Bu değerlendirme bağlantıdaki haber akışı dikkate alınarak hazırlanmıştır.
İÇ POLİTİKA
Son iki hafta içinde ülke gündemini meşgul eden, üzerinde biraz daha ağırlıklı tartışmayı gerekli gördüğümüz ana konuları aşağıdaki başlıklar altında ele alıyoruz.
Şeyhin Cinsel Saldırısı Üzerine
Sakarya’da Uşşaki tarikatı şeyhi olarak bilinen Fatih Nurullah’ın 12 yaşındaki bir kız çocuğuna cinsel saldırıda bulunması ve tarikat müritlerinden olan ailenin yapılan tüm baskı, ısrarlı ‘şikayetinizi geri çekin’ taleplerine rağmen şikayetçi olmaları son dönemde alışık olmadığımız tarikat ve dini yapılar tartışmalarını gündeme getirdi. Burada hemen akla gelen önemli soru “tarikat konusu neden bu dönemde bu kadar güçlü bir şekilde gündemde kalıyor?” Acaba devlet içindeki taraflar tarikatlar konusunda bir çekişme içinde mi? Acaba iktidar ortağı MHP’nin tabanında, Ayasofya’nın ibadete açılışı sırasında Diyanet İşleri Başkanı Erbaş’ın kılıçla minbere çıkıp Atatürk’ü lanetlemesiyle berraklaşan AKP’nin Atatürk karşıtlığına yönelik bir rahatsızlık mı var? Yoksa uzun süredir AKP’nin verdiği sınırsız imkanlarla AKP’ye yakın tarikatların devlete yani iktidara ortak olmaları MHP yönetiminde bir güç paylaşımı rahatsızlığı mı yarattı? Bu sorulara net bir yanıt vermek zor. Bildiğimiz kadarı ile bu haberi Uşşaki tarikatını uzun bir süredir izleyen Sözcü gazetesi ve Barış Terkoğlu çıkardı. Ancak devletle çok uzun süredir iç içe olduğu bilinen ve müritlerine ‘devletin içine sızın’ gibi tavsiyelerde bulunan, herhangi bir siyasal karışıklık anında iktidara milis desteği verebileceği söylenen bilindik bir tarikatın su yüzüne çıkan istismar haberi bir anda tüm tarikat örgütlenmelerini sorgulanır hale getirdi. Başta Akit olmak üzere tüm yandaş İslamcı medyanın olayı görmezden gelmesi olayın hassasiyetini gösteriyor. AKP’nin ‘çürük elma’ yaklaşımı ve muhalefetin tartışmalara hemen hemen hiç girmemesi tartışmaları azaltmadı. Fethullah Gülen sonrası dönemde AKP iktidarı birçok tarikata devlet yönetiminde alan açmış, örgütlenmesini teşvik etmişti. Bakanlık düzeyinde tarikat kontrolüne giren devletin kurumları olduğunu biliyoruz. Örneğin Sağlık bakanlığının Menzil tarikatına verildiği çok zamandır söyleniyor. İrili ufaklı birçok tarikatın devletin çeşitli alanlarında kontrolü ellerinde tutuğu iddia ediliyor. İşte böyle bir ortamda Uşakki tarikatı olayı “tarikatlar kapatılsın”, “devlet tarikatları mutlaka denetlesin” veya “yasakçı olmadan (laik bir anlayışla) dini yapılanmalar nasıl kontrol edilebilir” gibi tartışmaları doğurdu. Burada tüm baskılara karşın direnen ve şikayetini geri çekmeyen mürit ailenin dirayetini not etmemiz gerekiyor. Bu tip olaylarda ailelerin konuşmasının önüne geçerek duruma hâkim olabilen iktidar bu sefer ailenin azminin de etkisiyle dini yapılanmaların ‘Susurluk’u diyebileceğimiz bir olayın üstünü örtemedi. Tarikatlar kitlesel oy potansiyelleri olmamasına rağmen devlet içinde nasıl bu kadar yer bulabiliyorlar ve devleti ekonomik ve siyasal talepleriyle ne kadar zorluyorlar önümüzdeki dönemde yakından takip etmemiz gerekir.
Kovid-19
Kovid pandemisi gündemin en önemli maddelerinden biri olmaya devam ediyor. İki temel sorun söz konusu: 1) İktidar salgını önleyebilecek sert tedbirleri almaktan kaçınıyor ve salgının kontrolünü kaybediyor. Çeşitli şehirlerde vaka sayılarının hızla arttığı ve hastane kapasitelerinin dolmaya başladığı sahadan gelen haberlerden biliniyor. Salgının kontrolü kaybedildikçe iktidarın gerçek resmin vahametini kamuoyundan sistematik bir şekilde saklandığını görüyoruz. Birçok vakada ölüm sebebinin ısrarla Kovid dışı sebepler yazılması durumun en basit göstergesi. İstanbul ve Ankara Belediye Başkanları her türlü veriye sahip oldukları için bu durumdan haberdar olduklarını kapalı bir toplantıda ifade ettiler ancak onlar da daha fazlasını yapıp durumu ifşa çabasına girmiyorlar. Oysa özellikle belediyelerin açıkladığı karşılaştırmalı ölüm sayılarından net bir şekilde Kovid’in etkisini görebiliyoruz. Bütün bu yanıltıcı enformasyon sürecinde Bilim Kurulu’nun da görevini yeteri kadar yapmadığı ve hükümetin verilerin saklanması politikalarına ses çıkarmadığı görünüyor. 2) Sağlık sisteminin patlamak üzere olduğunu görebiliyoruz. Geçtiğimiz iki hafta içinde birçok sağlık çalışanı Kovid sebebiyle hayatını kaybetti. Vaka sayılarındaki büyük artış 6 ayı aşkın bir süredir Kovid’le en önde mücadele eden sağlık emekçilerini çok büyük bir yükün altında bırakıyor. Çalışanlar arasında tükenmişlik sendromu sonucu istifalar, emeklilik talepleri artıyor. Devlet hastanelerinin fiziki kapasitesinin yetersiz kalması çok yakın; özel hastanelerin çözüme ne kadar dahil oldukları ise belirsiz. Özel hastanelerin Kovid tedavi masraflarını almaya devam ettiğini görüyoruz. Sistem ciddi bir krizin eşiğinde vaka sayısının kış döneminde artacağı düşünüldüğünde salgınla başa çıkmak için ciddi tedbirler gerekiyor.
Kürt sorunu
Kürt sorunu ilgili bir iki konu haftanın gündeminde yer aldı. Mardin’den Sakarya’ya gelen aralarında kadın ve çocukların da olduğu mevsimlik fındık işçilerine, işverenler ve köylüler sopalarla saldırarak darp ettiler. Irkçı bir söylemle yapılan linç girişimi sonucunda yaklaşık 2 bin kişi karakol önünde toplanarak ‘Kahrolsun PKK’ sloganları attı. Kürt işçiler memleketlerine geri dönmek zorunda kaldılar. Batı illerinde daha önce de yaşanan benzer ırkçı davranışların arttığını not ediyoruz. Bunun dışında Van Gürpınar’da uzun zamandan sonra kapsamlı bir operasyon başladı ve üç askerin öldüğü haberi alındı. Bu operasyon önümüzdeki dönemde yapılacak saha operasyonlarının bir öncülü mü takip etmekte fayda görüyoruz.
Seçim gündemi
Türkiye’de son dönem seçim tarihlerini belirleyen kişi olarak takip ettiğimiz Devlet Bahçeli seçimlerin 2023 yılında yapılacağını ve adaylarının Erdoğan olacağını söyledi. Hükümetin ve MHP’nin seçim kanunu değişikliği hazırlığı yaptığı biliniyor. Daraltılmış Bölge sistemi gibi yeni bir sistem çalışması olduğu iddia ediliyor ancak kanunun sonbaharda gündeme gelse bile yasalaşmasının 2021’i bulacağı öngörülüyor. Anayasaya göre yeni bir seçim kanunu ancak bir yıl sonraki seçimlerde geçerli olabiliyor. Bu iddialar doğruysa ve yeni kanunla seçime gidilecekse 2022’den önce seçim olmayacağı sonucu çıkarılabilir. Önümüzde uzun bir süre ve gelişmelere açık bir dönem var ve şimdilik bu iddialar spekülasyon niteliğinde. Aynı şekilde hafta içi MHP’nin ağırlıklı olarak gündeme getirdiği idam tartışmalarını spekülatif buluyoruz. Çünkü olası bir yasa değişikliği her ne kadar sorunlu bir ilişki olsa da Avrupa Birliği ile var olan ilişkinin de bitmesi anlamına gelecektir. Türkiye bu yola şu an giremez bu sebeple idam cezasının gündeme gelmesini olası görmüyoruz.
Basın Davaları
İktidarın basına ve ifade özgürlüğüne yönelik baskıları devam ediyor. Tele1’e 5 günlük karartma cezası verildi ve uygulandı. İşin ürkütücü yönü tekrarı halinde kanalın yayın lisansı elinden alınacak. Bu ortamda ‘Libya’da hayatını kaybeden MİT mensubu’ haberi davasında 6 gazeteci yargılandı ve 3 gazeteci (Murat Ağırel, Aydın Keser ve Mehmet Ferhat Çelik) istihbarat faaliyeti ile ilgili bilgi ve belgeleri ifşa etmek suçundan 3 yıl 9 ay ceza aldılar. Bu cezalandırma Can Dündar’ın yargılandığı ve mahkûm olduğu MİT Tırları davasına benziyor. Devlet savaş koşullarında yapılan gazetecilikleri affetmiyor. MİT ve devlet sırları konusunda ceza verme konusunda kararlı gözüküyor. Bu davalarla ilgili muhalif kesimin ve basının davaya çok ilgi göstermediğini söyleyebiliriz.
DIŞ POLİTİKA
Doğu Akdeniz
Doğu Akdeniz’deki enerji kaynakları üzerindeki hak iddiaları temelindeki gerilimlerin devam ettiği gözlemlendi. Gerilimin ana aktörlerinden Türkiye ve Yunanistan’da yöneticilerin, meseleleri iç politika malzemesine dönüştürerek adalar ve 12 mil tartışmaları üzerinden söylemlerini sertleştirdikleri görüldü. Devlet Bahçeli “12 adanın statüsü tekrar değerlendirilmeli” açıklamasını yaparken, Yunan Dışişleri “Türkiye’nin, egemenlik haklarımız üzerinde veto hakkı yok” açıklamasını yaptı. Türkiye Dışişleri Bakanı Çavuşoğlu ve Cumhurbaşkanı Yardımcısı Fuat Oktay “kara sularının 12 mile çıkarılması savaş nedenidir” açıklamalarını ayrı ayrı yaparlarken, Yunanistan buna “Megalomani” yanıtını verdi. Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın ise, “Yunanistan ve Fransız halkı, kifayetsiz yöneticileri yüzünden başlarına gelecekleri biliyor mu?” şeklinde tehditkar bir üslup kullandığı görüldü.
Taraflar asıl mesele olan Doğu Akdeniz konusunda ise diplomatik çözüm eğiliminde olduklarını gösteren açıklamalarda bulundu. Bu noktada NATO’nun arabulucu olarak devreye girdiği görüldü. NATO Genel Sekreteri’nin Erdoğan’la görüşmesi ertesinde askerler arasında görüşme başlaması kararının alındığı duyuruldu. Bu çerçevedeki görüşmeler birkaç kez ertelense de 10 Eylül’de yapılan askeri görüşmelerde “Askeri unsurlar arasındaki muhtemel müdahalelerin engellenmesine yönelik tedbirlerin” görüşüldüğü açıklandı. Öte yandan Yunanistan’ın bazı Zodyak devriyeleri düzenlediği ve sınır birliklerini artırdığı haberleri çıkmış olsa da kısa vadede taraflar arasında bir çatışma çıkma ihtimalinin çok zayıf olduğunu söyleyebiliriz.
Akdeniz’deki gerginliğin asıl taraflarından Fransa’nın Cumhurbaşkanı Macron’un AB üzerinden yaptırım uygulanması tehdidiyle gerilimi tırmandırma eğiliminde olduğu görülüyor. Hatta birçok savaş jeti ve denizaltıyla birlikte Charles de Gaulle isimli amiral gemisini bölgeye göndermeye karar vererek bölgede gövde gösterisine yöneldiği görünüyor. Fransa’nın bu yönüyle AB’den bir ölçüde ayrıştığını ve kendi adına daha fazla pay çıkarma çabasında olduğu söylenebilir. Fransa’nın aynı dönemde Lübnan’da da bazı hamlelere girişmesi, Libya’da da özellikle petrol bölgelerinin Sarrac yönetiminin kontrolüne geçmemesi için elinden geleni yapması tesadüf değil.
AB’den kısa vadede Türkiye için sert bir yaptırım çıkmayacak gibi görünüyor. Türkiye Fransa ve Yunanistan’a karşı sert bir söylem kullansa da genel olarak özellikle Merkel aracılığıyla AB’yi dikkate almaya devam ediyor ve NATO çerçevesinin dışına çıkmayacağını belli ediyor. Son yıllardaki “ihvancılığa yakın duran” Ortadoğu politikasıyla farklı bir notaya savrulan ve diplomatik alanda güç kaybına uğrayan Türkiye’nin, Doğu Akdeniz’de de (Suriye ve Libya’da da olduğu gibi) “sahada olmazsan masada da olamazsın” yaklaşımıyla hareket etmeye çalıştığını, hatta bu açıdan Fransa’ya benzer bir politika izlediğini söyleyebiliriz. Sözünü ettiğimiz tüm gerilimlere rağmen Türkiye’nin Doğu Akdeniz’de yeni bir Navtex ilanı gerçekleştirmesini bu çerçevede değerlendirebiliriz. AB cenahında meselenin diplomasi ile çözümüne ilişkin eğilim ve adımların gelişebileceğini öngörebiliriz.
Öte yandan bu dönemde, ABD’nin Kıbrıs Cumhuriyeti’ne 33 yıldır uyguladığı silah ambargosunu kaldıracağını açıklamasını önemli bir gelişme olarak not etmemiz gerekiyor.
Suriye / Irak
Bu dönem bölgedeki en önemli gelişme, SDG’nin Rusya’da Esad rejimine yakınlığı ile bilinen Halkın İradesi Partisi ile mutabakat imzalayıp, Rusya Dışişleri Bakanı Sergey Lavrov ile görüşmesi oldu. Türkiye ise yaptığı açıklama ile bu duruma tepki gösterdi. Türk heyetinin Moskova’da olduğu sıralarda Rusya Dışişleri Bakanı Sergey Lavrov’un YPG heyeti ile beraber olduğu iddia edildi.
1 Ağustos’ta yapılan görüşme sonucunda taraflar bir mutabakat metni imzaladılar. Metnin altında Rusya’nın imzası olmasa da Rusya’nın onay verdiği ve desteklediği bir metin olduğu anlaşılıyor.
Mutabakat metninde Suriye’de neredeyse 10 yıldır devam eden savaşın çözüm getirmeyeceği, bu sebeple ülkedeki tüm grupların ve aktörlerin bir araya gelerek yeni, demokratik ve birleşik bir Suriye oluşturması gerektiği ifade ediliyor. Metinde toprak bütünlüğü vurgusu yapılırken yerinden yönetim sisteminin getirilmesi gerektiği de belirtiliyor.
Öte yandan, 3 Eylül’de Rusya ve Suriye Ordusu, SDG’nin ABD’li bir şirketle yaptığı petrol anlaşmasına tepki gösterdi. Yapılan ortak açıklamada anlaşma, ‘uluslararası hukuka aykırı ve yasadışı’ olarak tarif edildi. Böylesi bir ortamda SDG’nin Rusya ve ABD ile ilişkililerine aynı anda devam etmesi önemini koruyor. Kuzey Irak’ta ise PKK’nin varlığı sebebiyle durum daha karışık bir görüntü arz etmeye devam ediyor. Kürtlerle ilgili anlaşma süreçlerini kilitleyebilecek iki büyük yerel güç olarak Türkiye ve İran’ın tutumlarının izlenmesi gerekiyor.
Libya
Libya’da Trablus merkezli Ulusal Uzlaşı Hükümeti (UUH) ekonomik gerekçeli protestoları dindirme çabasındayken bölünmüş yapıdaki ülkede güç mücadelesi devam ediyor. Barışçıl başlayan eylemlerde şiddet olaylarının baş göstermesinin ardından Fayez Sarrac başkanlığındaki UUH, 29 Ağustos’ta İçişleri Bakanı Fethi Başağa’nın (kendisi 10 gündür Ankara’da idi) “tedbir amaçlı görevden alınması” kararını aldı. Sarrac, eylemlerin içine provokatif grupların sızdığı görüşünü dile getirerek güvenlik güçlerinin protestocuları bu şiddetten korumasını istemişti. Başağa da silahlı grupların eylemcilere ateş açtığı, bazılarını kaçırdığı yönünde demeç vermişti. UUH Başkanlık Konseyi’nin açıklamasında “İçişleri Bakanı hakkında izin kararları, göstericilerin gerekli şekilde korunmasının sağlanması hususunda ve son günlerde Trablus’ta ve bazı diğer şehirlerde meydana gelen gösteriler ve ardından yaşanan olaylar hakkındaki beyanları ve göstericilerin haklarının ihlal edilmesi hususunda soruşturma açılmıştır” denildi.
Gelişmenin Trablus ve Misrata hattında etkinlik mücadelesi olabileceği iddia ediliyor. Aynı gün Libya Başbakanı Sarrac, Albay Salahaddin Ali Abdullah en-Nemruş’u Savunma Bakanı, Korgeneral Muhammed Ali Ahmed el-Haddad’ı da Genelkurmay Başkanı olarak atadı.
11 Eylül’de ise tarihi bir gelişme yaşandı ve General Halife Hafter’i destekleyen Tobruk merkezli Temsilciler Meclisi ve Trablus merkezli Ulusal Mutabakat Hükümeti’nden temsilcileri Fas’ta bir araya geldi. Görüşmelerde ‘devlet kurumlarındaki önemli pozisyonların paylaşılması konusunda uzlaşma sağlandığı’ belirtildi. Beş gün süren görüşmelerin ardından yapılan ortak açıklamada, ‘kriterler ve mekanizmalar konusunda kapsamlı uzlaşma sağlandığı’ bildirildi. Ancak uzlaşmanın ayrıntıları hakkında bilgi verilmedi. Tarafların görüşmelere Eylül ayının sonunda devam edeceği aktarıldı. Bu önemli gelişmenin nasıl ilerleyeceğini ve özellikle de şimdiye kadar bölgeye önemli askeri yığınak yapan Türkiye ve Rusya’nın tavırlarının ne olacağının takip edilmesi gerekiyor. Şimdilik bu gelişmenin Batıcı eğilimin ön plana çıktığı anlamına geldiğini söyleyebiliriz.
AİHM Başkanı Türkiye’de
AİHM’in yeni Başkanı Spano, Türkiye’ye tartışmalı bir ziyaret gerçekleştirdi. Ziyaret öncesinde Spano’dan ülkedeki hak ihlallerinin gündeme getirilmesini isteyen akademisyen ve gazeteciler, Spano’nun İstanbul Üniversitesi’nden fahri doktora unvanı alacak olmasını eleştirdi. Spano’nun bunula kalmayıp temaslarına basının alınmamasına ses çıkarmaması, kısa bir süre önce hayatını kaybeden açlık grevindeki avukat Ebru Timtik hakkında tek kelime söylememesi, kayyım atanmış belediyelerle bile görüşürken hiçbir muhalif kesim temsilcisiyle görüşmemesi, “iktidar mahkemeleri kontrol edemez” ve “hukukun üstünlüğüne saygı gösterilmesi gerektiği” gibi beylik açıklamaların dışına çıkmaması birçok kesimin tepkisini çekti. Mehmet Altan Spano’ya açık mektup yazdı. HDP eş genel başkanı Sancar ziyareti eleştirdi ve Başak Demirtaş “bir de bizi dinleyin” çağrısında bulundu. Spano’ya yurt dışından da bazı tepkiler geldi. AP de tepki gösterdi.
AİHM Başkanı’nın ziyaretinin kapalı kapılar ardındaki içeriği konusunda ise net bilgi elde edinilemedi.
EKONOMİ
Bazı Hükümet kararları
Geçtiğimiz dönem içinde Hükümet tarafından alınan en çarpıcı karar, otomobil alımlarında belli bir fiyatın üzerindeki araçların (küçük bir kısım dışındaki) ÖTV oranlarında artışa gidilmesi oldu. İthalatı kısıtlamaya ve ekonomiyi kısmen soğutmaya yönelik bu adımın paralelinde eğitim hizmetlerinden alınan KDV yüzde 8’den yüzde 1’e düşürüldü. Bu adımı, özel okul velileri orta sınıf ailelerin “uzaktan eğitime” ve özel okul ücretlerine tepkilerini yatıştırmaya dönük olarak değerlendirebiliriz.
Diğer bir göze çarpan karar da son dönemde düşük faiz ve uzun vadelerle teşvik edilen tüketici kredileriyle ilgiliydi. BDDK, 4 Eylül günü açıkladığı kararla, tüketici kredilerine ilişkin genel vade sınırını 60 aydan 36 aya indirdi. Vadeyi kısaltarak taksit tutarlarının artmasına neden olan düzenlemenin tüketici kredilerinde fren etkisi yapması bekleniyor. Kararın, cari açıktaki önlenemeyen artışı yavaşlatma amacını taşıdığını söyleyebiliriz.
Öte yandan Hükümet kısa çalışma ödeneği uygulamasını ve işten çıkarma yasası uygulamasını 31 Ekim’e kadar uzattı. Bu şekilde kaçınılmaz olan ve aslında pratikte giderek artan işsizlik oranlarındaki patlama 2 ay daha ertelenmiş oldu. Acak TÜİK verilerine göre işten çıkarmanın yasak olduğu dönemde işsizliğin artması dikkat çekici. Buna göre işsizlik, haziran döneminde bir önceki aya göre 0,5 puanlık artışla yüzde 13,4 olarak gerçekleşti.
Bu kararların, hükümetin ekonominin canlandırılması ve yavaşlatılması arasında gidip geldiğini, bir anlamda deneme yanılmalı politikalarına devam ettiğini ve orta veya uzun vadeli tutarlı bir planının olmadığını teyit ettiğini söyleyebiliriz.
Zira, İngiltere merkezli finans kuruluşu Barclays, Ağustos ayı başında doların TL karşısında değer kazanması sonrasında “örtülü faiz artırımı” ile piyasaya verdiği paranın fonlama maliyetini yükselten Türkiye Cumhuriyet Merkez Bankası’nın bu politikaya ara verdiğini belirtti. Bloomberg’in 7 Eylül tarihli haberine göre Barclays, Merkez Bankası’nın Temmuz ayı ortasında yüzde 7.4 olan fonlama maliyetini Eylül ayının başında yüzde 10.16’ya kadar yükselttikten sonra, enflasyonda yükselen artış ve TL’nin değer kaybının sürmesine rağmen durduğuna dikkat çekti. Piyasalarda ise ticari kredilerin pratikte 12,85 ile yılın zirvesine çıktığı gözlendi.
Gelinen noktada hükümetin, örneğin Hazine garantili ödemelere devam ettiği, nakit akışını rahatlatmak kullanılan kamu kaynaklarının tükenmeye yüz tutmasının ardından Bireysel Emeklilik Fonlarına göz koyduğu yönündeki haberler, iktidarın kendine yakın çevrelerin çıkarlarını korumaya devem etmekte olduğunu ve kaynak yaratmada yeni formül arayışlarında olacağını gösteriyor.
Açıklanan veriler neyi ifade ediyor
Bu dönemde ekonominin gidişatına dair önemli veriler açıklandı.
Türkiye ekonomisi, bu yılın ikinci çeyreğinde yüzde 9.9 daraldı. Sanayi sektörü yüzde 16.5 küçüldü. Devletin nihai tüketim harcamaları da azaldı. Kişi başı milli gelir de 8 bin 934 dolara geriledi. Öte yandan enflasyon Ağustos ayında TÜFE’de yüzde 0,86 arttı. Yıllık enflasyon aynı ayda yüzde 11,77 olarak gerçekleşti. Açıklanan verilerin güvenilirliğinin oldukça tartışmalı olduğu bir ortamda bile ekonomide küçülmenin gözlendiği koşullarda enflasyonun artmaya devam etmesi Türkiye’nin 2018 son döneminde olduğu gibi stagflasyona girdiğinin göstergesi.
Ticaret Bakanlığı, ağustos ayı dış ticaret rakamlarını açıkladı. Dış ticaret açığı ağustosta 6,3 milyar dolar olarak belirlendi. Ticaret Bakanlığı Genel Ticaret Sistemi’ne göre ihracat ağustosta yıllık yüzde 5,74 düşüşle 12,5 milyar dolar olarak gerçekleşti. İthalat ise yüzde 20,64 artışla 18,78 milyar dolar oldu. Türkiye’de döviz yükselirken dış ticaret açığının büyümesi ve ihracatın azalması göründüğünden daha büyük bir soruna işaret ediyor. Normal koşullarda döviz kuru artışının olduğu dönemlerde TL ucuzladığından döviz cinsinden fiyatların düşmesi nedeniyle ihracatın artması beklenirdi. Oysa durum tersine ihracat da düşüyor; üstelik ekonomik daralmanın yaşandığı dönemde ithalat yükseliyor. İthalatın yükselmesinin en büyük nedeni olarak altın ithalatı gösteriliyor. Altın ithalatı ağustosta yüzde 394 artışla 4,08 milyar dolar oldu, bu rakam 1989 yılından bu yana aylık bazda en yüksek altın ithalat rakamı oldu. Altın talebinin bu denli yükselmesinin sebebi de ekonomide başka yatırım alanlarına güven ortamının oluşmaması olduğunu söyleyebiliriz.
İhracattaki düşüşün ana sebebinin AB’deki talep düşüşü olduğu biliniyor. Diğer önemli sebebi de otomotiv ihracatı. Ağustos ayında, motorlu kara taşıtları ihracatı geçen yılın aynı ayına kıyasla yüzde 18,02 azalarak 1,25 milyar dolar oldu. Ağustos ayında, motorlu kara taşıtları ihracatında yaşanan bu düşüş aylık bazda ihracat düşüşünün yüzde 36’sını oluşturdu. Bu bilgiler ışığında ithalatta ciddi bir frenlemeye gidilmezse dış ticaret açığının kısa vadede olumluya dönmesinin pek mümkün olmadığı açık görünüyor.
Fitch ve Moody’s Değerlendirmeleri
2 Eylül’de, Uluslararası kredi derecelendirme kuruluşu Fitch, Türk bankalarının kredi notu görünümlerini ‘durağan’dan ‘negatif’e çevirdi. Fitch, Türkiye’nin kredi notu görünümünü ‘Negatif’e indirmesinin ardından, Türk bankalarının kredi notu görünümlerini de aynı şekilde düşürmüş oldu. Fitch Ratings’ten geçen hafta yapılan açıklamada da, ‘döviz rezervlerinin tükenmesi, zayıf para politikası, negatif reel faiz oranları ve kısmen güçlü kredi teşviğinin tetiklediği yüksek cari açığın dış finansman risklerini artırdığı’ ifade edilerek Türkiye’nin kredi notunun ‘BB-‘ olarak teyit edildiği bildirilmişti.
Fitch 9 Eylül tarihli raporunda da, Türkiye bankalarının aktif kalitesinin Koronavirüs salgını nedeniyle zayıflayacağını, bunun aktif bankaların rasyolarından ziyade bilançolarında daha belirgin olacağını bildirdi.
İncelediğimiz dönemin son günü gecesi (11 Eylül), Uluslararası Kredi derecelendirme kuruluşu Moody’s önemli bir açıklama yaptı. Moody’s Türkiye’nin kredi notunu B1’den B2’ye düşürdüve not görünümünü mali ölçümlerin beklenenden daha hızlı kötüleşebileceğini kaydederek “negatif” olarak teyit etti. Bu seviye, iktidar partisinin 2003’te devraldığı kredi notunun altında. Hem de tarihsel olarak en düşük seviye. Türkiye’nin kredi notu en son 1995’te B2 seviyesindeydi. Bu seviye, kuruluşun belirlediği yatırım yapılabilir ülke notlarının 5 basamak altını işaret ediyor.
Moody’s kararını incelediğimizde not indirimine sebep olarak üç temel gerekçe görüyoruz:
- Dış borcun ve azalan döviz rezervlerinin yarattığı kırılganlıklar
- Artan kırılganlıklar karşısında kurumların etkin politika geliştirip uygulayamaması
- Bugüne kadar enflasyon ve cari açık gibi yapısal kırılganlıklarımıza karşı elimizde bir koz olan güçlü mali dengenin yerini giderek artan bütçe açığına bırakıyor olması.
Bu manzara, Türkiye’nin kısa vadede döviz sıkıntısını çözebilmesinin çok çok zorlaştığını ve giderek şu veya bu yolla IMF’ye başvurmak zorunda kalacağını gösteriyor.