Liderliğini Tayyip Erdoğan’ın yaptığı AKP-MHP-Ergenekoncu (ulusalcı) iktidar bloğunun memleketi içine soktuğu çok yönlü kriz insanları canından bezdirmiş durumda. Buna şüphe yok. Diktatoryal rejimin sınır tanımaz baskıları; ekonomide dipsiz kuyu halini alan, gittikçe derinleşen kriz; dış politikada aynı anda birçok cephede yürütülen askeri operasyonlara bel bağlayan talancı strateji, haklı olarak rejim değişikliği beklentilerini gün geçtikçe güçlendiriyor. Toplumun önemli bir kısmı, özellikle müzmin muhalif sekülerler post-Erdoğan döneminde ortalığın güllük gülistanlık olacağı umudunu taşımıyor elbet. Yine de demokratik hak ve özgürlükler üzerindeki baskının hafifleyeceği, yurtdışından para girişlerinin başlamasıyla ekonomide çarkların yavaş da olsa dönmeye başlayacağı, dış politikada Türkiye’nin yüzünü yeniden Batı’ya döneceği ve bunun sonucu olarak Batı’dan para akışının hızlanacağı, kültürel planda ise Batılı değerlerin toplum yaşamına yeniden nüfuz edeceği beklentilerinin güçlü olduğunu söyleyebiliriz.
Muhalefet partilerine baktığımızda ilk bakışta anlaşılması güç bir rehavet görüyoruz. Örneğin Kılıçdaroğlu açık açık, Saray rejimine karşı aktif bir muhalefete gerek olmadığını, zaten ekonomik krizin iktidarı gittikçe zayıflattığını söylüyor. Muhalefetin, özellikle CHP’nin nasıl bir tahayyülü olduğunu görmek zor değil: Giderek oy kaybeden AKP-MHP ilk seçimlerde iktidardan düşecek. Yerine Millet İttifakı partileri, büyük olasılıkla DEVA ve Gelecek Partilerinin de içinde olacağı bir koalisyon geçecek. Ekonomi yönetimi muhtemelen uluslararası finans kurumlarının gözbebeği Ali Babacan’a bırakılacak. IMF ile görüşmeler başlayacak, yabancı sermayenin talep ettiği hukuki ve kurumsal güvencelerin sağlanmasıyla IMF kredilerinin yanı sıra kısa ve uzun vadeli sermaye girişi de başlayacak. Böylece her şeyin başı olan ekonomide belirli bir rahatlamanın sağlanmasıyla memleketi yönetmek kabil olacak. ABD ve Batı bloğu nezdinde güven tazelenecek. “Batı boluğu Türkiye’yi desteklesin, biz de Ortadoğu’da Batı ile uyumlu bir politika izleyelim” minvalinde bir uzlaşma aranacak. Parlamenter sisteme dönülmesiyle tutuklu gazeteciler gibi Türkiye’nin imajını yerle bir eden, çok göze batan hak ihlallerine son verilecek. Kürt sorunu da CHP’nin hazırlayacağı rapor doğrultusunda, adres de TBMM olmak üzere üç vakte kadar “gündeme alınacak”.
Topluma, özellikle seküler kesimlere hâkim olan bu beklentilerin, bir başka deyişle şu veya bu derecede bir “liberal restorasyonun” ne kadar gerçekçi olduğunu tartışmak önemli. 18 yılını tamamlayan Erdoğan-AKP iktidarını küresel ve yerel standartlardan bir sapma, her nasılsa başımıza gelmiş bir “bela” olarak değerlendirirsek, tabii ki bu iktidardan kurtulunca az çok “normale” geri döneceğimizi hayal edebiliriz. Bu durumda vatandaşlar olarak büyük ölçüde kendi çabamızın dışında bir restorasyon gerçekleşecek demektir; o halde başımızı belaya sokmaktansa CHP’ye benzer şekilde “armut piş, ağzıma düş” stratejisi izlemek makul görünecektir. Diğer yandan, dünya dengeleri, dış ve iç dinamikler sayesinde liberal bir restorasyon hiç de kesin değilse, yani kendiliğinden “her şey daha güzel” olmayacaksa, o zaman şimdiden haklarımız, özgürlüklerimiz, insanca yaşam standartları için ve ekolojik yıkımın önüne geçmek için canımızı dişimize takarak çaba göstermek hem mantıklı hem de kaçınılmaz olacaktır. İstanbul Sözleşmesi’nden çıkmakla tehdit edilen, sırtı duvara dayanan kadınların hareketliliği bu bağlamda iyi bir örnek oluşturuyor.
Bu yazı, konunun çok boyutlu niteliğinden ötürü iddialı savlar öne sürmekten çok, beklenen liberal restorasyonun bazı yönlerini tartışma açmayı hedefliyor. Özellikle son yıllarda fazlaca ulus-devlet sınırları içine gömülmüş olan bakış açımızı küresel ve bölgesel trendleri hesaba katarak değiştirmeye katkı sunmayı amaçlıyor.
Dış politika: Keskin bir dönüş mümkün mü?
Bazı sorular zihnimizi açmak bakımından faydalı olabilir. Örneğin mevcut neo-İttihatçı dış politika Türk-İslamcı AKP-MHP iktidar bloğunun politikası mı, yoksa önemli bir süredir devlet politikası haline mi geldi?
Ben Türkiye’nin Suriye ve Libya politikalarının devlet politikası haline geldiğini düşünüyorum. Türkiye’nin, Libya’da Kaddafi rejiminin devrilmesine katılmasıyla başlayan, sonra Suriye’deki durumdan kazançlı çıkma perspektifiyle pekişen yayılmacı veya “alt-emperyalist” dış politikası muhtemelen sadece talan yoluyla kaynaklara el koymak türünden sübjektif bir hırsın sonucu değildi. Batı Bloğu’nun üyesi olan Türkiye, 2000’li yıllarda Batı’dan ve özellikle AB’den ciddi bir destek görmedi. 2005’te başlayan AB ile tam üyelik müzakereleri kısa sürede tavsadı. Daha 2005 ve 2007’de iktidara gelen Merkel ve Sarkozy, Türkiye için “imtiyazlı ortaklığın” daha uygun bir seçenek olduğunu ifade ettiler. Aslına bakılırsa bugün Türkiye’nin içinde bulunduğu çok yönlü krizin, AB üyeliğinin fiiliyatta reddedilmesiyle çok yakından ilgili olduğu söylenebilir.
Köprünün altından çok sular aktı. Türkiye yönünü, AB’ye tam üyelik yolundan Ortadoğu’ya çevirdi. “Yumuşak güç” kullanımıyla Büyük Ortadoğu Projesi’nin (ya da ılımlı İslam modelinin) liderliği denemesi, Arap Baharı’nın Suriye’de iç savaşa evrilmesiyle Tükiye’nin önüne “sert güç”, yani askeriyeyi kullanarak at koşturabileceği bir fırsat alanı çıkardı. Yayılmacı dış politika da zaten bu dönemde ete kemiğe büründü.
Asıl önemli dönüşüm, sadece bölgede değil dünyada da dengelerin ciddi şekilde değişmesiydi. Örneğin, ABD hegemonyasındaki gerileme ve ABD’nin Ortadoğu’dan çekilmeye başlaması, böylece bir güç boşluğunun oluşması, bu boşluğun da kısmen Rusya tarafından doldurulması son derece önemli bir değişimdi. NATO içinde ABD-Batı Avrupa ülkeleri arasındaki çatışma, Macron’un oldukça açık şekilde ifade ettiği gibi “NATO’nun beyin ölümü” tartışmasını beraberinden getirdi.
Sonuç olarak, iyice analiz edilmesi gereken bir dizi radikal dönüşümün sonucunda artık şöyle bir dünyada yaşamaya başladık: Türkiye, Libya’daki enerji kaynakları için NATO’nun başlıca ülkelerinden Fransa ile rekabet edebiliyor. ABD’nin yakın müttefikleri Fransa, Körfez ülkeleri ve Mısır karşısında, kendini Rusya’yı dengeleyici bir güç olarak sunup zaman zaman ABD’nin de desteğiyle Libya’da iç savaşın kaderini belirleyebilecek başlıca güçlerden biri durumuna gelebiliyor. Bundan 10 yıl önce böyle bir şeyi hayal dahi edemezdik.
Erdoğan-AKP döneminde Türkiye devleti birçok alanda oldukça maliyetli ve yüksek kazançlar vaat eden angajmanlara girdi. Örneğin, Suriye’de İdlip, Cerablus, El-Bab bölgelerinin bir tür sömürgeye dönüştürülmesi (buralarda TL kullanılıyor, Hatay ve Antep Valiliklerine bağlı idari bir teşkilatlanma var); Rojava’da Afrin’in ve Fırat’ın doğusunda Tel-Abyad ile Serekaniye arasındaki bölgenin işgali; Irak Bölgesel Kürt Yönetimi (IBKY) sahasında ciddi bir askeri varlığın tesis edilmesi ve nihayet Libya’da önemli bir askeri güç konuşlandırması.
Bu angajmanlar, Türkiye Cumhuriyeti’nin temel yapı taşlarını da yerinden oynattı. Yakınlara kadar laik ve Kemalist bir yapısı olan TSK, sahada selefi gruplarla, cihatçılarla iç içe geçmeye başladı. Suriye’den Libya’ya maaşları dolarla ödenen binlerce cihatçı transferi yapıldığını biliyoruz. Bu yapısal dönüşümde, Rojava’da Kürtlerin elde ettiği kazanımlara karşı selefi gruplarla işbirliğine gidilmesi belirleyici bir rol oynadı.
Bütün bunları göz önüne aldığımızda, ABD’nin yarattığı hegemonya boşluğunun ve AB’nin sahada bir güç olamayışının imkân tanıdığı bu yayılmacı, alt-emperyalist dış politikanın post-Erdoğan döneminde Erdoğan-AKP öncesi çizgiye dönmesini beklemek biraz naiflik olacaktır. Belki Türk-İslamcı, yeni-Osmanlıcı ideolojik vurgu azalır, Şam’da Emeviye Camii’nde namaz kılmak gibi uçuk hayaller gündeme gelmez. Fakat hegemonya boşluğunun kışkırttığı fırsatçılık, kolay yoldan ekonomiye kaynak aktarma ve enerji kaynaklarından pay kapma politikasının devam edeceğini öngörebiliriz. Tabii böyle bir dış politikanın iç politikayı militarize etmek gibi de bir sonucu var. Sonuç olarak, liberal bir restorasyonla yayılmacı-militarist dış politikanın bir kenara bırakılacağını ummak yerine, Rojava’yı da kapsayan barışçıl bir dış politika seçeneğini gündeme getirmek tek makul yol olarak önümüzde duruyor. Savaşçı bir dış politikanın bütün topluma, özellikle de emekçilere, ezilenlere faturasını vurgulamayı da ihmal etmeden.
Kürt sorununda “İsraillileşme” politikası, neoliberalizm koşullarında “liberal restorasyon” beklentisi
Öncelikle şunu belirtelim: Türkiye’de ve bölgede Kürt sorunu adil bir çözüme kavuşturulmadan ülkede anlamlı bir rahatlama beklemenin gerçekçi olmadığını uzun yılların deneyimiyle biliyoruz.
Daha somut olarak baktığımızda, Erdoğan-AKP döneminde devlet politikasında 2014’ten itibaren ciddi bir değişimin meydana geldiğini söyleyebiliriz. Meşhur “Kobani düştü düşecek” sözü bu politika değişiminin simgesi gibiydi: Rojava’da Kürtlerin özerkliğini ortadan kaldırmak için kim olursa olsun işbirliği yapmaya karar verildi. Bu politika 7 Haziran sonrası içeriye de yansıdı. Günümüzde sadece Türkiye’de değil bölgede herhangi bir yerde Kürt hareketinin nüfuz alanları oluşturmasına kesinkes izin vermeme politikası öyle bir noktaya geldi ki Kuzey Irak’taki TSK yığınağı IKBY kadar Irak Hükümeti’ni de rahatsız etmeye başladı. Daha açık bir ifadeyle, Kürt sorunu bağlamında Türkiye’nin İsraillileştiğini, Kürt savaşını çok daha geniş bir coğrafyaya yaydığını söyleyebiliriz. Post-Erdoğan döneminde bu devlet politikasının değişmesi için iktidarın değişmesinin yeterli olmadığı, başka birçok bölgesel değişkenin yanı sıra toplumsal hareketlerin de devreye girmesi gerektiği açık görünüyor.
Aslında sadece Kürt sorunu bağlamında bir barış hareketi değil, işçi hareketleri, demokratik hareketler, ekolojik hareketler de güçlenmek zorunda.
Kurumsallaşan neoliberal birikim rejimi
Küresel trendlere ve ülkedeki duruma baktığımızda post-Erdoğan döneminde gelir dağılımı, işsizlik, çalışma koşulları gibi sınıfsal konularda yeni iktidar bloğu marifetiyle anlamlı bir iyileşme olmayacağını görmek zor değil. Haklı olarak mevcut rejimin bir an önce değişmesini istiyoruz; fakat neoliberalizmin Türkiye’de esas olarak 2000’lerde kurumsallaştığını, bunun da iktidarda şu veya bu anaakım partinin olmasıyla doğrudan bağlantılı olmadığını gözden kaçırmamak gerekiyor.
Bugün çalışan sınıfların, alt-orta sınıfların içinde bulunduğu yoksullaşma ve işsizlik kıskacının temel nedeni elbette Erdoğan-AKP’nin artık fantastik düzeylere varan “kötü yönetimi” değildir. Başka ülkelerdeki sağ-popülist, faşizan iktidarlar gibi mevcut iktidar ve müttefikleri de siyasal ömürlerini uzatmak için işi yerleşik düzenin mekanizmalarının altını oymaya, örneğin Merkez Bankası’nın (MB) döviz rezervlerini eritmeye kadar vardırdılar. Neoliberal sistemin bile sınırlarını zorlayan bu hamleler her seferinden krizi biraz daha öteledi, fakat nihai tahribatı da şiddetlenirdi. Bu elbette doğru.
Bununla birlikte, krizin kendisi neoliberal birikim rejiminden kaynaklandı. 2001 krizinden sonraki IMF anlaşmasıyla devreye sokulan “yapısal reformlar” (MB reformu, bankacılık sistemi reformu, kapsamlı özelleştirmeler, sosyal devlet uygulamalarının minimize edilmesi vs.) daha önce görülmedik ölçüde yabancı sermaye girişi ve yurtdışından borçlanmanın koşullarını hazırladı. Benzeri bütün ülkelerde olduğu gibi yurtdışı kaynaklı aşırı borçlanma, şirket ve hanehalkı borçluluğunu görülmedik düzeylere çıkardı. Klasik neoliberal çevrime uygun olarak kısa sürede çok kâr getirecek sektörlere devasa yatırımlar yapıldı (bu açıdan Türkiye’de paranın “betona gömülmesi” istisna değildir; örneğin İspanya’da 2008’deki kriz de konut sektörüne aşırı yatırımdan kaynaklanmıştı). Birçok “gelişmekte olan ülke”de olduğu gibi neoliberalizmin üretim ekonomisini zayıflatması, reel ekonomik temelleri aşan, kredi pompalamasıyla dönen aşırı bir tüketimle birleşince ülke dış finansman şoklarına karşı giderek kırılgan hale geldi. Böylece 2013 Mayıs’ında FED’in (Amerikan Merkez Bankası) faizleri yükseltme kararından 2018 Ağustos’unda rahip Brunson krizine kadar her seferinde halkın yoksullaşmasına yol açan irili ufaklı krizler ve ekonomik durgunluklar yaşadık. Bu dönemde Türkiye ekonomisi, şirketlerle hanehalklarının aşırı borç yükü ve üretim ekonomisinin önemli ölçüde tasfiyesiyle uluslararası finans merkezlerine bağımlı hale gelerek yapısal bir dönüşüm yaşadı.
Neoliberalizmin Türkiye’de ilk kez 2000’lerde kurumsallaşması (yine iktidardaki partiden bağımsız olarak) işçi sınıfı ve emekçilerin aleyhine yapısal dönüşümleri de beraberinde getirdi. Emek rejimindeki en önemli dönüşüm, 2003’te Yeni İş Yasası’nın çıkarılmasıyla taşeronlaşmanın, esnek (sözleşmeli vs.) çalışmanın önünün açılmasıydı.[i] Çok geniş bir emekçi kesim için iş güvencesi ortadan kalktı, güvenli ve sendikalı çalışma istisna haline geldi. Örneğin, OECD verilerine göre 2001 ile 2015 yılları arasında sendikalaşma düzeyi yüzde 29,1’den, yüzde 6,3’e geriledi. Reel ücretleri yükseltmek yerine bir tür telafi mekanizması olarak çalışanları bitmez tükenmez bir borçlanma döngüsüne sokmak yine 2000’lerde tanıştığımız neoliberal bir stratejiydi. 2002 ile 2013 yılları arasında hanehalkı borcunun milli gelire oranı yüzde 1,8’den yüzde 19,6’ya yükseldi, yani on yılda on kattan fazla arttı. Çalışma süreleri inanılmaz ölçüde artırıldı ve fazla mesai ödemesi istisna haline geldi. 2017’de Türkiye, OECD ülkeleri içinde en uzun çalışma saatlerine sahip ülke haline gelmişti: Haftada 50 saatin üzerinde çalışanların oranı yüzde 48 idi.[ii]
Bu yolla sürekli işsiz kalma ve güvencesizlik kaygısı yaşayan, sendikalaşması çok zorlaştırılan bir işçi sınıfı ve emekçi kitlesinin oluşturulduğu konuyla ilgili herkesin malumu. Sorun şurada ki bu derece örgütsüzlüğü ve atomizasyonu teşvik eden bir model işçilerle emekçilerin politik karar mekanizmalarından dışlanmasına yol açıyor ve iktisatçı Ümit Akçay da bu emek rejimi sürdüğü sürece post-Erdoğan döneminde beklenen restorasyonun demokratik olamayacağını öne sürüyor.[iii] Türkiye’de çalışan sınıflar örgütsüzlüğe mahkûm edilmiş durumda ve görünen o ki güçlü bir işçi hareketi gelişmediği sürece otoriter/baskıcı politikalar anaakım siyaseti yönlendirmeye devam edecek.
Burada önemli bir konunun altını çizmek gerekiyor: Post-Erdoğan döneminde kısıtlı da olsa “nefes almak”tan, “ortamın ılımlılaşması”ndan, kısaca şu veya bu düzeyde bir restorasyondan bahsederken aklımızda toplumun hangi kesimleri var? Yandaş medyayı bir kenara bırakalım, muhalif medya kanalları bile bizi ağırlıklı olarak yüksek siyaset sahnesindeki gelişmeler evrenine hapsediyor. Örneğin hapisteki HDP’li siyasetçilerin söylemleri zaman zaman dışarıya yansıyor. Fakat Diyarbakır’da HDP’ye çok yüksek oy çıkan semtlerde yoksulluğun had safhaya ulaştığı, uyuşturucu ve fuhuşun giderek arttığı, genç kadınların fuhuşa sürüklendiği pek gündem olmuyor. Aynı şey çok geniş kesimler, işçiler, emekçiler ya da köyünde falanca maden şirketine direnen insanlar için de geçerli. Böyle olduğunda bakışımız darlaşıyor, 2000’lerin başından bu yana büyük tahribatlar yaratan yapısal dönüşümleri göz ardı etme, sorunu Erdoğan-AKP-MHP iktidarına indirgeme ve iktidar değişikliğinin sonuçlarını dar bir siyaset evreni açısından değerlendirme eğilimimiz güçleniyor. Bu da doğal olarak, toplumsal hareketler için vazgeçilmez olan berrak bir perspektif oluşturma kapasitesini zayıflatıyor.
Dardanel işçilerinin durumu bu bakımdan gayet net bir örnek. Çanakkale’de binin üzerinde işçi, pandemi koşullarında Dardanel ton balığı fabrikasında “toplama kampı” usulü çalıştırılıyor. Sendikacılar 7 Ağustos itibarıyla 153 işçinin enfekte olduğunu, çoğunun “belirtileri hafif” olduğu için çalışmaya devam ettirildiğini, 56 işçinin ise hastanede tedavi gördüğünü söylüyor. İşçiler aileleriyle temasları olmasın diye fabrikadan yurtlara, yurtlardan fabrikaya getirilip götürülüyor. Bu uygulama, İl Hıfzısıhha Kurulu, CHP’li Çanakkale Belediyesi ve Çanakkale Valiliği’nin kararıyla gerçekleşiyor. Benzer “kapalı devre çalışma modelleri”, örneğin 45 bin işçi için Manisa OSB Başkanı tarafından da temenni ediliyor.[iv] Benzer durumdaki geniş kesimler için yüksek siyaset sahnesinin yeniden dizayn edilmesinin kendiliğinden olumlu sonuçlar getirmeyeceği açık.
Demokratik hak ve özgürlükler, küresel düzeyde yaygınlaşan faşizan eğilimler
Demokratik hak ve özgürlüklerin durumu, Kürt sorununda gelinen aşama ve neoliberal emek rejimiyle doğrudan bağlantılı olsa da meseleyi küresel trendler açısından da ele almak gerekiyor.
Uluslararası gidişatların restorasyon süreçleri üzerindeki belirleyici etkisine bakmak için bir karşılaştırma yararlı olabilir.
Bilindiği gibi, 1999 yılında Türkiye her bakımdan tükenmiş bir ülke görünümündeydi. Özal’ın hayli şüpheli ölümünden sonra Kürt sorununda benimsenen “düşük yoğunluklu savaş” konsepti, savaş harcamalarının sürekli bir iç borçlanma gereği doğurması nedeniyle Aralık 1999’da ekonomik krize yol açmıştı (asıl büyük kriz 2001’de yaşanacaktı). 17 Ağustos depremi hemen bütünüyle düşük yoğunluklu savaşa göre organize olmuş bir ülkenin kurumsal altyapısının çöktüğünü gözler önüne sermişti. Yine aynı savaş politikası merkez sağ ve sol partileri tükenişin eşiğine getirmiş, süreklileşen askeri vesayet, sivil siyaset alanını kendi uzantısı durumuna sokmuştu.
Türkiye’nin Batı bloğu açısından bariz önemi, ülkenin ABD-AB önderliğinde liberal bir restorasyona sokulması zorunluluğu doğurdu. Kasım 1999’da AGİT Zirvesi’nin İstanbul’da gerçekleşmesi ve Clinton’ın Meclis’te konuşma yapması ilk adımdı. Ardından Aralık 1999 Helsinki Zirvesi’nde Türkiye, AB üyeliğine aday ülke statüsünü resmen kazandı. Tam üyelik müzakerelerinin başlaması için AB Katılım Ortaklığı Belgeleri (KOB), Türkiye ise Ulusal Programlar (UP) hazırladı. Bu süreçte Türkiye’nin “Kopenhag kriterleri”ni yerine getirmesi amacıyla 2002-2004 yılları arasında sekiz uyum paketi Meclis’ten geçirildi. Örneğin 3. uyum paketiyle idam cezası kaldırıldı, anadilde yayın ve anadil eğitimi önündeki yasal engeller bir ölçüde bertaraf edildi ve Milli Güvenlik Kurulu’nun (MGK) yapısı ve işlevi konusunda bazı düzenlemelere gidildi. Hepimizin bildiği gibi, AKP’nin AB rüzgarını arkasına almak üzere bir dizi önemli reforma giriştiği bir dönemdi bu. Sonunda 2005’te AB Brüksel Zirvesi’nde Türkiye’nin Kopenhag kriterlerini yerine getirdiği kabul edildi ve Ekim 2005’te tam üyelik müzakereleri başladı.[v]
Yukarıda da belirttiğim gibi AB rüzgarıyla demokratikleşme süreci kısa sürdü. 2005-2007 döneminde Merkel ve Sarkozy liderliğindeki AB sağı ırkçı-içe kapanmacı bir tutum benimseyerek müzakere sürecinin yavaşlaması, sonra da tıkanması için epey çaba gösterdi. Yine de o dönemde başlatılan restorasyon süreci, sonradan insan hakları, kadın hakları gibi konularda önemli yasal değişikliklerin gerçekleşmesini sağladı. Örneğin bugün Saray rejiminin çıkmayı denediği İstanbul Sözleşmesi, kadın hareketinin baskısının yanı sıra bu konjonktürün de etkisiyle 2011’de imzalandı.
Son yıllarda ise tam tersi yönde küresel eğilimlere tanık oluyoruz. Uzunca bir süredir, demokrasi geleneği güçlü Batılı ülkelerde bile (ABD, İngiltere) liberal demokrasinin altının boşaldığını gözlemliyoruz. Birçok ülkede sağ-popülist, faşizan parti ve liderler iktidara geliyor. Macaristan’da Orban ve partisi Fidesz, Polonya’da bir dönem başbakanlık yapan Jarosław Kaczyński’nin Yasa ve Adalet Partisi (PiS), Brezilya’da faşist olmakla itham edilen Jair Bolsonaro ve tabii ABD’de Trump iktidarda.
Popülist-otoriter parti ve liderler, Türkiye’de Erdoğan-AKP-MHP iktidar bloğunun yaptıklarına çok benzer uygulamalar içinde. Örneğin, ilk hamlelerinden biri devlet bürokrasisini ele geçirmek oluyor (Viktor Orban 2010’da iktidara geldikten hemen sonra devlet memuriyet yasasını değiştiriyor). Yargı bağımsızlığını ortadan kaldırmak üzere harekete geçiyorlar (Macaristan’da Fidesz, Polonya’da ise PİS böyle yapıyor). Üçüncü olarak ise medyayı denetim altına almak için yoğun çaba sarf ediyorlar. Medyada ağırlığı olan insanlar tutuklanıyor. Gerek Macaristan’da Orban gerekse Polonya’da PİS, STK’ları dış güçlerin kontrolünde olmakla suçluyor.[vi] Polonya Başbakanı Mateusz Morawiecki’nin Temmuz’da İstanbul Sözleşmesi’nden çıkmak için adımlar atması aramızdaki benzerliği bir kat daha artırıyor.
Diğer yandan Noam Chomsky, ABD’de Trump’ın icraatlarına ilişkin artık başka bir dönemde yaşadığımızı gösteren veriler sunuyor. Örneğin, “yürütme organı büyük ölçüde paramparça edildi ve efendilerini kızdırmaya cüret edemeyen bir grup korkak şakşakçıya indirgendi” tespitinde bulunuyor. Amerikan Senatosu’nun “bir tartışma, müzakere veya yasama organı olma iddiasını hemen bütünüyle terk etmiş durumda” olduğunu ileri sürüyor. Cumhuriyetçi Parti denetimindeki Senato’nun işlevlerinden birinin “yukarıdan aşağıya bütün yargıyı Federalist Society’nin genç aşırı sağcı yetiştirmeleriyle doldurmak” olduğunu saptıyor.[vii] ABD’de de toplum Türkiye’deki gibi kutuplaşmış durumda; iki gün arayla birbiriyle çelişen şeyler söylese de Cumhuriyetçi Parti tabanı Trump’ın dediklerine inanıyor.
Aslında uzun söze gerek yok. Dünya, uzun mücadelelerle kazanılmış işçi hakları, demokratik haklar, kadın hakları gibi temel insan haklarına savaş açmış rejimlerle buna karşı direnen toplumsal hareketler arasından uzun süreceğe benzeyen bir mücadeleye tanık oluyor. Bunun “demokrasinin beşiği” dediğimiz ülkelerde de görülmesi, söz konusu durumun arızi bir karakter taşımadığını gösteriyor.
Popülist-otoriter, faşizan eğilimlerin küresel düzeyde yaygınlaşması tabii ki tesadüf değil. Berlin Duvarı’nın yıkılıp Sovyet sisteminin çökmesinden sonra Batı bloğunun hegemonyası altında neoliberal küreselleşme (NATFA gibi serbest ticaret anlaşmaları, Dünya Ticaret Örgütü’nün (DTÖ) kuruluşu vs.) kurumsallaşmaya başladı. Sistemin iddiası, liberal demokrasinin neoliberal küreselleşmenin siyasi rejimi olacağıydı. Oysa tam tersi oldu. Neoliberalizmin demokrasiyle mutsuz evliliği uzun sürmedi. Neoliberalizm, kapsamlı özelleştirmeler ve sermayeye getirdiği hareket serbestisiyle liberal demokrasinin altını boşalttı. Ulus-devletlerin egemenliğini, halka karşı belirli ölçüde sorumlu olan ulusal hükümetlerin ekonomik-toplumsal politikalar belirleyebilme kapasitesini zayıflattı. Kapitalizmin benzersiz şekilde finansallaşması, Noam Chomsky’nin yatırımcılar ve kreditörlerden oluşan “sanal senato” diye adlandırdığı bir mekanizmanın gelişmesini sağladı. Sanal senatolar, ulusal hükümetlerin politikaları hakkında “an be an referandumlar düzenlediler” ve halkçı politikalar izleyen hükümetleri sermaye kaçışlarıyla “veto ederek” cezalandırdılar.[viii]
Türkiye için son derece önemli olan AB’nin durumunu ele alarak bu gelişmeleri somutlaştırabiliriz. AB’de seçimle işbaşına gelen hükümetlerin para politikasını belirleme gücü Avrupa Merkez Bankası’na (AMB), diğer alanlardaki politikaları belirleme gücü ise Avrupa halklarından kopuk, bürokratik bir aygıt olan AB Komisyonu’na devredildi. Özellikle Almanya, diğer AB ülkelerinin ekonomik politikalar tasarlama ve uygulama yetkilerini kısıtlayan yasal sınırlamaları ulusal meclislerinden geçirmesi için yoğun çaba gösterdi.[ix] Sonuç, AB üyesi ülkelerde sosyal devletin erozyona uğratılması ve geniş kitlelerde büyük hoşnutsuzluk yaratan kemer sıkma politikaları oldu.
2007-8 finansal krizi, neoliberalizm ile demokrasinin birlikte var olamayacağını açıkça ortaya koydu. Batılı egemenler ya ABD’de 1929’daki Büyük Buhran’dan veya Batı Avrupa’da II. Dünya Savaşı’ndan sonra izlenen sosyal demokrat politikalarla zenginliğin bir kısmını hakla paylaşacaktı ya da 30’lar Avrupa’sında olduğu gibi otoriter, faşizan liderleri himaye edecek, finansal krize dönük tepkinin göçmenlere, başka ülkelerden gelen işçilere kanalize edilmesini sağlayacaktı. Böylece İngiltere’de Brexit kargaşasının sonucunda Boris Johson seçilirken ABD’de Donald Trump iktidara geldi. Bir başka deyişle 2007-8 finansal krizi, temsili demokrasiye inancını yitirmiş, yaşam standartları düşmüş, sosyal güvencelerden yoksun kalmış kitlelerin desteğiyle sağ-popülist, faşizan liderleri iktidara taşıdı.
Tabii sorun sadece sağ-popülist liderlerin seçimleri kazanması değildi. Açıktan ırkçı partiler Avrupa’da büyüme eğilimine girdi. Örneğin, Mayıs 2019 verilerine göre İtalya’da aşırı sağcı Lig Partisi 2018’de koalisyon ortağı oldu; Almanya’da nazi özentisi Almanya için Alternatif (AfD) yüzde 12,2 oyla ana muhalefet partisi oldu; İspanya’da özerk bölgelere ve cinsel şiddeti cezalandıran yasalara karşı olan Vox Partisi yüzde 10 oy aldı; Fransa’da Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde Marine Le Pen, Macron’a karşı oyların yüzde 34’ünü almayı başardı; hatta İsveç’te bile göçmenlere, çokkültürlülüğe karşı çıkan aşırı sağcı İsveç Demokratları Partisi (SD) oyların yüzde 18’ini aldı.[x] Avrupa’da henüz hiçbir ırkçı-faşist parti iktidara gelmemiş olsa da merkez sağ partiler üzerinde daha da sağa kaymalarına yol açan bir baskı oluşturuyorlar.[xi]
Bu çok önemli gelişmelerin Türkiye açısından sonuçları neler oldu? 199o’larda AB’nin bütün önemi, demokratik değerleri savunan güçlü bir blok olarak dünya siyaset sahnesinde yer almaktı. Geldiğimiz aşamada AB’de demokratik geleneklerin zayıflaması, Türkiye’ye dönük kapsayıcı ve demokratikleştirici baskıların büyük ölçüde gerilemesine neden oldu. Böylece Türkiye’de iktidar bloğu 10 sene önce hayal dahi edilemeyecek şekilde, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’ne (AİHS) ve Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AHİM) içtihatlarına aykırı ihlallere imza atmaya başladı. Osman Kavalı’nın çok uzun tutukluluğunun protestolarla geçiştirilmesi; bir mahkeme değil idari bir kurul olan OHAL Komisyonu’nun AİHM tarafından geçerli bir “iç hukuk yolu” sayılması (böylece yüz binlerce KHK’lı Komisyon kararı olmadan AİHM’e başvuramıyor), Büyükada Davası’nda Uluslararası Af Örgütü Türkiye Şubesi Yönetim Kurulu Başkanı Taner Kılıç’ın “silahlı terör örgütüne üye olmak” suçundan 6 yıl 3 ay ceza alması, karşılıklı oynanan bir oyunda çarpıcı örneklerden bazıları olarak sayılabilir. Burada önemli olan, sadece pragmatist bir iktidarın fırsatını bulduğunda AB’ye rağmen bildiğini okuması değil, AB’de meydana gelen dönüşümün buna zemin hazırlamasıdır. Sonunda iş, darbe teşebbüsüne katıldığı gerekçesiyle tutuklanan bir yargıç lehine verilen AİHM kararının, Anayasa Mahkemesi (AYM) tarafından tanınmamasına kadar vardı. AYM’nin gerekçesinin bir dönüm noktasını temsil ettiği ileri sürülebilir: “AİHM’in kesinleşmiş kararları bağlayıcı olmakla birlikte, Türk hukukunda yargı mensuplarının tutuklanmasına ilişkin kanun hükümlerinin yorumlanması Türkiye Cumhuriyeti’nin kamu gücü makamlarına ve nihai olarak mahkemelerine ait bir yetkidir.”[xii] Böylece AYM, uluslararası insan hakları sözleşmelerinin Türkiye vatandaşları açısından bağlayıcı olmadığını öne sürmüş oldu.
Burada toplumsal muhalefetin, AB kurumları, AİHS ve AİHM’nin Türkiye’ye 90’lar ve 2000’lerin bir dönemindeki kadar koruyucu bir insan hakları şemsiyesi sağlamadığını dikkate alması gerekiyor. Post-Erdoğan dönemine dair beklentiler oluştururken, küresel düzeyde ve AB’de demokratik güvencelerin hızla aşınmasının, bizim gibi ülkelerin halkları açısından sonuçları üzerine kafa yormak önem taşıyor.
Ekolojik yıkım
Muhalifler olarak ekolojik tahribata yönelik bakışımızın da ulus-devlet sınırları içinde kaldığını, ironik şekilde “yerli ve milli” bir karakter edindiğini söyleyebiliriz. AKP iktidarı döneminde Türkiye’de doğanın hiç olmadığı kadar talan edildiğini düşünüyoruz. Hiç kuşkusuz olgusal olarak tamamen doğru bir saptama. Fakat sorun şurada başlıyor: Diğer alanlarda olduğu gibi, ekolojik yıkım bahsinde de yaşananlar iktidara özgü talancı bir zihniyetin mi sonucu, yoksa AKP iktidarı dönemindeki ekolojik tahribat dünyada giderek hızlanan benzer bir sürecin parçası mı? Katıldığım bir toplantıda, Kanal İstanbul gibi birçok alanda faaliyet gösteren bir aktivist yaklaşık olarak şöyle dedi: “Gücümüzün çok yetersiz olduğunu biliyorum, fakat bu iktidar gidene kadar elimden geleni yapmayı mücadele felsefem haline getirdim. Böylece en azından iktidar değişene kadar projelerin ertelenmesini sağlayabiliriz.” Bu ifadede örtük olarak, iktidar değiştiğinde ekolojik tahribatın ciddi şekilde azalacağı varsayılıyordu.
Bana kalırsa bu konuda da şüpheci olmakta, küresel trendleri dikkate almakta fayda var. Biraz incelediğimizde dünyanın pek çok ülkesinde doğal kaynaklara yönelik agresif saldırının uzun zamandır süregeldiğini, Türkiye’de ise doğayı tahrip eden büyük projelerin görece yeni bir tarihte, 2000’lerde yoğunlaşmaya başladığını (örneğin Kazdağları altın madeni ruhsatı 2001’de veriliyor), 2014-15’ten sonra yıkımın gemi iyice azıya aldığını görüyoruz.
Gerçekten de 2014’ten sonra, inşaata dayalı büyümenin tıkanmasının da etkisiyle, enerji ve madencilik yandaş şirketler için yeni kârlı alan haline geliyor. Örneğin, 2011’de devletin teşvik mekanizmasından faydalanan sadece dört HES bulunurken, bugün 461 HES bulunuyor. Teşvik mekanizmasıyla (YEKDEM) devlet eliyle HES, biyokütle, jeotermal enerji santralleri kuran şirketlere aktarılan kaynak 2012’de 774 milyon dolarken 2019’da 38 milyar doları aşıyor. Bu devasa kaynaklar, Cengiz, Özaltın, Doğuş, Limak, Kolin gibi iktidar çevresinden kümelenen şirketlere transfer ediliyor.[xiii]
Fakat dünyada da çok benzer bir durumla karşılaşıyoruz. Naomi Klein 2014’te yayımlanan İşte Bu Her Şeyi Değiştirir adlı çalışmasında[xiv] neoliberalizm ile çevre tahribatının el ele gittiğini kuşkuya yer bırakmayacak şekilde ortaya koyuyor. Hatta fosil yakıt yatırımlarının eskiden olduğu gibi ağırlıkla Üçüncü Dünya’yla sınırlı kalmadığını, (katran kumundan petrol elde etme, hidrolik çatlatma yöntemiyle doğal gaz ve petrol çıkarma gibi) yeni tekniklerin gelişmesiyle agresif bir hal alarak merkez kapitalist ülkelerde orta sınıf beyazların yaşadığı yerlerin de delik deşik edildiğini vurguluyor. Klein, artık hiçbir yerin kimse için güvenli olmadığını belirtiyor.
Doğal çevrenin şirketlerin talanına açılmasıyla yerel direnişler de gelişiyor ve güvenlik güçlerinin direnişçilere baskısı çok sert biçimler alabiliyor. Geçen Temmuz’da Kazdağı direnişinin birinci yıldönümünde Çanakkale’ye giden aktivistlere polis ve jandarma sert şekilde müdahalede bulundu. Yirmiden fazla çevre aktivisti gözaltına alındı.[xv] Doğal çevrelerini korumak isteyen köylüler de birçok kez sert baskılarla karşılaştı. Yine geçen Temmuz’da Manisa Salihli’ye bağlı Çapaklı Köyü’nde yapılmak istenen Biyogaz Enerji Santrali’ne karşı çıkan köylü kadın ve erkekler jandarma tarafından coplarla dövüldü, bir kısmı gözaltına alındı. Görüntüler Kürt bölgesinde HDP’lilere yapılan müdahaleleri aratmıyordu.[xvi]
Sonuç olarak, doğal kaynakların talan edilmesi olduğu kadar direnen yerli halka ve aktivistlere karşı işlenen insan hakları ihlalleri de Saray rejiminin rutinlerinden birine dönüştü.
Çevrecilere ve yerel halka dönük polis şiddeti Türkiye gibi bir ülkede “normal” karşılanabilir; “Saray rejiminden de zaten bu beklenir” denebilir. Yine de dikkatli olmakta fayda var. Naomi Klein adı geçen kitabında AB üyesi olan Yunanistan’daki bir çevre direnişini anlatır. Yunanistan’ın Ierissos bölgesinde Kanadalı bir madencilik şirketi köylülerin yaşadığı geniş bir alanı, devasa bir açık altın ve bakır madeni, ayrıca büyük bir yeraltı madeni yapacak şekilde düzlemek üzere bir proje başlatır. Yerel halk direnişe geçer. Sene 2013’tür, ülkede kriz halen süregitmektedir. Yunan Hükümeti “madenin inşasının dünya piyasalarına ülkenin hâlâ yatırımlara açık olduğu işaretini göndermek açısından hayati önem taşıdığına” inanmaktadır. Zira “güven” sorunu aşılırsa Yunanistan, Ege’de petrol ve doğal gaz çıkarma, ülkenin kuzeyinde yeni kömür tesisleri kurma gibi büyük projelere yönelebilecektir. Bu nedenle, “devlet maden-karşıtı harekete Yunanistan’da diktatörlüğün karanlık devrinden beri benzeri görülmemiş bir baskı politikasıyla” saldırır. Bol miktarda göz yaşartıcı gaz ve plastik mermi kullanılır.[xvii]
Post-Erdoğan döneminde Kanal İstanbul gibi irrasyonel, koca bir metropolün ekolojik dengesini bozacak “çılgın projelerle” karşılaşmayabiliriz. Yine de gerek uluslararası gerekse oluşacak yeni iktidar bloğuna yakın yerel şirketlerin Türkiye coğrafyasını yağmalamaya devam edeceğini düşünmek için güçlü nedenlere sahibiz. Güvenlik güçleri de ülkeye “sermaye getirecek” yabancı şirketlerin ve yeni iktidar bloğundan nemalanacak “yerli ve milli” şirketlerimizin yanında görevini ifa edecektir.
Sonuç yerine
Umarım bu uzun yazıdan mevcut iktidar bloğu iktidarı kaybettiğinde hemen hiçbir şeyin değişmeyeceği sonucu çıkmıyordur. Elbette yeni iktidar bloğu topluma vaatlerde bulunacak, bunların bir kısmı da demokratik hak ve özgürlükleri, mahkemelerin ve bürokrasinin tarafsızlığının sağlanmasını içerecek. Bu alanlarda bir “restorasyon” çabasıyla, en azından devleti tamamen çökertmemek adına, toplumsal beklentilerin kısıtlı da olsa karşılanması, toplumsal muhalefete şu veya bu ölçüde bir alan açacaktır. Bunu yadsımak anlamsız görünüyor.
Fakat, burada da anlatmaya çalıştığım gibi, sorun burada bitmeyecek. Aslında muhtemelen yeni başlayacak. Erdoğan-AKP-MHP iktidar bloğunu sorumlu tuttuğumuz pek çok uygulamanın (yöntem, söylem vs. değişiklikleriyle) devam ettiğini göreceğiz. En azından post-Erdoğan döneminde yeni ekonomi yönetiminin IMF’yle masaya oturacağından emin gibiyiz; IMF reçetelerinin de işçiler, emekçiler ve orta sınıflar için ağır bir yoksullaşma anlamına geldiğini biliyoruz.
Sorun, özellikle 2014-15’ten bu yana fazlasıyla içe kapanmamızdan ve bakış açımızın “millileşmesi”nden kaynaklanıyor. Dünyada giderek faşizan bir karakter kazanan neoliberalizm en temel insan haklarına, sosyal haklara, toplumların kazanımlarına saldırıyor. Uluslararası düzen, “düzenleyici” ittifakların, kurumların zayıfladığı, kaynakların neredeyse kapanın elinde kaldığı bir ortama dönüşüyor. Ve temel demokratik kazanımların geri alınmasına, yoksullaşmaya, ırkçılığa, ekolojik yıkıma karşı pek çok yerde direniş gerçekleşiyor. Direnişçi toplumsal hareketler sistem-içi destekler bulmaktan çoktan umudu kesmiş görünüyor, özgüçlerine dayanmaya gayret ediyorlar. Türkiye’deki toplumsal muhalefetin de sistem-içi sözüm ona “liberal restorasyon” sürecinden kayda değer bir destek bulamayacağını söyleyebiliriz. Daha şimdiden buna göre bir perspektif oluşturmak işte bu yüzden büyük önem taşıyor.
[i] Yeni İş Yasası’yla ilgili kapsamlı bilgiler için bkz. Aziz Çelik, “YENİ İŞ YASASININ ANLAMI”, 2003, https://www.kristalis.org.tr/aa_dokuman/yeni_is_yasasinin_anlami.pdf
[ii] Veriler için bkz. Ümit Akçay, “SİYASİ REJİM TARTIŞMALARINA EMEK MERKEZLİ BAKMAK (2)
Değişen emek rejimi ve siyasal rejime etkileri”, 24.03.2018. https://www.birartibir.org/emek/38-degisen-emek-rejimi-ve-siyasal-rejime-etkileri#_edn3
[iii] Ümit Akçay bu sorunu “SİYASİ REJİM TARTIŞMALARINA EMEK MERKEZLİ BAKMAK” başlıklı, üç makaleden oluşan bir yazı dizisinden tartışıyor:“Neoliberal Popülizm ve yeni emek rejimi”, 19.03.2018, https://birartibir.org/emek/36-neoliberal-populizm-ve-yeni-emek-rejimi, “Değişen emek rejimi ve siyasal rejime etkileri”, 23.03.2018, https://www.birartibir.org/emek/38-degisen-emek-rejimi-ve-siyasal-rejime-etkileri, “Neoliberal Popülizm modelindeki aşınmalar ve demokrasiye dönüş olanakları”, 28.03.2018, https://birartibir.org/emek/44-neoliberal-populizm-modelindeki-asinmalar-ve-demokrasiye-donus-olanaklari
[v] Kronoloji için bkz. “1999 Helsinki Zirvesi ve Türkiye’nin Adaylığı ile Hukuki ve Siyasi Alanda AB Reformlar”, https://acikders.ankara.edu.tr/mod/resource/view.php?id=54793
[vi] Yazıda yer verilen olgular için bkz. Jan-Werner Müller, Trump, Erdoğan, Farage: Popülizmin çekiciliği ve tehlikeleri, The Guardian, 2.09.2016, çev. İlker Kocael. https://medyascope.tv/2016/09/06/trump-erdogan-farage-populuzmin-cekiciligi-tehlikeleri/
[vii] Alıntılar için bkz. Naom Chomsky, “Sermayenin Efendileri KOVİD Sonrası Dünyayı Belirlememeli”, çev. Taylan Doğan, https://www.art-izan.org/kovid-19/ceviri-kovid-19/sermayenin-efendileri-kovid-sonrasi-dunyayi-belirlememeli/
[viii] Bkz. Noam Chomsky, “The high cost of neoliberalism”, New Statesmen, 28.06.2010, https://www.newstatesman.com/south-america/2010/06/chomsky-democracy-latin
[ix] John Weeks, “Free markets and the decline of democracy”, Open democracy, 18.07.2018, https://www.opendemocracy.net/en/can-europe-make-it/free-markets-and-decline-of-democracy/
[x] Veriler için bkz. Avrupa ve milliyetçilik: Avrupa Parlamentosu seçimlerinde milliyetçi ve aşırı sağcı partiler ‘güç bloğu’ oluşturma çabasında, güncelleme 20.05.2019, https://www.bbc.com/turkce/haberler-dunya-45474089
[xi] Avrupa’da aşırı sağın yükselişi, feminist hareketin ve LGBT haklarını savunan hareketlerin karşında, Kilise’nin de desteğiyle “ataerkil restorasyon” peşindeki örgütlenmelerin gelişmesini de besledi. Bu konuda bilgilendirici bir yazı için bkz. Prudence Nazeyrollasi, “Avrupa’da Toplumsal Cinsiyet Karşıtı Hareketler”, çev. Esra Aşan, 07.08.2020, http://feminisite.net/index.php/2020/08/avrupada-toplumsal-cinsiyet-karsiti-hareketler/
[xii] Anayasa Mahkemesi, ilk kez AİHM kararını tanımayan bir karara imza attı!, https://t24.com.tr/haber/anayasa-mahkemesi-ilk-kez-aihm-kararini-tanimayan-bir-karara-imza-atti,890634
[xiii] Veriler için bkz. Bahadır Özgür, Giresun cinayeti: Kime kol kanat geriyorlar?, 25.08.2020, https://www.gazeteduvar.com.tr/yazarlar/2020/08/25/giresun-cinayeti-kime-kol-kanat-geriyorlar/
[xiv] Agora Kitaplığı, çev. Osman Akınhay, 2015.
[xv] Kazdağları için Çanakkale’ye giden yurttaşlar gözaltına alındı, 25.07.2020, https://www.birgun.net/haber/kazdaglari-icin-canakkale-ye-giden-yurttaslar-gozaltina-alindi-309619
[xvi] Haber ve görüntüler için bkz. Manisa Salihli’de Biyogaz Enerji Santrali yapmak isteyen şirket jandarmayla birlikte köye girdi, santrale direnen köylüler gözaltına alındı, 26.07.2020, https://medyascope.tv/2020/07/26/manisa-salihlide-biyogaz-enerji-santrali-yapmak-isteyen-sirket-jandarmayla-birlikte-koye-girdi-santrale-direnen-koyluler-gozaltina-alindi/
[xvii] Naomi Klein, İşte Bu Her Şeyi Değiştirir, s. 415-17.