İÇ POLİTİKA
Geçtiğimiz dönemin en önemli gelişmelerini, yeni “Türkiye ittifakı” tartışmaları, CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu’na yapılan saldırı, yerel seçimler sonrası siyasetteki önemli gelişmeler, Öcalan’ın tecridine karşı sürdürülen açlık grevleri ana başlıkları altında toplayabiliriz.
Bir önceki dönemde yerel seçimlerin hemen ertesinde “Otoriteryen başkanlık sistemine devam edelim diyen grupla restorasyoncu grup karşı karşıya” tespitinde bulunmuş ve önümüzdeki dönemin bu çerçevede takip edilmesi gerektiği notunu düşmüştük. 15 Nisan haftasına girildiğinde Türkiye’nin gündemini kulislerdeki Erdoğan-Kılıçdaroğlu görüşmelerinin olduğuna, hatta CHP’ye ekonomi yönetiminin önerildiğine (hatta Ersin Özince’nin Albayrak’ın yerine gelebileceği dahi konuşulmuştu) dair iddialar belirlemişti. Oldukça spekülatif seyreden yorumlarda, CHP’nin hukuk ve eğitim alanını (seküler eğitimin tasfiyesi ve dindar kuşaklar yaratma projesini) AKP’ye bırakmak istemediği ve yine yönetim biçiminde parlamenter demokrasiye dönülüp dönülmeyeceği, Erdoğan’ın parti başkanlığına devam edip etmeyeceği konularında görüş ayrılıklarının yaşandığı dile getiriliyordu. Partili olmayan Cumhurbaşkanı, parlamentonun güçlenmesi, bakanların meclisten (seçilmişler içinden) belirlenmesi tartışmalarının yapıldığı iddiaları dile getiriliyordu. Bu konular kulislerde konuşulurken Erdoğan’ın “Türkiye İttifakı”ndan bahsetmesi bu yorumlara zemin hazırlıyordu. 21 Nisan’da Kemal Kılıçdaroğlu’na düzenlenen saldırı sonrası gündem tamamen değişti. Hemen ertesi günü Davutoğlu’nun eleştirel çıkışı da AKP içindeki tartışma ve ayrışmaları birinci ağızdan ifade etmesi açısından önemliydi.
Gelişmeleri belli ana başlıklar altında ve somut olay akışına göre özetlemeye ve değerlendirmeye çalışacak olursak:
Seçimler ve Siyaset
Bu dönemde yüksek siyaset çerçevesinde seçim gündemi İstanbul seçimleri merkezliydi. Örneğin HDP’nin kazandığı belediyelerde KHK’li adaylara mazbata verilmemesi, muhalefet cephesinde de fazla gündeme gelmedi.
15 Nisan’da Binali Yıldırım İstanbul seçimlerine ilişkin olarak “Bu seçim başlı başına murdar olmuş bir seçimdir… yargı süreci devam ediyor, itirazlar her seçimde olmuştur, hukukun peşindeyiz, vatandaşlarımızın verdiği oyun sandıkta iç edilmesinin önüne geçmeye çalışıyoruz” ifadelerini kullandı. 16 Nisan’da AKP, İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanlığı seçiminin iptali ve yenilenmesi talepli olağanüstü itiraz dilekçesini Yüksek Seçim Kuruluna sundu.
Aynı gün İnsan Hakları Derneği (İHD) 31 Mart Yerel Seçimlerine ilişkin hazırladığı raporu kamuoyuna duyurdu. Seçim kampanyası sürecinde ve sonrasında yaşanan ihlalleri de içeren raporda seçmen kütüklerine dair tartışmalara ilişkin veriler de paylaşıldı.
17 Nisan’da AKP’nin Maltepe’de birleştirme tutanakları için İlçe Seçim Kurulu’na yaptığı itiraz reddedildi. İl Seçim Kurulu, mazbatasını vermek üzere Millet İttifakı’nın adayı Ekrem İmamoğlu’nu İl Seçim Kurulu’na davet etti. İmamoğlu, Çağlayan’daki İl Seçim Kurulu’na gelerek mazbatasını aldı.
18 Nisan’da Abdullah Gül, 31 Mart yerel seçimlerine ilişkin olarak, “Mazbata hayırlı uğurlu olsun. Artık normalleşmenin zamanıdır, vaktidir. İktidarın önünde 4 – 4,5 yıllık kesintisiz bir zaman var. Bunu en iyi şekilde değerlendirmeleri gerekiyor. Çok önemli problemler bizi bekliyor. Önceliğimiz ekonomi olmalı” dedi. Aynı gün Erdoğan, “Son 5 yılda tam 7 kez sandığa gittik. Seçimler ülke ekonomisinde yük oluşturuyor. Seçim döneminde yaşanan tartışmalar artık sona ermiştir. Milletimiz bu dönemi geride bırakmıştır” seklinde açıklama yaparak “normalleşme” mesajı verdi. Ertesi günü de Erdoğan benzer mesajı veren açıklamalarını sürdürdü: ”Seçim tartışmalarını geride bırakarak, ekonomi ve güvenlik başta olmak üzere asıl gündemimize odaklanmamız şarttır”. Erdoğan, Twitter adresinden yaptığı açıklamada, “Ülkemizin önünde 4.5 yıllık kesintisiz bir icraat dönemi bulunuyor. Seçim tartışmalarını geride bırakarak, ekonomi ve güvenlik başta olmak üzere asıl gündemimize odaklanmamız şarttır” ifadesini kullandı. 22 Nisan’da Eski Başbakan Ahmet Davutoğlu, AKP’li Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ı hedef alan çok sert bir açıklama yaptı. Yeni bir siyasi parti kurma hazırlığında olduğu iddia edilen Davutoğlu “Cumhurbaşkanı’nın seçimlerin birinci derecede tarafı olarak seçim ortamının gerektirdiği yoğun ve çoğu zaman da sert siyasi polemiklere girmek durumunda kalması, devlet geleneğimiz içinde toplumun tüm kesimlerine eşit mesafede durması gereken Cumhurbaşkanlığı kurumunun toplumun en az yarısı ile psikolojik bir kopuş yaşamasına yol açmaktadır” ifadelerini kullandı. Davutoğlu’nun kamuoyuna duyurduğu yazılı “manifesto”da sorunların kaynağı olarak herhangi bir öznenin belirtilmemiş olması dikkat çekti. Rant ağının paralel yapı olarak ifade edilmesi (FETÖ göndermesi yapılarak) oldukça ilginçti. Davutoğlu’nun bu çıkışının 21 Nisan’da Kemal Kılıçdaroğlu’na saldırının hemen ardından gelmiş olması da başka bir kayda değer husustu.
Kılıçdaroğlu’na asker cenazesinde saldırı
21 Nisan 2019 Pazar günü, CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu, Ankara Çubuk’ta katıldığı asker cenazesinde saldırıya uğradı. Milli Savunma Bakanı Hulusi Akar’ın da katıldığı cenazede, Kılıçdaroğlu’nu protesto eden bir grup CHP liderine tekme ve yumrukla saldırdı. Kılıçdaroğlu köyde güvenli bir evde yaklaşık bir saat tutulduktan sonra zırhlı araçla çıkarıldı. Ankara Valiliği ise saldırıdan ‘protesto eylemi’ diye söz ettiği açıklamasında ‘sorumluları hakkında yasal işlemlerin başlatıldığını’ duyurdu. Aynı cenazede bilfiil yer alan Milli Savunma Bakanı Akar, Çubuk’ta sakinleştirmeye çalıştığı kalabalığa şöyle seslendi: “Çubuklu kardeşlerim mesajlarınızı verdiniz, tepkilerinizi gösterdiniz, şimdi sükunetle burayı boşaltıyoruz. Arkadaşlarım bize güvenin, bize inanın hep beraber burayı boşaltıyoruz ve Yener’in evine gidiyoruz.” Saldırıyla ilgili Kılıçdaroğlu’nu eleştiren MHP lideri Bahçeli, “Bu akşam YSK toplansın, Kemal Kılıçdaroğlu’nun üzerinde oynanan oyunda kendisi oyunun bir figürü müdür değil midir önce onun tespitini yapsın. Figürü değilse onun partisinin adayının mazbata kavgasına bu akşam son versin” ifadelerini kullandı. Bahçeli’nin, Kılıçdaroğlu’na “O adama yumruk attıracak kadar sen ne yaptın Kılıçdaroğlu?” diye sorması saldırının dolaylı olarak savunulduğu yorumlarına yol açtı. Olaydan hemen sonra Abdullah Gül, Kılıçdaroğlu’na saldırıya ilişkin olarak resmi Twitter hesabından paylaşımda bulundu. Gül paylaşımında, “Ana muhalefet lideri Sayın Kemal Kılıçdaroğlu’na bugün yapılan saldırıyı kınıyorum. Siyaset diline hakim olan nefret söyleminin tehlikesi umarım artık farkedilir” ifadelerini kullandı.
Saldırı ile ilgili en önemli noktalardan biri saldırı ile aynı anda mazbatasını 17 gün sonra alan İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Ekrem İmamoğlu’nun Maltepe’de ‘İstanbul’a Yeni Bir Başlangıç’ mitingi düzenliyor olmasıydı. İmamoğlu, mitingte, saldırıya uğrayan CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu’nun selamlarını ilettiğini söylerken, “Orada bu hareketi yapanlar talimat almış kişilerdir” dedi. Mitinge katılan kitlenin saldırı haberleri karşısında sakin kalması dikkat çekti.
Kılıçdaroğlu’na saldırıya ilişkin şehit ailesi ve Akkuzu köylülerinden başlayıp siyasi parti temsilcilerine, Cumhurbaşkanlığı (birbiriyle çelişen tarzda olması dikkat çekti) ve AKP temsilcilerine kadar değişik kesimlerden açıklamalar geldi. (Olayların seyri ve diğer açıklamalar yazımızın başında verdiğimiz Haber Akışı bağlantısından takip edilebilir.) Ancak burada konuyla ilgili en önemli gördüğümüz açıklamaların detayına yer vermeyi uygun görüyoruz:
Konuyla ilgili siyasi gelişmeleri tayin edecek en önemli açıklama 21 Nisan’da Devlet Bahçeli’den geldi. Bahçeli açıklamasında çok net mesajlar verdi: “Türkiye İttifakı’ndan bahsetmek kafamızdaki soru işaretlerini çoğaltmıştır”; “Ülke bazlı siyasi bir ittifak olamaz. Bizim ittifakımız cumhur’ladır, bizim ittifakımız AKP’li kardeşlerimledir”; “Sayın Cumhurbaşkanımızın Türkiye İttifakı ile neyi kastettiğini elbette bilemeyiz. Ama konunun zillet ittifakı tarafından istismar edildiğini görüyoruz”; “Bizim inandığımız Cumhur İttifakı’dır. Bizim amacımız milli bekayı sonuna kadar yaşatmaktır. Cumhur İttifakı’na yönelik sabotajlara fırsat vermemektir.”
Önceki gün CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu için “Yüzde 9, 83 oy aldığın yerde ne işin var?” diyen MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli, açıklamalarının bir çeşit olayı “üstlenme” olarak görülmesi sonrası, sonraki gün “Kılıçdaroğlu’na saldırı kabul edilemez. Bütün yönleriyle incelenmeli, gizli kapaklı bir şey kalmamalı. Hiç kimse olayların gizli faile olarak partimizi ve dava arkadaşlarımızı gösteremez” açıklaması yapmak zorunda kaldı.
22 Nisan’da dikkat çeken başka bir açıklama, AKP Grup Başkanı Naci Bostancı’dan geldi: “Cumhurbaşkanımızın ‘Türkiye ittifakı’ dediği dönemde bu olayın yaşanması dikkate değerdir”. Aynı gün Erdoğan’dan “Türkiye İttifakı”na dair bir çeşit geri adım olarak yorumladığımız açıklama geldi: “Türkiye İttifakı, Cumhur İttifakı’nın farklı bir versiyonudur. Biz şu anda 82 milyonu ayırarak konuşamayız. 82 milyonu biz bir ittifak içerisinde ‘tek millet, tek bayrak, tek vatan, tek devlet’ olarak topluyoruz. Kastımız da budur.”
Erdoğan’ın Türkiye ittifakı sözü üzerine Bahçeli tepki göstermesi ve tek ittifakın Cumhur İttifakı olduğunun altını çizmesi; Maltepe mitingiyle aynı gün ve saatte Kılıçdaroğlu’nun Çubuk’ta linç/suikast girişimine maruz kalması yeni ittifak arayışlarına müdahale olarak değerlendirilebilir. Malum kesimlerin CHP’ye yönelik bu sert mesajı sonrası AKP kanadından saldırıyı kınıyoruz “ama…” şartlı açıklamaların gelmesi, saldırı sonrasında kimsenin tutuklanmaması ve saldırganın elinin öpüldüğü fotoğrafların servis edilmesi linç girişiminin savunulduğunun göstergesi sayılabilir.
Bütün bunlar -ki Erdoğan’ın bilgisi dışında gerçekleştiği düşünülemez- kısa vadede restorasyoncu kanadın çabasının aksine Türk-İslamcı kanadın iktidarı paylaşmayı kesin şekilde reddettiği ve CHP’yi kriminalize etmeye devam ettiği şekilde yorumlanabilir.
Siyaset bu kırılgan zemin üzerinde ilerlerken Kürtler yeni “Türkiye ittifakı”nın neresinde?
HDP’nin seçim döneminde CHP’ye koşulsuz destek vermesini, Kürt tabanını ikna edemeyince Selahattin Demirtaş’ın devreye girdiğini ve kritik yerlerin “bağırlarına taş basan” Kürtlerin oylarıyla kazanıldığını önceki dönem tartışmıştık. Yüksek siyaset alanında ön planda Kürtler “Türkiye İttifakı” içinde görünmüyor; arka planda ise Kürt siyaseti ile nasıl pazarlıklar / görüşmeler yapıldığını bilmiyoruz. HDP “Demokrasi İttifakı” çağrısıyla muhatabı ve ilkeleri belirsiz bir zeminde hareket etmeye devam ediyor. Kürt toplumu ise sessiz. Cezaevlerinde ise (ve yurt dışında) binlerce kişi açlık grevinde ve 8 kişi feda eylemi yaptı. İlerleyen günlerde ölümler arttıkça devletin konuyu görmezden gelmesi mümkün olabilir mi? Devletin anti-Kürt propagandasını sürdürmesi oldukça zor ancak sürecin nereye evrileceği belirsiz.
Açlık grevleri
18 Nisan itibarıyle Leyla Güven’in PKK Lideri Abdullah Öcalan üzerinde uygulanan tecridin kaldırılması talebiyle başlattığı açlık grevi eylemi 163’üncü gününe girdi. Aynı taleple Irak Kürdistan Bölgesel Yönetimi’nin başkenti Erbil’de açlık grevine başlayan HDP üyesi Nasır Yağız 150, Strasburg’da 14 kişi ve Galler’de İmam Şiş’in 124, cezaevlerinde 16 Aralık’ta başlayan tutuklular 125 gündür eylemde. Açlık grevleri 1 Mart itibariyle tüm cezaevlerine yayılmıştı. Binlerce mahkumun (yaklaşık 7.000) katıldığı açlık grevleri Türkiye tarihinin en kitlesel ve uzun süreli açlık grevlerinden biri olarak görülüyor.
18 Nisan’da HDP’nin önceki dönem Eş Genel Başkanı Selahattin Demirtaş, savunmasında sorunların diyalog ile çözülmesi gerektiğini belirterek, İmralı’yı işaret etti. Demirtaş, “O gün söylemişim. Aynı düşüncedeyim; Öcalan’ın devreye girmesi lazım ki barış için mesafe kat edilebilsin” dedi. Aynı gün Federe, Kürdistan Bölgesi’nden gelen 11 kadından oluşan heyet, Leyla Güven’i ziyaret etti. Ziyarete HDP Diyarbakır Milletvekili Saliha Aydeniz, Batman Milletvekili Feleknas Uca ve Özgür Kadın Hareketi (TJA) aktivistleri de eşlik etti. Kadınlar, Leyla Güven’e, üzerinde Güven’in resmi olan plaket hediye etti. 15 Nisan’da da Filistin direnişinin sembol isimlerinden Leyla Halid, 159 gündür açlık grevinde olan DTK Eşbaşkanı ve HDP Hakkari Milletvekili Leyla Güven’i ziyaret etmiş ve yaptığı konuşmada, “Seninle görüşmek benim bir görevimdir. Çünkü hepimiz direnişteki kadınlarız, mücadeledeki kadınlarız” demişti.
Baskılar
Erdoğan’ın kızgın “demiri soğutma” sözlerinin ve kucaklayıcı “Türkiye İttifakı” söyleminin ardından yaşanan gelişmeler baskıların hiç de hafiflemeyeceğini, demirin daha da kızışacağını gösteriyor:
17 Nisan’da Beyaz Show’a telefonla bağlanarak “Çocuklar ölmesin” dediği için tutuklanan ve cezası ertelenen Ayşe Çelik, kalan cezasının infazı için tekrar hapishaneye kondu.
Halkların Demokratik Partisi (HDP) Diyarbakır İl Örgütü’nün, Abdullah Öcalan üzerindeki tecrit ile Yüksek Seçim Kurulu’nun (YSK) KHK’li eş başkanlara mazbata verilmemesine ilişkin Bağlar ilçesi Koşuyolu Parkı’nda yapacağı açıklamaya polis izin vermedi. Açıklamanın yapılacağı parkı zırhlı araçlarla abluka altına alan polis, HDP milletvekilleri, belediye eşbaşkanları ve yurttaşlara saldırdı. TOMA araçlarının tazyikli su sıktığı gruptan HDP Diyarbakır Milletvekili Remziye Tosun yaralandı. DTK Eş Başkanı Berdan Öztürk ile HDP Diyarbakır milletvekilleri Musa Farisoğulları ve Semra Güzel polislerce darp edildi.
18 Nisan’da İstinaf Mahkemesi’nin onadığı, Cumhuriyet Gazetesi eski yönetici ve yazarları hakkındaki mahkumiyet kararları UYAP’a yüklendi. Dava dosyası, kararı veren yerel mahkemeye döndüğünde infaz savcılığına yazı yazılacak ve gazetenin eski çalışanlarından Musa Kart, Kadri Gürsel, Güray Öz, Hakan Kara, Önder Çelik, Emre İper, Bülent Utku ve Mustafa Kemal Güngör hapse girecek.
20 Nisan’da Sözcü davasında gazetecilere hapis istendi.
20-21 Nisan’da Açlık grevi yapan yakınları için Gebze Cezaevi önünde nöbet tutan aileler polis tarafından darp edilerek yerlerde sürüklendi. HDP Milletvekili Nuran İmir de gözaltına alınmak istendi. Kızıltepe’de anneler polislerce yerde sürüklendi.
Cinsel Şiddet ve İstismar olayları
Geçtiğimiz haftalarda yaşanan (Denizli, Küçükçekmece) cinsel şiddet ve istismar olayları toplumdaki çürümenin örnekleri arasında yer aldı. Neredeyse her kesimin kınadığı bu olaylar tartışmaları yeniden idama getirdi. Cinsel suçların idam, pembe otobüs gibi uygulamaların meşrulaştırılması için araçsallaştırılması yeni bir durum değil. Ülkedeki genel faşizan uygulamalar devam ettikçe toplumsal çürümenin kaçınılmaz olduğu bir kez daha ortaya çıkıyor. Cinsel şiddet ve istismardaki artışın önemli nedenlerinden birinin son dönemdeki faşizan söylem ve uygulamalardan beslenen yeni erkeklik modelinin olduğu ise neredeyse hiç tartışılmıyor.
DIŞ POLİTİKA
Geçtiğimiz dönemde dış politika alanındaki önemli konuları S-400 ve F-35’ler tartışmaları, İran yaptırımları ve dolayısıyla Türkiye-ABD-NATO ilişkileri, Astana görüşmeleri ve Suriye’deki gelişmeler oldu. 15 Nisan haftasında genel olarak gerilimi düşürmeye ve görüşmelerin devamının önemine vurgu yapan görece “yatıştırıcı” açıklamalar göze çarptı: 15 Nisan’da ABD’nin Suriye Özel Temsilcisi James Jeffrey, Suriye’deki muhtemel güvenli bölge konusunda Türkiye ile işbirliği içerisinde çalıştıklarını belirtti ve güvenli bölgeye ilişkin olarak “YPG’nin olmayacağı bir plan üzerinde çalışıyoruz” dedi. Aynı gün Türkiye Cumhurbaşkanlığı sözcüsü İbrahim Kalın, ABD’de düzenlenen bir konferansta, “Washington’daki diğer karar vericiler ve uygulayıcıların da buradaki büyük resmi görebileceklerine inanıyorum. ABD’nin dost ve müttefik olarak Türkiye’yi kaybetmeyi göze alabileceğine inanmıyorum” dedi. 19 Nisan’da Dışişleri Bakanı Mevlüt Çavuşoğlu, F-35 ve S-400’lerle ilgili olarak, “ABD’ye ortak komisyon kurma teklifi sunduk” dedi. Çavuşoğlu, “NATO’nun (S-400 konusunda) endişelerini dikkate almamız lazım. Türkiye’nin dikkate almadığını söylemek doğru değil. Her zaman hassasız” ifadesini kullandı. 23 Nisan’da Savunma Bakanı Akar “F-35 konusunda tabii ki B planımız var. Kısa orta uzun vadeli planlarımız var. Süreçte henüz kilitlenme yok” şeklinde konuştu. Aynı gün S-400’lerin Azerbaycan gibi başka bir ülkeye konuşlandırılacağı yönündeki söylentiler üzerine Dışişleri Bakanı Mevlüt Çavuşoğlu, “Alacağımız S-400’ler NATO sistemlerini düşman olarak görmeyecek. S-400 bitmiş bir anlaşma, üçüncü ülkenin dahil olduğu herhangi bir ara formül yok” dedi. Suriye’deki duruma ilişkin de açıklama yapan Çavuşoğlu, ABD askerlerinin geri çekilmesi ve güvenli bölge konularında net bir şey olmadığını belirterek, “Onları eleştirmek için söylemiyorum, ama henüz belirli bir kararları, stratejileri yok” ifadelerini kullandı. Tüm bu açıklamalar dikkate alındığında gerek S-400’ler konusunda gerekse Suriye (Rojava) konusunda Türkiye ile ABD arasında müzakerelerin devam ettiği sonucuna varılabilir. Ancak bu sürecin fazla uzun sürmeyeceğini ve Türkiye’nin bir karar verme konusunda fazlasıyla sıkıştığını görmek de çok zor değil. S-400’ler konusunda diğer cepheden beklenen ve Türkiye’yi ABD karşısında zorlamayı amaçlayan açıklama 24 Nisan’da geldi. Rusya’nın devlet savuma sanayi şirketi Rosoboronexport Başkanı Aleksandr Miheyev, S-400’lerin teslimatının Temmuz’da başlayacağını duyurarak, talep edilmesi dâhilinde F-35’lerin yerine tedarik edilecek alternatif savaş uçaklarını konuşmaya hazır olduklarını belirtti. ABD ile Rusya arasında sıkışıp kaldığı S-400 ile F-35 çıkmazının Türkiye’yi bir tercihe zorladığı söylenebilir. Türkiye ya Rusya’dan aldığı S-400’leri belki bedelini ödeyerek Rusya’dan almayacak; alıp Türkiye’de depolarda atıl bırakacak veya söylentilerde geçtiği gibi üçüncü bir ülkeye yönlendirecek; ama aynı zamanda ABD’den F-35’leri satın alarak ABD’nin şartını yerine getirecek veya ABD-NATO’ya karşı gelip bedeli çok daha ağır bir yola başvuracak. Bu ikinci yolun pek mümkün olmadığı söylenebilir. Yaşanan ağır ekonomik koşullar da dikkate alındığında Türkiye’nin geri adım atarak ABD çizgisine yanaşması ve bunun için de Suriye’de de belli bir uzlaşıya yönelmesi yüksek bir olasılık olarak görünüyor. Tam da bu noktada Türkiye ile YPG arasında görüşmelerin gerçekleştiği yönündeki iddiaların dile getirilmesinin tesadüf olmadığı söylenebilir. Önümüzdeki dönemde YPG/SDG ile görüşmeler konusunun önemli bir gündem oluşturacağını tahmin edebiliriz. ABD ile Türkiye arasındaki başka bir potansiyel kriz konusu da Türkiye’nin ABD’nin İran ambargosuna katılıp katılmayacağı konusuydu. 22 Nisan’da ABD İran yaptırımlarından muaf tutulan ve aralarında Türkiye’nin de olduğu 8 ülkeye ek süre tanınmayacağını, 2 Mayıs’tan itibaren bu ülkeleri muaf tutmaya son verileceğini açıkladı. Dışişleri Bakanı Pompeo kararın amacının İran’dan petrol alımını sıfıra düşürmek olduğunu vurguladı. Aynı gün Dışişleri Bakanı Mevlüt Çavuşoğlu, ABD’nin İran yaptırımlarından muaf tutulan ve aralarında Türkiye’nin de olduğu 8 ülkeye ek süre tanınmayacağı kararına ilişkin, “Tek taraflı yaptırımları ve komşularımızla nasıl ilişki kuracağımız konusundaki dayatmaları kabul etmiyoruz.” dedi. Türkiye kendisine verilen 6 aylık hazırlık dönemini iyi değerlendirmiş, İran’a ambargo meselesinde ABD’nin dediğini yapmaya çalışmış görünüyor. Mühdan Sağlam’ın yazdığına göre “Veriler ve İran’dan alımın düşmesine rağmen ülkemizde bir petrol darboğazı yaşanmadığı göz önüne alındığında, Türkiye’nin siyasi arenada yaptırım karşıtı tutum almasına karşın 2 Mayıs’a dönük bir hazırlık yaptığı ve alternatif adreslere yöneldiği görülüyor.” İran’ın yerini alan tedarikçilerin başında Rusya yer alıyor. Türkiye’nin bu yönelimiyle bir yandan ABD’nin yaptırım uygulamasını pratikte yerine getirirken diğer yandan Rusya ile olan ticaret hacmini geliştirdiği görülmektedir.
EKONOMİ
Bu haftaki önemli gelişmeler üretimdeki daralmanın devamı, MB’nin döviz rezervlerinin düşüklüğü ve tükenmeye geçtiği üzerineydi.
16 Nisan’da Türkiye İstatistik Kurumu (TÜİK), Sanayi Üretim Endeksi Şubat 2019 raporunu açıkladı. Şaşırtmayan rapora göre sanayi üretimi geçen yılın aynı ayına göre yüzde 5,1 azaldı. 25 Nisan 2019 Türkiye’nin hem binek otomobil hem de hafif ticari araç üreten tek otomotiv şirketi olan Tofaş, 28 Nisan’dan itibaren üretimde 2 vardiyaya geçeceğini açıkladı. 18 Nisan’da Financial Times gazetesi, Türkiye’nin net rezervlerinin Merkez Bankası’nın açıkladığının aksine 28.1 milyar dolar olmayabileceğini iddia etti. Net rezervin swap ya da kısa dönemli borçlanmalar sayesinde 25 Mart’tan bu yana şişirilmiş olabileceğini kaydeden FT, bunların çıkarılmasının ardından net rezervin 16 milyar dolara gerilediğini savundu. Öte yandan Türkiye Cumhuriyet Merkez Bankası (TCMB), Nisan ayı Para Politikası Kurulu toplantısında (25 Nisan) politika faizini yüzde 24 seviyesinde sabit tuttu. Açıklamada sıkı para politikasının enflasyonda önemli iyileşme sağlanana kadar süreceği belirtildi, ancak “ihtiyaç duyulması halinde ek sıkılaştırma yapılabilir” ifadesi metinden çıkarıldı. TCMB’nin kararı sonrası güne 5.88 seviyesinde başlayan dolar 5.98’e kadar yükseldi.
Özetle genel gidişat anlamında olumsuz seyrin devam ettiği görülmektedir. Para piyasalarında dolaşan bazı söylentilere göre AKP ile CHP arasında bazı görüşmeler gerçekleşmekte ve AKP tarafından ekonomi yönetiminin CHP’ye teklif edildiği iddia edilmektedir. Aynı çevrelere göre bu, önümüzdeki dönemde zorunlu bir şekilde IMF’ye gidilmek durumunda kalındığında bunun yaratacağı toplumsal zorlukların CHP’ye bırakılması anlamına da geliyor. IMF’nin asgari düzeyde de olsa hukuka bağlılık, popülist ve/veya kayırmacı politikalara son verme ve şeffaflıkla ilgili talepleri net olacağı için şu aşamada IMF’ye gidilmesinin mevcut iktidar bloğu yapısıyla çok zor olduğu biliniyor.