Restorasyon Tartışması

“Türkiye’de sistem kendini restore etmeye mi çalışıyor?” tartışması 31 Mart Yerel Seçimleri gecesi İstanbul’la ilgili gelişmeler eşliğinde başlamıştı. Hatırlanacağı gibi muhalif cenahın daha rasyonel bölümünde, 31 Mart’ta muhalefet İstanbul’u kazansa bile “kaybedeceği” beklentisi hâkimdi. Seçim gecesi olanlar, Anadolu Ajansı’nın sayısal propagandası eşliğinde “atı alan Üsküdar’ı geçti” türünden erken zafer kutlamalarının başlamaması, silahlı grupların “kutlama amaçlı” sokağa inmemesi ve İstanbul’u kimin alacağının o an için akibeti belirsiz bir çekişmeye dönüşmesi “restorasyon” tartışmasını gündeme getirmişti.

Artizan’da yayımlanan “İstanbul Bilmecesi Henüz Çözülmemişken Yerel Seçimler Üzerine” başlıklı yazısında[i] Ömer F. Kurhan, devlet içinde bir tartışmanın başlamış ve “devlet aklının” devreye girmiş olabileceği tahmininde bulundu. Türk-İslam ideolojisine dayanan rejim birkaç cephede birden büyük krizlerle karşı karşıyaydı. Geçmişte, örneğin 90’larda Kürt sorunu karşında “birlik ve bütünlüğünü” korumuş olan Türk toplumu sekülerler ve Türk-İslam toplumu olarak derin şekilde bölünmüştü. Çok yönlü krizi bu bölünmeyi aşarak karşılamak ve Türkiye sınırları dışında, Suriye’de kazanımlar elde eden Kürt mücadelesi karşısında yekvücut olabilmek için “devlet aklı”nın devreye girdiği söylenebilirdi. Muhtemelen iktidara, İBB Başkanlığı’nın seçimi kazanan muhalefete verilmesi, böylece iktidar aygıtının seküler Türk toplumuyla paylaşılması, bu yolla seküler Türk toplumunun “kapsanması” tavsiye edilmişti. Yine de yazar olguların desteklediği bu tahminini şu anlamlı soruyla noktalıyordu: “Fakat bu aklı taşıyabilecek bir bünye kaldı mı, belli değil.”

Sonraki süreç bu sorunun pratikte, en azından orta vade için yanıtlanmasını sağladı. Evet, sistemin esenliği açısından “devlet aklı” gayet mantıklı bir strateji önermiş olabilirdi, fakat “bünye” kendi iktidarını seküler Türk toplumuyla paylaşmaya yanaşmadı. İstanbul’un, AKP’nin açık ara birinci parti olmasını temin eden rant olanaklarını sistemin bekası uğruna gözden çıkarmadı. AKP-MHP bloğu İstanbul seçimlerini iptal ettirmek için devlet içindeki bütün ağırlığını kullandı, başarılı da oldu. Bir süre Erdoğan “Türkiye ittifakı” gibi restorasyon projesini çağrıştıran bir söylem kullandıysa da bu söylemin pratik karşılığı olmadı. İktidar sözcüleri ve medyası yoğunluğu azalsa da Millet İttifakı’nı “teröristlerle iş tutmakla” suçlamayı sürdürdü. 

 23 Haziran Seçim Sonuçları ve Muhalafetin İlginç Stratejisi    

23 Haziran’da yenilenen İstanbul seçimleri Türk-İslamcı iktidar bloğu açısından ciddi bir hezimetle sonuçlandı. Üç ay gibi çok kısa bir sürede Binalı Yıldırım ile Ekrem İmamoğlu arasındaki oy farkı 13 bin civarından 800 binin biraz üstüne çıktı. Güvenilir kamuoyu araştırmacısı Bekir Ağardır, 31 Mart seçiminin iptal edilmesinin iktidar bloğuna oy verenler içinde bir kesimin “adalet duygusunu” sarstığı tespitinde bulundu. Bu tespit, AKP tabanı içinde Türkiye’nin keyfi şekilde yönetildiği, bu yönetim tarzıyla bir yere varılamayacağı kuşkusunun ortaya çıktığı biçiminde de yorumlanabilir. Yandaş gazeteciler istedikleri kadar “seçmen Tayyip Erdoğan/AKP’den vazgeçmiş değil, sadece ders verdi” desin koskoca ülkeyi bir avuç danışman ve yardımcıyla keyfi biçimde yönetmeye kalkışmanın iktidar seçmeni açısından bir güven sorunu doğurduğu ortada. Bu kuşkuyu besleyen ikinci etken de  31 Mart’tan bu yana daha da kötüleşen ekonomik koşullar oldu.

İktidar cephesinde işlerin hızla bozulmaya başlamasına ve AKP örgütünün toplum tabanından koptuğunun açığa çıkmasına karşın muhalefetin “erken seçim gündemimizde yok; şimdi biriken sorunlara odaklanma zamanı” tutumuna ne demeli? Başkanlık sisteminin kısa sürede ülkeyi içine soktuğu açmaz ortadayken kuvvetler ayrılığına dayalı yeni bir anayasa tartışmasını tutarlı şekilde gündeme getirmemek ne anlama geliyor? Neden CHP lideri somut bir çağrı olarak sadece tarafsız cumhurbaşkanlığı için referandum önerisinde bulunuyor?

İlk kez, üstelik Türkiye’nin kalbi sayılan İstanbul’da iktidarın kaybedebileceği ortaya çıkmışken CHP neden İmamoğlu aracılığıyla İstanbul’da kendini “ispatlamayı” ve süreci yıllara yayarak Erdoğan/AKP’nin ekonomik krizle yıpranmasını beklemeyi bir strateji olarak benimsiyor? Vatandaş gözüyle bakıldığında mevcut iktidar altında “her şeyin hızlanarak kötüleşeceği” belliyken bu sözde “normalleşme” arayışı niye?

Neo-İttihatçı/Avrasya Yönelimliler ile Batıcıların Mücadelesi

Nasıl ki iktidar açısından 31 Mart seçiminin iptal ettirilmesinde İstanbul’un rant kapasitesi kilit önemde idiyse Millet İttifakı’nda ifadesini bulan muhalefetin bu şaşırtıcı stratejisi açısından da dış politikada yaşanan ağır krizin belirleyici olduğu söylenebilir.

Bu bakımdan Savunma Bakanı Hulusi Akar’ın yenilenen İstabul seçiminden sadece bir gün sonra partileri dolaşarak “savunma ve güvenlik konularında bilgilendirme yapması” gerekli ipucunu sunuyor. Akar’ın CHP, İYİ Parti ve MHP ziyaretlerinde “S-400 teslimatı başta olmak üzere F-35’lerle ilgili gelişmeler, ABD’den gelebilecek olası yaptırımlara karşı yol haritası, yeni askerlik sistemi, Doğu Akdeniz ve terörle mücadele konuları gündeme” geliyor.[ii] Muhtemelen bu türden görüşmeler veya başka kanallarla muhalefete ülke olarak gerçek bir beka sorunu yaşadığımız, neo-İttihatçı dış politika açısından son derece kritik olan “bugünlerde” millet olarak birlik ve beraberliğe “her zamankinden çok” ihtiyacımız olduğu telkin ediliyor. Benzer bir mesajı yandaş medya sözcülerinde de gözlemlemek mümkün: 23 Haziran İstanbul seçiminde başarı kazandı diye CHP şımarmasın, haddini bilsin ve iktidar alternatifi bir söylemle ortaya çıkmasın.

Dış politikadaki gelişmelere, özellikle ABD ile yaşanan S-400 krizindeki taviz vermez tutuma bakıldığında devletin içinde AKP-MHP ile ittifak halindeki Avrasyacı eğilimli kesimin sesinin gür çıktığı, dış politikanın gidişatının bu kesim tarafından belirlendiği rahatça görülebilir. Temelde Rojava’da Kürt özerkliğini destekleyen ABD’ye karşı Rusya’dan S-400 füzeleri alma kararıyla bir tür şantaja kalkışmak, “ABD’den gelebilecek olası yaptırımlara karşı yol haritası” hazırlamak devletteki hâkim kanadın politikası; yani “devlet politikası”.

Bu şekilde belirlenmiş bir devlet politikasını zaafa uğratabilecek sistem sorgulamalarından, Batıcıların Türkiye’yi yeniden Batı sisteminin uyumlu bir parçası haline getirme çabasına alan açabilecek iktidar boşlukları yaratmaktan kaçınmak gerekiyor.

Türkiye’de genellikle olduğu gibi sistemden pek de bağımız olmayan muhalefet partileri şimdilik “resmi politikayla” uyumlu hareket ediyorlar. Muhalefetin rejim sorgulamasını “gelecek güzel günlere” ertelemesi temelde buradan kaynaklanıyor, sivil alanda bağımsız şekilde yürütülen “strateji ve taktik” tartışmalarından değil.

Nitekim Batı sistemiyle tam bir entegrasyonu öngören Ali Babacan’ın Abdullah Gül desteğinde yürüttüğü yeni parti kurma çalışmaları hızlanmış olsa da şimdilik “iddiasız” bir çerçevede ilerliyor. O cephede devlet içindeki neo-İttihatçı/Avrasya yönelimlilerin dış politikada tam bir çıkmaza girmesini, içeride ise Cumhur İttifakı’nın güçten düşmesini bekleme politikası hâkim.

Rehabilitasyona Razı Olun!

Böylece 23 Haziran’da iktidar bloğunun bariz bir yenilgiye uğramasının yol açtığı başkanlık rejimini toplum nezdinde sorgulama fırsatı heba edilmiş oluyor.  Başkanlık sistemi altında kuvvetler ayrılığının ortadan kaldırıldığı, bütün kurumların hızla çöktüğü ve çok derin bir ekonomik krizin kapıda olduğu bir dönemde gündeme gele gele “partili Cumhurbaşkanlığı sisteminin rehabilite edilmesi” geliyor. Cumhurbaşkanı’nın “sekreteri” durumundaki bakanlar ile “yasama” (gerçekte AKP Meclis grubu) arasında kopukluk varmış; “sekreterler” (yani bakanlar) milletvekillerinin taleplerini yeterince dikkate almıyormuş; AKP milletvekilleri, Saray’da sekreterlerin hazırladığı yasa tasarılarını el kaldırıp indirerek onaylamak zorunda kalıyormuş…

Popülizm Felaketi

Her geçen gün bütün toplum kesimlerine çok ağır bir bedel ödeten mevcut rejimin içine girdiği kriz bu kadar sığ ve yüzeysel bir makyajla geçiştirilecekse bunda muhalefetin “milli duruşunun” payı epeyce büyük.

Fakat sivil toplumun, örneğin seküler toplumun payı daha az değil. Çağımız pek çok ülkede popülist hareketlerin ve otoriter rejimlerin yükseliş çağı. Fakat popülizmi yalnızca ırkçı, faşizan veya otoriter hareketlere/rejimlere mahsus bir akım gibi görmemek gerek. Popülizm günümüzdeki biçimiyle Aydınlanma değerlerinin reddedildiği bir zihniyeti temsil ediyor. Sorgulamaktan kaçınmak, akıl süzgecinden geçirmemek, eleştirelliği terk etmek, olumsuz gelişmeler karşısında kaderini yüksek siyasetin ortaya çıkardığı “kurtarıcılara” teslim etmek, bu “liderlere” irrasyonel ve fanatikçe bir bağlılık hissetmek sadece iktidar değil muhalefet saflarında da görülüyor. 23 Haziran seçimleri arifesinde “her şey çok güzel olacak” sloganı çok geniş bir seküler kitle tarafından benimsenirken elbette bir heyecanı ve umudu da temsil ediyordu; fakat “her şeyin nasıl çok güzel olacağı” sorusu galiba yeterince sorulmadı. İşte şimdi bu soru bütün çıplaklığıyla önümüzde duruyor. Politik aktörleri eleştirel biçimde, irademizi teslim etmeden, vatandaş olmaktan kaynaklanan taleplerimizi gündeme getirerek desteklemek başka, muhalefetin “milli duruşunu” içselleştirip benimsemekse bambaşka bir şey.

[i] https://www.art-izan.org/guncel/istanbul-bilmecesi-henuz-cozulmemisken-yerel-secimler-uzerine

[ii] http://www.milliyet.com.tr/siyaset/hulusi-akardan-3-partiye-ziyaret-2894276