekonomik sistemin tüm tanıtım sistemi üzerindeki zorunlu etkisi; haberin ne olduğu yargısı, yayınlanan konuların seçimi ve elenmesi, haberlerin hem yazı işleri hem de haber sütunlarında ele alınması” üzerinde durdu. “Mevcut ekonomik rejim altında gerçek entelektüel özgürlük ve toplumsal sorumluluğun ne kadar büyük ölçekte mümkün olduğunu” sormalıyız. (Ona göre çok da büyük değil.)
Amerika Birleşik Devletleri, yasal olarak söylenebilecek şeyler konusunda dikkate değer derecede özgür bir ülkedir. Bununla birlikte, Orwell’in tanımladığı mekanizmalar hala işliyor ve gerçekte duyulan ve okunan şeyleri şekillendiriyor. Büyük medya kuruluşları sundukları görüşlerde tekdüze değiller ve tüm devlet politikalarını refleksif olarak onaylamıyorlar, ancak ABD elitlerinin varsayımlarını ve bakış açılarını güvenilir bir şekilde yansıtıyorlar. Ateşli eleştiri ve tartışmalar içeriyorlar, ancak yalnızca bir varsayımlar ve ilkeler sistemi doğrultusunda. Bunlar güçlü bir elit konsensüsü oluşturur ve bireysel aktörler çoğunlukla bilinçli farkındalık olmadan bunları içselleştirmiştir.
ABD siyasi söyleminde yaygın olan bu tür ifade edilmemiş varsayımlardan biri, Birleşik Devletler’in dünyanın geri kalanına hükmetme konusunda doğal bir hakkı olduğu görüşüdür. Aslında, önde gelen liberal yorumcu Matthew Yglesias bunu “tartışmasız bir öncül” olarak adlandırır ve “sol kanat entelektüelleri”nin birkaçı dışında, ABD’nin yönetme hakkının aksiyomatik olarak kabul edildiğini söyler. “Birleşik Devletler benim tüm hayatım boyunca dünyadaki bir numaralı güç oldu” diyor ve “bu durumun arzu edilir olduğu ve devam etmesi gerektiği fikri, bugün Amerikan siyasetinde söyleyebileceğiniz en az tartışmalı şeylerden biridir.” Yglesias, bu öncülü kabul eder ve tartışmaya gerek olmadığını düşünür, çünkü bu konu su götürmez. Sadece hiçbir “seçilmiş yetkilinin” bu görüşe itiraz etmediğini, aynı zamanda ABD medyasında neredeyse hiç itiraz edilmediğini de ekleyebilirdi. ABD’nin güç kullanımının bilgeliği hakkında tartışmalar olsa bile, ABD’nin güç kullanma hakkına sahip olup olmadığı konusu nadiren sorgulanır.
Irak’ı ele alalım. Irak işgali kontrolden çıkmış bir kan gölüne dönüşmeye başladığında, ABD medyasında savaşa dair çok sayıda eleştiri vardı. Ancak Anthony DiMaggio’nun “teröre karşı savaş” hakkındaki medya haberlerine dair yararlı bir çalışmada belgelediği gibi, ana akım liberal yorumcuların eleştirileri savaşın ilk etapta meşru olup olmadığına değil, savaşın etkili bir şekilde yürütülüp yürütülmediğine odaklanıyordu. The New York Times‘tan Bob Herbert, savaşı “kötü yönetilmiş”, “sürdürülemez” ve “kazanılamaz” olarak nitelendirdi ve “tutarlı bir strateji”” olmadığını söyledi. Los Angeles Times editörleri, “korkunç derecede beceriksizce yapılmış bir işgali” eleştirdi, sorun işgal değil beceriksizlikti. Demokrat stratejist Paul Begala, Bush’un cephede “yeterli askeri olmadığını” söyledi. DiMaggio, bu görünüşte “savaş karşıtı” eleştirilerin aslında savaş yanlısı eleştiriler olduğunu, çünkü “düzeltilirse daha sorunsuz işleyen bir işgale ve savaş çabasına katkıda bulunabilecek askeri hataları” vurguladıklarını gözlemliyor. Ancak DiMaggio, “eğer savaş emperyal ve ahlaksızsa, demokrasiyi desteklemekten ziyade petrol üzerinde kontrol sağlamak için tasarlanmışsa, o zaman neden yönetime etkili bir şekilde savaşmadığı için saldırıyorsunuz? Amerikalılar daha ilk başta baskıcı bir emperyal savaşı ‘kazanmaya’ veya ‘yönetmeye’ çalışmaması gerekirken, neden savaşın ‘kazanılamaz’ veya ‘kötü yönetildiği’ konusunda şikayet ediyorsunuz?” diye soruyor.
Amerika Birleşik Devletleri’nin hedeflerine ulaşmaya çalışırken hatalar yaptığını öne sürmek kabul edilebilir, ancak hedefler hakkında bir tartışma yoktur. Bu nedenle, örneğin, New York Times, Vietnam Savaşı’nın ardından yazılan savaşı değerlendiren bir başyazıda, tartışmanın kapsamını tanımladı. Times, “Savaşın . . . farklı şekilde yürütülebileceğine inanan Amerikalılar var,” diye yazdı, “diğerleri ise “Komünist olmayan Vietnam’ın her zaman bir mit olduğuna” inanıyor. “Devam eden tartışma,” diyorlar, çözümlenmedi. Şahinler kazanabileceğimizi söyledi. Güvercinler kazanamayacağımızı söyledi. Bu gerekçelerle bir tartışma yapılabilir. “Yanlış yönlendirilmiş,” “trajik” ve “hata” kelimeleri yorumlarda tekrar tekrar geçer.
Peki ya başka bir olası pozisyon: Amerika Birleşik Devletleri’nin başlangıçta Vietnam’a müdahale etmek için hukuki veya ahlaki bir hakkı olmadığını iddia etmek. ABD, “Güney Vietnam halkının kendi hükümet biçimine karar verebileceğini” ummadı, aksine demokrasinin ortaya çıkmasını engelledi. Fransa’nın ülkeyi yeniden fethetme girişimini destekleme veya 1954 Cenevre Anlaşması’nı ihlal edip seçimler yoluyla Vietnam’ın yeniden birleşmesine karşı çıkma hakkı yoktu. “Kazanabilir miydik?” sorusu basında tartışılırken, – “Deneme hakkımız var mıydı?”, “Suçlu saldırganlığa mı bulaştık?” ve “Hukukdışı bir saldırganlık savaşı yürütenler için ne zaman savaş suçları davaları olacak?” – gibi doğru sorular tartışılmıyor. Bu sorular, Times‘ın temel kurallarını belirlediği tartışmanın dışında tutuluyor.
Princeton Üniversitesi’nde tarih ve kamu işleri profesörü olan Julian E. Zelizer, Foreign Policy‘de hakim görüşü dile getirerek, tarihimizdeki “tek değişmez” şeyin “başkanların ulusal güvenliği ele alırken sıklıkla gözden kaçırma, yanlış hesaplama ve hatta ciddi hatalar yapması” olduğunu yazar. Gözden kaçırmalar. Yanlış hesaplamalar. Hatalar. Amaçlar sorgulanmaz. Sadece bunlara ulaşmanın araçları sorgulanıyor, ki bu araçlar da pervasızca olabilir. ABD savaşlarının tarihine bakıldığında, ABD’nin küresel gücünün meşruiyetini varsayan benzer dar taktik tatışmalar görülebilir. Yelpaze, savaşın başarılı bir şekilde yürütüldüğünü savunanlardan, savaşın kötü yönetildiğini düşünenlere kadar uzanır. (Bu, Rusya’da Ukrayna’daki savaş etrafında var olan tartışma yelpazesinin aynısıdır. Putin’in savaşı etkili bir şekilde yürütmediği için sert eleştiriler var, ancak en başta savaşı başlattığına yönelik değil.) Bir savaşın kazanılabilir olup olmadığı veya bir hata olup olmadığı konusundaki tartışmaların aslında savaşın kendisiyle ilgili tartışmalar olduğunu düşünmek yanlıştır. Sonuçta, Hitler’in generalleri bile onun savaşını hataları nedeniyle eleştirebilirdi; yani, istenen hedeflere ulaşamaması nedeniyle. Bunu, Führer’in kendisinden daha az fanatik olmayan bir Nazizm bağlılığıyla yapabilirlerdi. Alman örneğinde, stratejik eleştirilerin altta yatan amaca yönelik eleştiriler olmadığını fark ediyoruz; bu eleştiriler aslında, ona desteğe dayanırlar. Oysa ABD’de, dış politikamızı eleştirmek için yapılan birçok şey aslında sadece stratejik eleştiriden ibaret olup, ABD’nin anayasal olarak suç işleyemeyeceği yönündeki iki partili mutabakata dayanıyor.
Taktikleri sorgulayan ama hedefleri sorgulamayan liberal “güvercinlik” türü, ABD destekli Kontraların 1980’lerde Nikaragua’yı terörize ettiği dönemde basında çokca bulunurdu. Örneğin Washington Post, Kontralara verilen desteği taktiksel gerekçelerle eleştirdi. Nikaragua’nın çatışma gerektiren Sovyet tarzı bir tehdit olduğu gerçeği “verili”ydi. Reagan yönetimini yankılayan gazetenin yayın kurulu, Sandinistaları “Nikaragua’daki iç barış ve demokrasi ile bölgenin istikrarı ve güvenliği için ciddi bir tehdit” olarak değerlendirdi ve “Sandinistaların saldırgan hamlelerini . . . sınırlamamız” gerektiği konusunda hemfikirdi. Ancak “kontra gücünün uygulamaya konabilecek yararlı bir araç olmadığını” düşünüyorlardı. Nikaragua hükümetini baltalamak için “mevcut en iyi yol” değildi. Güç kullanımımızın meşruiyeti tartışmaya açık değildi.
Afganistan savaşı liberal eleştirmenler arasında aynı türden endişelere yol açtı. MSNBC, Demokrat Parti’yi destekleyen liberal bir ağ olarak kabul edilir. Uzun süre ağın önde gelen sunucusu olan (ve kendini “ulusal güvenlik liberali” olarak tanımlayan) Rachel Maddow, ABD’nin Afganistan’daki savaşını fazlasıyla eleştirdi. Ancak taktiksel nedenlerle. Maddow, “Eğer bizim eylemlerimizin, yani 2010’daki Amerikan eylemlerinin Afganistan’da gerçek bir hükümet olma olasılığını artıramayacağına inanıyorsanız, o zaman Amerikalılardan Afganistan’da ölmelerini istemek yanlıştır.” sonucuna vardı. Başka bir deyişle, ahlaki değerlendirmeler başarı şansımız etrafında dönüyor, Afganların hakları etrafında değil.
ABD savaşları sona erdiğinde, savaşların birer hata olup olmadığı dışında, neredeyse hiç ulusal öz değerlendirme yapılmaz. Gördüğümüz gibi, Ken Burns’ün anlatılarında örneklenen Vietnam Savaşı hakkındaki popüler anlatılar, savaşın “yanlış anlamalar, Amerikan aşırı özgüveni ve Soğuk Savaş dönemi yanlış hesaplamaları yüzünden iyi niyetli insanlar tarafından başlatıldığı” şeklindedir. Irak’taki katliam tırmanırken, The New York Times‘dan Nicholas Kristof, “Iraklılar, onları özgürleştirmek isteyen merhametli muhafazakarların iyi niyetleri için korkunç bir bedel ödüyorlar” diye yazdı.
ABD medya eleştirmenleri Adam Johnson ve Nima Shirazi’nin gözlemlediği gibi, medyanın ABD’nin güç kullanımına ilişkin geriye dönük karakterizasyonu, bunların “hoş olmayan, kusurlu, hatalı, ancak nihayetinde iyi niyetli, asil ve doğru bir imparatorluğun tesadüfi yan ürünleri” olduğudur. Savaşlarımız popülerliğini yitirdiğinde, “bir yorumculuk ve sözde tarih endüstrisi” ortaya çıktığını ve “bir kazaydı, yanılıyorlardı, kötü istihbaratları vardı, özgürlük ve demokrasi endişeleriyle hareket ediyorlardı” fikirlerini öne sürdüğünü gösteriyorlar. Johnson ve Shirazi durumu, bir avukatın müvekkilini birinci derece cinayetten değil de taksirle adam öldürmekten mahkum ettirmeye çalışmasına benzetiyor; bu gerekli çünkü ABD mitolojisinde, düşman devletler kötü şeyler yapan “Bond kötüleri” iken, biz masum iyilikseverleriz.
Birçok kritik konu ve soru basitçe gündeme getirilmiyor. Afganistan ve Irak neredeyse görünmez oldu. ABD’nin Irak’ta bir drone saldırısı düzenlediğini okuduğumuzda, Irak hükümetinin egemenliğinin ihlaline şiddetle karşı çıktığı bize söylenmiyor ve bu konuda hiçbir tartışma yapılmıyor. Haiti’den Laos’a kadar “müdahalelerimizin” uzun vadeli etkilerinden muzdarip olan ülkeler yüzeysel olarak ele alınıyor veya hiç ele alınmıyor. Dünyanın “insan sayılmayanları” sanki var olmayabilirlerdi.