Bu yazı hazırlanırken 1-14 Ocak tarihli haber akışı esas alınmıştır.
İÇ POLİTİKA
DEM Parti, Öcalan ve Siyasi Partiler Nezdindeki Kapalı Görüşmeler
Devlet Bahçeli’nin 22 Ekim 2024 tarihinde, Abdullah Öcalan’ı, örgütü lağvetme karşılığında meclise davet etmesiyle başlayan ve henüz adı konamamış ya da herkesin kendi meşrebince adını koyduğu süreç, bu iki hafta boyunca Türkiye iç siyasetinin başat konusuydu. Hükümet kanadı bu süreci “terörsüz Türkiye” şeklinde tanımlarken, barış süreci, çözüm süreci, Türk-Kürt ittifakı gibi tanımlamalar da kullanıldı. Başka bir görüşe göre ise, ortada ne bir barış süreci var ne de Türk- Kürt ittifakı. Türk devleti Rojava başta olmak üzere Kürt siyasi hareketini tamamen tasfiye etmek istiyor ve Öcalan’la görüşme illüzyonu yaratarak Kürt muhalefetini bu süreçte, siyasi olarak pasifize ediyor.
Bu iki haftada önemli gelişmeler yaşandı. Öncelikle İmralı heyeti, mecliste yer alan tüm partilerle görüşme talebinde bulundu. İYİ Parti dışında tüm partiler görüşmeyi kabul etti. Heyet, bu görüşmelerin çok olumlu geçtiğini ve tüm partilerin, Kürt meselesinin barışçıl yollarla çözümüne olumlu yaklaştıklarını açıkladı. AKP heyeti dışında tüm heyetlerin başında genel başkanlar bulunuyordu. Erdoğan’ın AKP heyetinin başında olmaması tartışmalara neden oldu. Heyet aynı zamanda Selahattin Demirtaş ve Figen Yüksekdağ ile de birer görüşme gerçekleştirdi. İki siyasetçi de barışçıl çözümün yanında olduklarını ve katkıda bulunmak istediklerini belirttiler.
DEM Parti yaptığı açıklamalarda, siyasi partilerin yaklaşımının olumlu olduğunu söylese de Erdoğan’ın belirsiz bir tutum takınarak geride durduğunu belirtiyor. Erdoğan’ın sürece açık bir destek vermediği ve hatta ilerlemesini engellediği, Kürt siyasi hareketinin genel kanısı gibi görünüyor. Nitekim KCK da yaptığı açıklamada, “süreci Erdoğan’ın tutumu baltalıyor” diyerek doğrudan Erdoğan’ı işaret etti. Ayrıca, Öcalan üzerindeki tecridin hala devam ettiğini ve bu nedenle de ortada süreç diye bir şey olmadığını, bir sürecin başlaması için öncelikle Öcalan üzerindeki tecridin tamamen kalkması gerektiğini belirttiler. Kürt siyasetçileri Bahçeli’nin tavrını olumlu bulurken, Erdoğan’ı süreci baltalamakla suçluyor. Bu noktada Bahçeli ile Erdoğan’ın bir görüş ayrılığı yaşadığı yolunda yorumlar yapılsa da genel kanı, birlikte hareket ettikleri ve belirlenmiş rollerini oynadıkları şeklinde. Son olarak Ahmet Türk, ikinci veya üçüncü İmralı ziyaretinde silah bırakma çağrısının çıkabileceğini açıkladı. Tuncer Bakırhan ise “bir taraftan barış eli, bir taraftan Rojavada katliam olmaz” diyerek, Rojavaya yapılan saldırılara dikkat çekti.
Son iki haftada hükümet kanadından Erdoğan ve Fidan’ın açıklamaları öne çıktı. Erdoğan, terörsüz Türkiye hedeflerinin olduğunu belirterek, “ya silahlarını gömecekler ya da silahlarıyla birlikte gömülecekler” açıklamasını yaptı. Bu söylemi iki hafta içinde zaman zaman tekrarladı. Hakan Fidan ise “terör örgütü YPG konusunda beklenen yapılmazsa askeri operasyon yapılacak” açıklamasında bulundu. Daha önce yapılan açıklamalarda belirli şartlar öne sürülmesine karşın, son iki haftada yapılan açıklamaların daha sert ve tavizsiz olduğu dikkat çekiyor. Hem Fidan hem de Erdoğan, “PKK ve YPG ya silah bırakır ya da büyük bir askeri operasyon yaparız” mesajını veriyor. Devlet Bahçeli, terörsüz Türkiye ve silahların bırakılması konusunda benzer bir tutum sergilerken, “barışın kaybedeni, savaşın kazananı olmaz” gibi, daha çok barış sürecine vurgu yapan açıklamalar da yapıyor. Bahçeli aynı zamanda, İmralı ile ikinci görüşmenin de derhal yapılması ve silah bırakma kararının zaman kaybetmeden açıklanması gerektiğini vurguladı. Bahçeli’nin bu açıklamaları “Bahçeli kimi bekliyor? Erdoğan’ı mı Öcalan’ı mı?” şeklinde yorumlara yol açtı. DEM heyeti ise, silah bırakma açıklamasının gelmesi için, Öcalan üzerindeki tecridin kalkması ve İmralı’ya gitmeleri için izin verilmesi gerektiğini vurguladı.
Erdoğan’ın bu tavrını nasıl açıklamak gerekiyor? AKP ve MHP’nin sürece yaklaşımları arasında bir fark mı var yoksa gerçekten iki taraf önceden belirlenmiş rollerini mi oynuyorlar. Yukarıda da belirttiğimiz gibi bunun bir rol paylaşımı olduğunu söyleyenler olduğu gibi farklı düşünenler de var. Durumla ilgili AKP ve MHP arasında derin bir görüş ayrılığı olmasa da Erdoğan’ın iktidarını güvence altına almak istediği ve bu nedenle de bir zafer peşinde olduğu, Kürt siyasi hareketini yenerek masaya oturmak ve bu zaferle iktidarını pekiştirmek istediği düşüncesini dile getirenler var.
CHP en başından beri sürece olumsuz yaklaşmadı. “Erdoğan kendi heyetinin başında değildi, öyleyse Özel de CHP heyetinin başında olmamalı” şeklindeki yaklaşımlara karşın, İmralı heyetinin görüşme isteğine olumlu cevap veren CHP, görüşmeye Özgür Özel’in başkanlığını yaptığı bir heyetle katıldı. Özgür Özel daha sonrasında, “Kürt meselesi vardır ve demokratik yollarla çözülmelidir” açıklamasını yaptı. Buna karşın, Halk Tv ve Sözcü Tv gibi hükümete muhalif kanallarda yapılan yorumlar; duruma şüpheyle yaklaşmak, Kürtlerin hak ve statü taleplerini reddetmek, DEM Partiyi AKP işbirlikçiliğiyle suçlamak, bunun Erdoğan’ı yeniden seçtirmek için yapılmış bir oyun olduğunu ileri sürmek hatta Rojava’nın Türkiye açısından büyük bir tehlike olduğunu ve derhal yok edilmesi gerektiğini söylemek biçiminde şekillendi.
22 Ekim’de başlayan ve bugüne kadar devam eden süreci nasıl anlamlandırmak gerekiyor? Bunu yapmak çok kolay görünmüyor. Ancak olgular incelendiğinde söylenebilecek şeyler var. Öncelikle Türkiye’nin asıl planının Kürt siyasi hareketini ve özellikle de Rojava’yı tasfiye etmek olduğu net olarak anlaşılıyor. Burada karşımıza doğal olarak şu soru çıkıyor. Türkiye bunu zaten yıllardır deniyor, yapabilseydi zaten çoktan yapardı, bugüne kadar yapamadığını şimdi nasıl yapacak? Bu soruya cevap arayanların dikkat çektikleri ise 20 Ocak’ta Trump’ın ABD’nin başına geçeceği hususu. Türkiye bugüne kadar Kürt hareketine karşı büyük bir askeri operasyon yapamadı çünkü ABD buna izin vermedi ancak Türkiye, Trump’ın Başkan olmasıyla birlikte, büyük bir askeri operasyon için izin alabileceğini düşünüyor olabilir. Böyle bir izin alınabilirse Türkiye hem Rojava’ya hem de PKK’ye karşı büyük bir operasyon başlatabilir ve Erdoğan’ın hayal ettiği zafer gelebilir görüşü var. Peki bu izin çıkmazsa- ki çıkmayacağına dair de epeyce veri mevcut- ne olacak? Öcalan’la görüşmelerin işte bu nedenle uzatıldığı ve kapsamlı bir operasyon izni alınmazsa Öcalan ile meselenin çözülmeye çalışılacağı ve hiç olmazsa PKK’ye silah bırakma kararı aldırılacağı dile getiriliyor. Buna karşın KCK yönetimi sürekli olarak, Türkiye böyle bir operasyona başlarsa başka ittifaklar yapabileceğini, bu imkanlara sahip olduğunu belirterek Rusya ve İran ittifakı vurgusu yapıyor.
Elbette tüm bu tartışmalar içerisinde konuşulmayan ya da çok az konuşulan bir durum var: Bu ülkenin bir Kürt sorunu olduğu ve bu sorunun ancak barış ve demokrasi yoluyla çözülmesi durumunda Türkiye’nin önünün açılabileceği gerçeği. Barış ve demokrasiden yana olan tüm çevrelerin bu süreçte, Kürt sorununu net bir şekilde ortaya koyarak, barışçıl çözüm yolunu savunması ve toplumsallaştırması gerekiyor. Erdoğan yeniden seçilecek diye korkmak ya da DEM Partiyi neden bu masaya oturdun diye suçlamak Türkiye’ye hiçbir şey kazandırmayacaktır. Kürt meselesinin barış ve demokrasi yoluyla çözülmesi hiç şüphesiz Türkiye’de otoriterleşmenin ivmesini zayıflatacak ve demokratikleşmenin önünü açacaktır. Yani burada Kürt meselesinin barışçıl çözümünden uzak durmak, asıl olarak Türk-İslam faşizminin ateşine odun taşımak anlamına gelecektir. Devlet, barışçıl bir çözüm niyetiyle bu süreci başlatmamış olsa bile, şu anda açılan alanı kullanmak ve barışçıl çözüm için ısrarcı olmak gerekiyor. Kendisine muhalif diyen herkesin bunu görmesi ve anlaması gerekiyor kanısındayız.
Belediyelere Kayyım Atanması, İstanbul Barosu’na Baskılar
Bütün bunlar yaşanırken, iktidarın otoriterleşme ve muhalefeti olabildiğince sindirme politikaları hız kesmeden devam etti. DEM Parti’nin Akdeniz Belediyesi eş başkanları tutuklanarak belediyeye kayyım atandı. Eş başkanlar terör örgütü üyeliği ve terör örgütüne maddi yardım gibi suçlamalarla tutuklandılar. Halkın tepkilerine ve yapılan eylemlere polis sert müdahalelerde bulundu ve onlarca insan tutuklandı. Kısa bir süre sonra ise CHP’li Beşiktaş Belediye Başkanı Rıza Akpolat gözaltına alındı ve ardından tutuklandı. Rıza Akpolat’a yönelik suçlama “ihalede yolsuzluk” yaptığı yönünde. Hem İmamoğlu hem de Özel yaptıkları açıklamalarda, bu girişimin gerçek amacının İmamoğlu’na ulaşmak ve onu siyaset sahnesinin dışına itmek olduğunu dile getirdiler. Yine bu iki haftalık süreçte, İstanbul Barosuna dava açılarak, başkan ve yönetim kurulunun derhal değiştirilmesi uyarısında bulunuldu. Rojava’da katledilen iki gazeteci Nazım Daşdan ve Cihan Bilgin ile ilgili yaptıkları açıklama nedeniyle Baro hedef alınmış durumda. Devletin bu süreçteki politikalarına ve Rojava’ya dönük saldırılarına ilişkin en ufak bir açıklamaya dahi izin verilmeyeceği böylece gösterilmiş oldu.
Ekonomideki gelişmelerin olumlu seyretmemesi ve yoksulluğun her geçen gün büyümesi, Erdoğan’ın, iktidarda kalabilmek için yeni bir plana ihtiyaç duyduğunu gösteriyor. Öyle anlaşılıyor ki bir taraftan içerde otoriterleşme artacak, muhalefet baskı altına alınarak etkisizleştirilecek, İmamoğlu gibi etkili siyasi figürler siyaset dışı bırakılacak, muhalif basın ve kurumlar susturulacak, üzerine bir de Kürt siyasi hareketine karşı “zafer” elde edilirse, Erdoğan iktidarını güçlendirecek ve bir sonraki seçimleri de garanti altına alacak. Ancak bu planın başarıya ulaşma şansı biraz da Trump’ın Erdoğan’la yapacağı alış verişe bağlı gibi görünüyor.
EKONOMİ
Ufukta iktidarı zorlayacak bir erken seçim görünmüyor. KKM geriliyor, Merkez Bankasının elinde kullanılabilir bir rezerv var. ABD-AB merkez bankalarının faiz indirimleri de düşünüldüğünde, değerli TL politikasını sürdürmek daha kolay olacak. Yoksulluğun artması pahasına makro göstergelerde bazı düzelmeler yaşanıyor. Yoksulluk sınırı asgari cüretin 3,3 katına çıkmış durumda. İşçi sınıfı ve çalışan kesimlerin şiddetli bir baskısı olmazsa seçimlere kadar iktidarın düşük ücret politikasına devam edeceği söylenebilir. Bu anlamda büyük burjuvazi ve mali yönetimin uyumlu çalıştığı görülüyor.
Geçtiğimiz dönemin belli başlı haberlerine bakacak olursak:
Emekli maaşlarına da etki edecek Aralık enflasyonu son 19 ayın en düşük aylık enflasyonu olarak açıklandı. TÜİK verilerine göre Aralık ayı enflasyonu %1,03 yıllık enflasyon ise %44,38 olarak gerçekleşti. Buna göre SSK ve BAĞ-KUR emekli aylıklarına %15,75, memur ve emekli memurun maaşlarına ise %11,54 oranında zam yapılacak.
Yılın ilk ayında köprü ve otoyol geçiş ücretlerine %43 oranında zam yapıldı. Yap- İşlet- Devret modeli ile yapılan projelerdeki anlaşma şartlarına göre garanti edilen geçiş miktarına ulaşılsa bile devlet sübvansiyonları ile milyarlarca TL hazineden müteahhitlere ödenmeye devam ediliyor.
İBB’nin toplu ulaşıma yapılmasını önerdiği %46,06 oranındaki zam oranı ise UKOME tarafından reddedildi. Ulaştırma Bakanlığı İBB’ye %15 zam yapılmasını önerdi. Haber taramasına konu dönemde henüz anlaşma sağlanamamıştı.
Örgütlü mücadelede elde edilen kazanımlar umut vericiydi. Sendikaya üye oldukları için işten atılan Polonez işçilerinin 6 aylık direnişi kazanımla sonuçlandı. Çatalca Adliyesi’nin ve fabrikanın önündeki direniş çadırlarının kaldırılacağı ve kutlama yapılacağı bildirildi. Birleşik Metal-İş Sendikası’nın örgütlü olduğu Schneider Elektrik’in Kocaeli ve Manisa fabrikalarında devam eden grev imzalanan toplu sözleşmeyle sona erdi.
Tüm Emeklilerin Sendikası, iktidarın reva gördüğü “sefalet zamlarına” karşı ülke çapında çok sayıda kentte sokağa çıktı. Birleşik Kamu-İş Konfederasyonu, KESK, BASK, HÜR-SEN ve ASİM-SEN, memurlara yapılan zamların yetersiz olduğunu belirterek 13 Ocak’ta iş bıraktı.
2024’ün kasım ve aralık aylarında belirli zaman dilimlerinde Aile Hekimliği Sözleşme ve Ödeme Yönetmeliği’ne karşı iş bırakan aile sağlığı çalışanları 6-10 Ocak tarihlerinde 5 gün süreyle yine iş bıraktı.
DIŞ POLİTİKA
Suriye
Suriye’de siyasi görüşme trafiği geçtiğimiz dönemde daha da arttı. Batılı diplomatların ziyaretlerinin yanında ülke içindeki gruplar arasındaki görüşmeler de hızlandı. Ülke, HTŞ’nin kontrol ettiği alanların dışında, kuzeyde Kürtlerin ağırlıkta olduğu bölge ile güneyde Dürzilerin kontrolünde bulunan alanlar olmak üzere fiili olarak üçe ayrılmış durumda. Ayrıca petrol yataklarının büyük bölümü SDG, su kaynakları da Dürzilerin kontrolü altında. ABD-AB-İngiltere ipleri eline alırken İran ve Rusya’nın sahada etkisinin büyük ölçüde silindiği görülüyor, ayrıca enerji ve su kaynaklarını kontrol altında tutan gruplar silahlı güçlerini koruyorlar. Sahadaki bu gerçeklerin görüşme trafiği hızlandırması beklenebilir. ABD ve AB kadınların ve azınlıkların haklarını koruyan, demokratik ve insan haklarına saygılı bir hükümetin kurulması konusunda ısrarcı görünüyor. Bu bağlamda İtalya’da, ABD, İngiltere, Fransa, Almanya ve İtalya’nın yanı sıra Suriye’deki dini ve etnik grupların da katıldığı toplantı ve toplantının öncesi ve sonrasında gerçekleşen bakanlar düzeyindeki ziyaretler ve açıklamalar, sürecin Batı kontrolünde ilerlediğine dair güçlü işaretler veriyor. Almanya ve Fransa Dışişleri Bakanları ortaklaşa gerçekleştirdikleri Şam ziyaretinden sonra yaptıkları açıklamada bütün dini ve etnik grupların katıldığı bir siyasi diyaloğa ihtiyaç olduğunu, bu sürece kadınların da dahil olmasının önemini ve yeni İslamcı yapılanmaların finansörü olmayacaklarını fiili yönetime ilettiklerini açıkladılar.
Bir süredir yürütülen SDG ve HTŞ arasındaki görüşmeler devam ediyor. Fiili lider Ahmed El-Şara ile Mazlum Abdi liderliğindeki bir grup SDG yetkilisi Şam’da bir araya geldi. Taraflar görüşmenin olumlu geçtiğini belirttiler.
Kürtler arasındaki görüşmelerin de işbirliği yönünde ilerlediği söylenebilir. Irak Kürdistan Demokrat Partisi (KDP) Başkanı Mesud Barzani’nin özel temsilcisi Abdulhamid Derbendi’nin Rojava’ya gittiği ve burada SDG komutanı Mazlum Abdi ve ardından Kamışlı’ya geçerek Suriye Kürtleri Ulusal Konseyi (ENKS) yetkilileri ile görüşeceği haberlere yansıdı.
Fransa’dan Biden yönetimine, Almanya’dan İtalya’ya batılı liderler SDG ile ittifakın süreceğine dair açıklamalar yaparken Roma’da kurulan masada yer alamayan Türkiye Rojava’ya müdahale için Trump yönetiminin işbaşı yapmasını bekliyor. Ancak buradan beklenen destek gelmeyebilir. Zira Trump’ın atadığı Ortadoğu özel temsilcisinin yardımcısı yaptığı açıklamada “Liderlerimiz Kürtlerin korunduğunu garanti altına almalı” dedi. Trump Florida’da düzenlediği basın toplantısında “Kürtlerin ve Türkiye’nin doğal düşman olduğunu ve birbirinden nefret ettiğini” iddia ederken özetle Erdoğan’dan Kürtlerin peşinden gitmemesini istediğini ve onun da bu ricayı yerine getirdiğini vurguladı. “Suriye’de olanlara bakarsanız, Rusya zayıflamıştı, İran zayıflamıştı ve o (Erdoğan) çok akıllı bir kişi. Adamlarını farklı şekillerde ve farklı isimlerle oraya gönderdi. İçeri girdiler ve ele geçirdiler. Olan bu” diyerek bir anlamda iplerin aslında kendi elinde olduğunu ima etti. Olası olumsuzluklardan da Türkiye’nin sorumlu tutulabileceğine işaret etmiş oldu.
Özetle, parçalanmış bir Suriye’yi kimse tercih etmiyor. Ancak ülkenin çok kimlikli etnik ve dini yapısı düşünüldüğünde güçlü merkezi bir yönetimin sorunlara çare olması zor görünüyor. Yerel yönetimlerin etkin olduğu bir yönetim şekli, özerk ya da federatif yapı gündeme gelmeye başladı. Kuzey ve Doğu Suriye Özerk Yönetimi Dış ilişkiler Bürosu Eşbaşkanı İlham Ahmed, Londra Parlamentosu’nda düzenlenen panelde yaptığı açıklamada, “federal bir yönetimden yoksun Suriye’ye barış gelmeyecektir” dedi. Dürzilerin de benzer önerileri gündemde.
Filistin
Suriye’de yaşanan gelişmelere paralel olarak uluslararası ilginin azaldığı Gazze’de İsrail’in kutsal gün, sivil alan, güvenli bölge ayrımı gözetmeksizin devam eden saldırıları hızını kesmedi. 1 Ocak’taki saldırılarda 17 Filistinlinin yaşamını yitirdiği açıklandı. Ertesi gün İsrail’in güvenli bölge ilan ettiği El-Mavasi’deki çadır kampına düzenlenen hava saldırısında en az 11 kişi yaşamını yitirdi. 7 Ekim 2023’ten bu yana İsrail saldırılarında ölenlerin sayısının 47 bine yaklaştığı belirtiliyor. Fakat bazı araştırmalar gerçek sayının bundan çok daha fazla olabileceğini gösteriyor. Öte yandan Katar’da esir takası görüşmeleri de devam ediyor. Hamas ve Katarlı yetkililer anlaşmada sona yaklaşıldığını belirtirlerken İsrail’de iktidarın aşırı sağcı kesimi anlaşmadan rahatsız görünüyor. Anlaşma sağlanırsa İsrail’de bir hükümet krizi çıkabilir. Trump’ın göreve gelmeden bir ateşkes istediği ve bunun için bastırdığı söyleniyor. Anlaşma sağlanırsa 60 gün sürmesi planlanan ilk etapta 33 İsrailli rehine karşılığında 1.000 Filistinli esir serbest bırakılacak.
Lübnan
Lübnan’da iki yıldan uzun süredir devam eden cumhurbaşkanlığı boşluğu nihayet ordu komutanı Joseph Aoun’u seçilmesiyle doldurulmuş oldu. Cumhurbaşkanının Maruni bir Hristiyan, başbakanın Sünni bir Müslüman ve meclis başkanının Şii olduğu güç paylaşımı sisteminde cumhurbaşkanının sınırlı bir rolü olsa da yeni cumhurbaşkanının Suudi Arabistan, ABD ve Avrupa’nın desteğine sahip olduğu belirtiliyor. Bu seçim aynı zamanda İran direniş cephesinin Lübnan’daki yenilgisine işaret ediyor.
Ukrayna-Rusya
Ukrayna 1 Ocak 2025 itibariyle süresi dolan Rus doğalgazının Avrupa’ya akışını sağlayan anlaşmanın yenilenmeyeceğini duyurdu ve gaz akışını durdurdu. Krizin Avrupa ekonomilerini nasıl etkileyeceğini zaman içinde göreceğiz. Rusya krizden Ukrayna, ABD ve Avrupa devletlerinin yöneticilerini sorumlu tuttu.
Öte yandan taraflar arasındaki saldırılarda da denge durumu devam ediyor. Son dönemde, Avrupa’nın en büyük nükleer santralının olduğu Zaporijya bölgesinde yoğunlaşan saldırılarda taraflar nükleer tehlike yarattıkları gerekçesiyle karşılıklı olarak birbirlerini suçladılar.
Hem Rusya hem de Ukrayna Trump yönetiminin işbaşı yapacağı 20 Ocak’a kilitlenmiş durumda. Zelensky savaşı bu yıl içinde Ukrayna ve tüm Avrupa için onurlu bir şekilde sonlandırmaktan bahsetmeye başladı. Ancak bunun için yine Batı’nın desteğini istedi. Trump’ın Ulusal Güvenlik Danışmanlığı’na aday gösterdiği Mike Waltz da Trump ve Putin arasında görüşme hazırlıklarının sürdüğünü açıkladı.
Dünyadan kısa kısa
Avusturya tarihinde bir ilk yaşanıyor. Koalisyon pazarlıklarının başarısızlığa uğramasının ardından aşırı sağcı Avusturya Özgürlük Partisi (FPÖ) Genel Başkanı Herbert Kickl hükümeti kurmakla görevlendirildi. Avusturya’da aşırı sağcılar daha önce koalisyon ortaklığı yapmış olsa da doğrudan hükümeti kurmakla ilk kez görevlendiriliyor.
Trump iktidara gelmeden yaptığı açıklamalarla gelecek günlerin tehlikelerle dolu olabileceğini gösterdi. Panama Kanalı ve Grönland’ın ABD’nin ekonomik güvenliği için gerekli olduğunu, bu bölgeleri denetim altına almak için askeri operasyonlar dahil olmak üzere her türlü seçeneği kullanılacağını açıkladı. Aynı açıklamada Kanada’nın da ABD’nin bir parçası olması için ekonomik baskı uygulayacağını belirtti. Trump ayrıca, Biden tarafından doğal alanları korumak kaygısıyla alınan, ülkenin kara sularının büyük bir kısmında yürürlüğe konan petrol ve doğal gaz sondajı yasağını derhal kaldıracağını söyledi.
ÇEVRE VE EKOLOJİ
İstanbul 5. İdare Mahkemesi, İstanbul Büyükşehir Belediyesi (İBB) tarafından açılan davada Kanal İstanbul Projesi için hazırlanan 1/100.000 ölçekli çevre düzeni planı değişikliğini hukuka aykırı bularak iptal etti. Kararın gerekçeleri şu şekilde özetleniyor: Plan değişikliği kentsel dönüşüm amacından uzak ve İstanbul’un doğal alanlarını tehdit eden yeni yerleşim yerleri için dayanak oluşturuyor. Kanal’ın yaratacağı riskleri değerlendiren yeterli bilimsel dayanaktan yoksun. Bu karara göre, Kanal İstanbul’a dair diğer planlar da hukuki dayanaktan yoksun hale geliyor. İBB’den yapılan açıklamalar, Ekrem İmamoğlu’nun başkanlığı süresince Kanal İstanbul projesine karşı kararlı duruşun devam edeceğini gösteriyor. Diğer taraftan mahkeme kararı bu projenin rafa kaldırıldığı anlamına gelmiyor. Türkiye’de pek çok plan değişikliği çalışmasında ve proje bazlı ÇED süreçlerinde görüldüğü gibi, plan ve projelerde çeşitli değişiklikler yapılarak yargı süreçlerinde başa dönülmesi mümkün. Merkezi hükümetin ısrarcı olduğu bu muazzam rant projesindeki gelişmelerin kamuoyu tarafından takip edilmesi gerekiyor. Geçtiğimiz hafta içinde deprem bilimci Prof. Dr. Naci Görür de Kanal İstanbul’un canlı bir fay hattı üzerinde bulunduğunu hatırlatarak bu projenin kesinlikle gerçekleştirilmemesi gerektiğini bir kez daha vurguladı.
Marmara Denizi’nde fitoplankton büyümesinden kaynaklı müsilaj tehlikesi, beklendiği şekilde, bir kez daha ortaya çıktı. Fitoplankton büyümesi Marmara Denizi’ndeki kirlilikten kaynaklanıyor ve iklim değişikliğinin neden olduğu sıcaklık artışıyla tetikleniyor. Oksijen azalmasına yol açarak tüm deniz ekolojisini etkiliyor. Balıkçılar müsilaj nedeniyle balıkçılık yapamaz hale geldiklerini söylüyorlar. Su Politikaları Derneği Başkanı Dursun Yıldız’a göre, önlem alınmazsa önümüzdeki yıllarda bir felaket kaçınılmaz olacak. Alınması gereken önlemlerin kapsamı çok geniş ve büyük yatırımlar gerektiriyor. Marmara bölgesini besleyen Marmara ve Susurluk havzalarında milyonlarca insan yaşıyor, büyük ölçekli sanayi ve tarımsal faaliyet yürütülüyor. Marmara Denizi’ne deşarj edilen atık sular yetersiz arıtılıyor. ODTÜ Deniz Bilimleri’nden Prof. Dr. Barış Salihoğlu Marmara’da yüzeye çıkma eğilimi gösteren müsilaj tehlikesi hakkında özellikle Susurluk Su Havzası’nda alınması gereken önlemlere vurgu yaparken, bu tehlikenin balıkçılık faaliyetleri tarafından da tetiklendiğine dair bir görüş ileri sürüyor ve Marmara Denizi’nin en az %30’unun koruma altına alınması gerektiğini belirtiyor.
Bu arada Türkiye’de egemen olan talan ekonomisinin sistematik sonucu olarak, başta madencilik ve enerji sektörlerinin neden olduğu çok sayıda arazi gaspı ve karşı dava süreçleri devam ediyor. Artvin topraklarının %71’ine madencilik için ruhsat verilmiş. Kazdağları altın madenciliğinin, İç Ege jeotermal (JES) ve kömür santrallerinin, Batı ve Kuzeybatı kıyıları Rüzgâr santrallerinin (RES), ve ülkenin her alanı taş ocaklarının ve kömür santrallerinin tehdit ettiği bir talanla karşı karşıya. Artık yatırımlar insani ihtiyaçları ve gelişme arzusunu karşılamak için değil, mevcut sermaye birikim modelini sürdürmek amacıyla yapılıyor. Bu modele göre doğa bedelsiz bir girdi, istihdam ise bir sadaka olarak görülüyor. Bu projelerin tümünü birden tekil olarak takip etmek neredeyse imkânsız hale gelirken, ardında yatan kalkınma ve yönetim modelini ve bunun ekonomi politiği ile politik ekolojisini anlamak büyük önem kazanıyor.
2024 yılında küresel sıcaklıklar, aşırı iklim olayları ve iklim kaynaklı hasarlar rekor kırdı. 2024 yılının son on yılın en sıcak yılı olması şaşırtıcı gelmeyebilir. Dünya Meteoroloji Örgütü’nün (WMO) ifadesiyle “sera gazı seviyeleri yeni zirvelere ulaşırken gelecekte yaşanacak daha yüksek sıcaklıkları da kilitliyor”. Diğer bir ifadeyle, mevcut sera gazı seviyeleri artmasa bile uzun bir süre daha sıcaklıklar artmaya, iklim olayları şiddetlenmeye devam edecek. The Guardian’ın haberine göre, 2024 yılında maliyeti en yüksek 10 iklim felaketi 2000 kişinin ölümüne ve 229 milyar dolar hasara yol açtı.
Los Angeles’ta Ocak ayında yaşanmakta olan yangınlar da iklim değişikliğiyle ilişkilendiriliyor. Daha önce benzeri görülmemiş bu yangın fırtınası, kasırga şiddetine yakın rüzgarlar ve kuraklığın bir sonucu. Gerçekten de 2023-2024’teki aşırı ısınma, iklim değişikliğinin düzenli seyri içinde beklenebilecek olanın üzerindeydi. Bunun bir nedeni geçtiğimiz yıl Kuzey Yarıküre’de El Niño olaylarının yaşanmasıydı. Küresel bir meteoroloji döngüsü olan El Niño yıllarında kuzey yarıküre sıcak ve kuraklaşıyor. Ayrıca 2024 oldukça bulutsuz bir yıl olmuş ve yerküre çok daha yüksek miktarda güneş ışını özümsemiş. Gemicilik faaliyetlerinin neden olduğu sülfat salımındaki azalma (hava kirliliği ve akciğer hastalıklarına yol açan sülfatın güneş ışınlarını yansıtarak durdurmak gibi bir özelliği var), 2022’de patlayan Hunga Tonga yanardağının 250 milyon ton su buharını atmosfere salması (su buharı bir sera gazı aynı zamanda), Sahra Çölü’nden atmosfere saçılan tozun azalması gibi faktörler de bu aşırı ısınmayı açıklayabilecek faktörler arasında değerlendiriliyor.