Bu yazıyı hazırlarken 29 Ocak-11 Şubat tarihli haber akışı dikkate alınmıştır.

İÇ POLİTİKA

İktidarın seçimle meşruiyet sağlama döneminden, muhalefetin topyekün baskılanması ve yargı eliyle etkisizleştirilmesi dönemine geçildiğine işaret eden güçlü emareler görülüyor. Bu sürecin bilinçli ve sistematik bir strateji olarak ilerlediği söylenebilir. Kayyım stratejisi, Kürtlere yönelik baskılar, CHP’ye yönelik soruşturmalar ve baskılar, HDK’yi hedef alan “kent uzlaşısı” operasyonları ve HDK’yi “terör” kapsamına alma girişimi, DDK’ya (Devlet Denetleme Kurulu) verilen yeni yetkiler, muhalefeti zayıflatma ve etkisizleştirme stratejisinin farklı boyutlarını oluşturuyor. Önümüzdeki süreçte özellikle yerel yönetimler üzerindeki baskının artması ve yargı mekanizmasının siyasi amaçlarla daha yoğun kullanılması beklenebilir.

Bu süreçte “çözüm” müzakerelerinin nasıl ilerleyeceği, Devlet Bahçeli’nin hastalığı nedeniyle oluşan sessizliğin ne yönde bozulacağı ve CHP’nin cumhurbaşkanı adaylığı sürecinin nasıl şekilleneceği, önümüzdeki dönemin kritik soruları olarak öne çıkıyor.

Devam Eden “Süreç” Tartışmaları ve Baskılar

Abdullah Öcalan’dan 15 Şubat’ta gelecek açıklamaya dönük beklentiler sürerken, DEM Parti’nin halk buluşmaları ve barış vurgusu devam ediyor. Sırrı Süreyya Önder, Öcalan’ın yapacağı çağrı hakkında konuşurken “hem topluma hem de harekete düşen görev, tasavvur edilen yere barışın bahçesini inşa etmektir” dedi.

MHP lideri Devlet Bahçeli’nin kalp ameliyatı olması ve iyileşme sürecinde olması, aynı zamanda da Suriye’deki gelişmelerin nasıl şekilleneceğinin beklenmesi nedeniyle devlet kanadında süreç konusunda bir sessizlik gözleniyor. Bahçeli’nin hastalığı öncesinde sürecin ana sözcüsü olduğu ve diğer hükümet mensuplarının açıklamalarını düzeltme rolü üstlendiği düşünüldüğünde, bu sessizlik döneminin süreci nasıl etkileyeceği belirsiz.

DEM Parti Eş Genel Başkanı Tuncer Bakırhan’ın İmralı heyetinin IKBY ziyaretine dikkat çekerek çağrının “15 Şubat’a yetişmeyebileceğini” belirtmesi ve “Kürtler masada kandırılacak durumda değil” açıklaması, sürecin hassasiyetini gösteriyor.

PKK cephesinden gelen açıklamalar da sürece ilişkin önemli mesajlar içeriyor. Murat Karayılan, silah bırakma çağrısının tek başına yeterli olmayacağını belirterek, “PKK Kongresi’nin toplanması ve böylesi bir karar alması gerekir” ifadelerini kullandı. Karayılan ayrıca “Önderlik kongrede konuşabilir. Fiziki olarak orada bulunmasa da birçok kez mesajları ulaşabilir” diyerek sürecin olası mekanizmalarına dair taleplerine işaret etti.

Ancak bu süreçte Van Büyükşehir Belediye Eş Başkanı Abdullah Zeydan’a 3 yıl 9 ay hapis cezası verilmesi sürecin tek taraflı bir niyetle mi devam ettiği konusundaki şüpheleri artırdı. Kararın ardından Van halkı belediye önünde toplanarak nöbet çadırı kurdu. Bu gelişme, DEM Parti Eş Genel Başkanı Tülay Hatimoğulları’nın “Diyalogdan dönmek için bahane mi arıyorsun?” çıkışına yol açtı. Tutuklamaların genişleyerek, belki HDK’yi de içerecek şekilde, devam edebileceğine dair iddialar var.

Dünyadaki barış süreçlerine bakıldığında bu sürecin krizsiz ve gerilimsiz olmasını beklemek rasyonel değil. Ancak ortada bir nasıl müzakerenin sürdüğü, müzakerenin taraflarının kim olup olmadığının da sorgulanması gerekiyor. Yaşanan süreç nereye evrilirse evrilsin, demokrasi ve barış mücadelesine odaklanmak önemli. DEM’in devlet politikalarından bağımsız olarak barış için halk örgütlenmesi kurmalıyız yönündeki açıklamaları ve örgütlediği buluşmalar bu açıdan dikkate değer.

CHP’de Ön Seçim Kararı ve İç Tartışmalar

CHP’de cumhurbaşkanı adayının belirlenmesi için ön seçim yapılması kararlaştırıldı. Parti Meclisi’nin MYK’ya verdiği yetkiyle ön seçim tarihi 23 Mart olarak belirlendi. İktidarın CHP’yi erken aday göstermeye zorlama stratejisi, Bahçeli’nin “Ekrem İmamoğlu kendine güveniyorsa yüz bin kişinin imzasıyla Cumhurbaşkanı adayı olabilir” sözleriyle başlayan ve parti içi tartışmaları tetikleyen bir provokasyon olarak değerlendirilebilir.

Ankara Büyükşehir Belediye Başkanı Mansur Yavaş, ön seçime katılmayacağını açıkladı. Özgür Özel, İmamoğlu ve Yavaş arasındaki üçlü görüşmede Yavaş’ın, eski Antalya Belediye Başkanı Hasan Subaşı’nın önerisini gündeme getirdiği, bu önerinin “İmamoğlu ve Yavaş’ın ayrı adaylar olarak seçime girmesi ve ilk turda daha az oy alan adayın diğer adaya tam desteği peşinen kabul ederek ikinci turda çekilmesi” şeklinde olduğu aktarıldı. Bu toplantı sonrası yapılan açıklamada, uzun süre sonra ilk kez parlamenter sistem vurgusu yapılması da dikkat çekiciydi.

Bu gelişmelerle eş zamanlı olarak Ankara Cumhuriyet Başsavcılığı, CHP’nin 4-5 Kasım 2023’te gerçekleşen 38. Olağan Kurultayı hakkında inceleme başlattı. İncelemenin dayanağının “para karşılığı oy kullandırıldığı” yönündeki bir ihbar olduğu ortaya çıktı.

DDK Yetkileri ve Yargı Eliyle Kuşatma

İktidarın muhalefeti etkisizleştirme stratejisi, yargı üzerinden sistematik bir şekilde ilerlerken, DDK’ya verilen yeni yetkiler özel bir önem kazanıyor. DDK artık mahkeme kararı olmadan şirketleri, vakıfları ve kooperatifleri denetleyebilecek, kayyım atayabilecek. Bu düzenlemeyle hukuksuzluğun yasal bir zemine oturtulduğu ve kayyım uygulamasının tüm kurum ve şirketlere kadar yayılabileceği endişesi dile getiriliyor.

İstanbul’da “kent uzlaşısı” adı altında başlatılan soruşturma kapsamında Kartal ve Ataşehir Belediye Başkan Yardımcılarının da aralarında bulunduğu 10 kişi gözaltına alındı. CHP lideri Özgür Özel, bu operasyonların hedefinin İmamoğlu olduğunu belirterek “Beşiktaş’la birlikte ona inandım; adım adım ona doğru gidiyorlar” değerlendirmesini yaptı. Aynı dönemde haber sitesi “birgun.net” çalışanlarının gözaltına alınması ve sonrasında serbest bırakılması, basın özgürlüğüne yönelik baskıların da devam ettiğini gösteriyor. Öte yandan RTÜK’ün haber bültenlerini “ülkede olumlu olaylar yaşanmadığı algısı yaratıldığı” gerekçesiyle incelemeye alması, medya üzerindeki baskının kurumsal bir boyut kazandığının işareti olarak değerlendirilebilir. Avukatlardan alınan bilgilere göre, HDK’yi terör örgütünün bir uzantısı şeklinde yorumlayan bu operasyonun, Kürt hareketine karşı ciddi bir darbe niteliğinde olduğu değerlendiriliyor.

Deprem Gerçeği ve Kurumsal Sorumsuzluk

6 Şubat depremlerinin ikinci yıldönümünde acı gerçekler ortaya çıkmaya devam ediyor. İstanbul’da 1,5 milyon ev ve iş yerinin yüksek risk altında olduğu açıklandı. Deprem bölgesinde AFAD verilerine göre halen 649 bin 632 kişi konteyner kentlerde yaşıyor.

Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Adıyaman’daki anma programında Cengiz Holding YK Başkanı Mehmet Cengiz ile Kalyon Holding YK Başkanı Cemal Kalyoncu’ya plaket vermesi ve ‘daha çok yardım’ istemesi çarpıcı. Bu durum, depremin ardından yapılan çalışmaların rant odaklı yaklaşımdan kurtulamamasının açık bir göstergesi olarak öne çıkıyor. Murat Kurum’un bir ödül töreninde yaptığı ” “Depremin ikinci günüydü, telefonum çaldı, Cumhurbaşkanı’mız arıyordu… ‘Murat hazır ol, bu yuvaları yeniden biz yapacağız, bu şehirleri yeniden biz ayağa kaldıracağız, bu milleti yeniden biz mutlu edeceğiz, hazır ol’ dedi.” açıklaması da bu yaklaşımın çarpıcı bir örneği. Toplantıda yaşananlar, son iki senede yapılan her şeye bu gözle bakıldığı ve yardımdan önce inşaat-rant ilişkisinin ön planda tutulduğunu gösteriyor.

Deprem davalarında da adalet arayışı sürüyor. Bin 475 yıla kadar hapis istemiyle yargılanan müteahhit Celal Arık’ın tahliye edilmesi, yargı sürecinin etkinliği konusundaki endişeleri artırıyor. Üstelik bu süreçte 6 Şubat davalarından yargılanan birçok müteahhidin benzer şekilde tahliye edildiği görülüyor.

Grand Kartal Oteli Yangını ve Devam Eden Soruşturma

Bolu Kartalkaya’daki Grand Kartal Oteli’nde çıkan ve 78 kişinin hayatını kaybettiği yangın faciasında soruşturma derinleşiyor. Otelin kaçak olduğu iddia edilirken, Kültür ve Turizm Bakanlığı bu iddiaları yalanladı. Soruşturma kapsamında otelin gündüz aşçısı Enver Öztürk’ün de tutuklanmasıyla tutuklu sayısı 22’ye yükseldi. Bu felaketin ardından valiliklerin tüm illerde denetimlere başlaması, eksik turizm belgeli işletmeleri Turizm Bakanlığı adına kapatması sorumluluğun belediyelerde mi, yoksa bakanlıkta mı olduğu sorusuna net bir cevap oluşturmuş oldu.

EKONOMİ

İşçi Direnişleri ve Konkordato Krizi

Türkiye’nin gıda sektöründeki önemli şirketlerinden İş Gıda’nın konkordato ilan etmesiyle birlikte KFC ve Pizza Hut çalışanları ciddi bir mağduriyet yaşıyor. Yaklaşık 7 bin işçinin maaş ve tazminatlarını alamadığı süreçte, işçiler şirket merkezi önünde eylem yaptı. Durumun vahametini artıran bir detay olarak şirketin patronu İlkem Şahin’in yurtdışında aynı isimle yeni bir şirket kurduğu ortaya çıktı.

Gaziantep Başpınar Organize Sanayi Bölgesi’nde grev dalgası da giderek büyüyor. AKP Gaziantep Milletvekili İrfan Çelikaslan’ın sahibi olduğu fabrikalarda yaklaşık 2 bin işçi, yüzde 30’luk zammı kabul etmeyerek greve başladı. İşçilerin eylemlerine karşı patron “Benim zenginliğimi Allah verdi!” açıklamasını yaptı.

Yoksullaşma ve Çalışma Hayatı

Türkiye’de sendikalı işçi oranının yalnızca %14,97 olması, çalışma hayatındaki örgütsüzlüğün boyutlarını gösteriyor. Başta otomotiv sektörü olmak üzere işçi haklarının baskı altına alınması ve çalışma koşullarının ağırlaşması, 2025’te de önemli bir sorun olarak öne çıkıyor. TÜRK-İŞ’in “Açlık ve Yoksulluk Sınırı Araştırması”nın ocak ayı sonuçlarına göre açlık sınırı, 2025 yılının ilk ayında 22.131 TL’ye ulaştı. Buna göre 22.104 TL olarak belirlenen zamlı asgari ücret, daha çalışanın cebine girmeden açlık sınırının altında kaldı.

Enflasyon Hedefinde Revizyon ve Finansal Göstergeler

Merkez Bankası, yılın ilk Enflasyon Raporu sunumunda, 2025 yıl sonu enflasyon tahminini yüzde 21’den yüzde 24’e yükseltti. Merkez bankası anketine göre halkın yıl sonu enflasyon beklentisi %58,8 iken, yılın henüz başında gelen bu güncelleme, yıl sonu beklentisinin daha da şaşacağı şeklinde değerlendirildi.

Merkez Bankası’nın toplam rezervleri, 31 Ocak haftasında bir önceki haftaya göre 1 milyar 585 milyon dolar azalışla 165 milyar 975 milyon dolara indi. Bu düşüş, hem finansal piyasalardaki kırılganlığın devam ettiğini hem de dövize müdahalenin devam ettiğini gösteriyor.

Kamu Maliyesi ve İhale Düzeni

Tasarruf söylemi ile geçen 2024’te kamu kaynakları lüks harcamalarda kullanılmaya devam etti. Hava taşıtı alımları için 4 milyar 48 milyon TL, kara taşıtı alımlarına ise 3 milyar 228 milyon lira harcandı. Son 10 yılda taşıt alımları ve kiralamaları için bütçeden 49 milyar 205 milyon lira harcama yapıldı. Şehir hastanelerinin müteahhitlerine son 7 yılda aktarılan para miktarı da dikkat çekici boyutlara ulaştı. Sağlık Bakanlığı’na “Özel ödenek” adı altında verilen kaynaktan yapılan ödeme 132 milyar 367 milyon lirayı aştı. Ödeme garantili ihalelerin bütçeye etkisi, önümüzdeki dönemde ekonomi yönetiminin hareket alanını daha da daraltabilir.

DIŞ POLİTİKA

Suriye

Beşar Esad’ın devrildiği 8 Aralık 2024’ten beri yaşanan fiili durumun resmileşmesi adına yeni bir adım daha atıldı. Suriye’nin resmi ajansı SANA’da yer alan habere göre, 29 Ocak’ta kapalı kapılar ardında düzenlenen “zafer konferansı”nda, HTŞ lideri Ahmed El Şara Suriye’yi uluslararası platformlarda temsil edecek geçiş döneminin Cumhurbaşkanı olarak ilan edildi. Aynı haberde 2012’deki anayasanın iptal edildiği, Baas Partisi ve Ulusal İlerici Cephe ile bu partilere bağlı tüm kurum ve örgütlerin feshedilmesine karar verildiği bilgisi de yer aldı. Şara başkan olarak atandığı konferansta yaptığı konuşmada ulusal diyalog konferansı düzenleyerek geçici bir yasama konseyi kurulacağını, yeni bir anayasa hazırlanacağını ve seçimlere kadar kapsamlı bir geçiş hükümeti oluşturulacağını belirtti. Bahsi geçen konferansın Ocak ayı başında yapılacağı duyurulmuş, ancak Şam hazırlıkların tamamlanmamasını gerekçe göstererek sürecin ertelendiğini açıklamıştı. Şara’nın muhtelif vesilelerle yaptığı açıklamalardan anlaşılan, yeni anayasa ve seçimlerin yapılması süreci en az 4-5 yıl alacak. Ancak bu kararların başta SDG olmak üzere Şam dışındaki gruplarla müzakere edilmediği anlaşılıyor. Kararların alındığı konferansa davet edilmeyen SDG adına konuşan Mazlum Abdi, El Şara’nın Cumhurbaşkanlığı’na atıfla “Orada bulunmadık ve yorum yapmayacağız. Konu bizimle görüşülmedi” dedi. Suriye Kürtlerinin ülkeden ayrılmak veya Kuzey Irak’ta olduğu gibi kendi özerk hükümeti ve parlamentosunu kurmak istemediğini, Kuzeydoğu Suriye halkının yerel işlerini ademi merkeziyetçi bir devlette yürütmek istediğini söyleyen Abdi, SDG’nin birleşik bir Suriye ordusuna entegrasyonu konusunda siyasi bir çözüm çerçevesinde HTŞ ile anlaşmaya vardıklarını belirtti.

Şara’nın devlet başkanı ilan edilmesinin ardından, uluslararası alanda tanınırlığı da artmaya başladı. Katar Emiri, Esad sonrası Şam’a devlet başkanı düzeyinde bir ziyaret gerçekleştiren ilk lider oldu. Suudi Kralı ve Veliahtı ile Umman Sultanı, Şara’nın “Suriye Arap Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı” olması münasebetiyle tebrik mesajı yayımladı. Fransa Cumhurbaşkanı Macron da HTŞ liderini telefonla arayarak tebrik etti ve Suriye’deki geçiş dönemine desteğini ifade etti. SANA’da yer alan habere göre Macron ayrıca Şara’yı Fransa’ya davet etti. İran’ın tavrı ise Dışişleri Bakanlığı Sözcüsü tarafından “geçici dönemin tüm Suriye kesimlerinin temsilcilerinin bulunduğu kapsamlı bir hükümetin kurulmasına yol açmasını umuyoruz… Hangi hükümet ve devlet, halkı tarafından desteklenirse, bizim tarafımızdan da desteklenir” şeklinde açıklandı.

Şara ise ilk yurtdışı ziyaretini Suudi Arabistan’a yaparken, Türkiye ikinci durak oldu. Seyahati için Türkiye Cumhurbaşkanlığı’na ait bir uçak tahsis edilen Şara’nın Erdoğan ile birlikte yaptıkları basın toplantısında stratejik işbirliği vurgusu dikkat çekti. Ancak açıklamanın detaylarından Türkiye’nin Suriye’nin kuzeydoğusundaki duruma dair beklentilerinin karşılandığını söylemek için henüz erken olduğu anlaşılıyor.

Yukarıda bahsettiğimiz gibi yeni yönetimin uluslararası alanda tanınırlığı artarken, ülke içindeki şiddet eylemlerinin yoğunluğu azalmakla beraber devam ediyor. Yeni Suriye Ordusu’nun Lübnan topraklarındaki aşiretler arasında yaşanan çatışmalara müdahale etmek amacıyla sınır hattına konuşlanması sonrası Hizbullah grupları ile ortaya çıkan gerginlik, Suriye askerlerinin öldürülmesi ve bazılarının esir alınması ile çatışmaya dönüştü. Çatışmanın büyümesi sonrası Şam yönetimi, bölgeye ağır silah desteğinde takviye güçler sevk ederken Lübnan topraklarındaki Hizbullah hedefleri füze atışları ile vuruldu. Münbiç’te bomba yüklü bir araçla düzenlenen saldırıda en az 15 kişi hayatını kaybederken saldırıyı üstlenen olmadı. Azınlıklar ve Alevilere karşı saldırılar da kaygı verici boyutlarda. Hama’daki bir Alevi köyüne maskeli kişilerce yapılan saldırıda ise, en az 10 Alevi öldürüldü. İsrail’in Suriye topraklarına yaptığı saldırılar ise devam ediyor. İsrail ordusundan yapılan açıklamada, Suriye’nin güneyinde yer alan Hamas’a ait bir silah deposunun hedef alındığı bildirildi. Öte yandan Türkiye’nin 2018’de giriştiği “Zeytin Dalı” operasyonuyla SMO tarafından ele geçirilen Afrin, Suriye Geçici Yönetimine devrediliyor. Bölgeden ayrılan Kürtler 6 yıl aradan sonra evlerine dönüş hazırlığı yapmaya başladılar.

Öte yandan İnsan Hakları İzleme Örgütü’nün (HRW) Tişrin’e ilişkin hazırladığı raporda “Türkiye-SMO koalisyonunun 18 Ocak 2025’te Kürt Kızılayı’na ait bir ambulansı dron saldırısıyla hedef aldığı ve bunun ‘görünüşe göre’ bir savaş suçu olduğu vurgulandı. Türkiye’nin bu tür suçları soruşturması gerektiği belirtildi.”

Gazze

İsrail ve Hamas arasındaki ateşkes ve esir takası devam ederken, ateşkes sürecinde İsrail boş durmadı. Batı Şeria’daki Cenin kampında gerçekleştirilen operasyonlarda yüzlerce bina kontrollü patlamalarla yıkılırken yaklaşık 30.000 Filistinli yerinden edildi. Ayrıca 21 Ocak’tan itibaren yapılan saldırılarda en az 55 Filistinlinin yaşamını yitirdiği belirtiliyor.

Öte yandan İsrail, Gazze Şeridi’nde sahil yolu ile merkez ve güney kesimlerine saldırılar düzenleyerek, Hamas ile varılan ateşkes anlaşmasını tekrar ihlal etti. Hamas ise, ateşkes anlaşması gereğince 15 Şubat’ta yapılması planlanan 6. ve son takas turunu İsrail’in ateşkes şartlarını ihlal etmesi ve belirlenen koşullara uymaması gerekçesiyle askıya alacağını duyurdu. ABD Başkanı Donald Trump, esir takasının devam etmemesi halinde ateşkesin tamamen sona erebileceği ve Gazze’yi “dümdüz edeceği” tehdidini savurdu.

Olumlu bir gelişme olarak, Refah sınır kapısı yeniden açıldı ve sıkı kısıtlamalar altında da olsa insanların ve malların hareketine izin verildi. Bu açılış, Gazze’deki insani krizi hafifletmek için küçük ama önemli bir adım niteliğinde.

İsrail Başbakanı Benjamin Netanyahu’nun, Hamas tamamen devre dışı bırakılmadan Gazze’de 2’nci aşama için taahhütte bulunmayacağı yönünde iddialar var. İsrail’in müzakerelerin yapıldığı Katar’a göndereceği heyette gerçekleştirdiği değişikliklerin sebebinin bu olduğu belirtiliyor.

Trump’ın Tartışmalı Planı

Netanyahu ABD ziyareti öncesinde, bölgedeki sınırların yeniden çizileceğini belirtmişti. Bu açıklamayı, Trump’ın Gazze’yi fiilen ilhak edip bölgedeki yaklaşık 1,8 milyon Filistinliyi komşu ülkelerde inşa edilecek yerleşim bölgelerine süreceği ve Gazze’de Ortadoğu’nun Riviera’sını inşa edeceği yönündeki tartışmalı önerisiyle birlikte düşünmek gerek. Ancak plan, bölge ülkelerinden sert eleştiriler aldı. Suudi Arabistan, Mısır, Ürdün, BAE, Katar ve Filistin Yönetimi, Kahire’deki Arap Beşlisi toplantısından sonra yapılan ortak açıklamada Filistinlilerin zorla yerinden edilmesine veya topraklarından sürülmesine yönelik tüm girişimlerin reddedildiğini ifade ettiler. Cumhurbaşkanı Erdoğan ise başlangıçta konuya sessiz kaldı, ancak daha sonra İsrail ve Netanyahu’yu eleştiren açıklamalar yaparken Trump’ın önerisine doğrudan değinmedi. Bölge halkının yerlerini terketmediği ve geri dönüşlerin de devam ettiği düşünülürse bu planın pratikte uygulanabilmesi ve bu kadar kapsamlı bir tehcirin gerçekleştirilmesi oldukça zor görünüyor.

Gazze Ötesinde Diğer Gelişmeler

Lübnan’da ise İsrail, ateşkes anlaşmasında belirtilen bazı bölgelerden çekilmeyi reddediyor. Bu durum, evlerine dönmeye çalışan sivillerle çatışmalara yol açıyor. İsrail güçlerinin sivillere ateş açmasına rağmen birçok kişi evlerini terk etmeyerek dikkat çekici bir direniş sergiliyor. Dikkat çeken bir siyasi gelişme olarak, Lübnan’da beş bakanlık koltuğu ABD-İsrail baskısı altında yürütülen pazarlıklara rağmen Şii temsilcilere verildi. Bu hamle, ülkenin iç dinamikleri ve İran ile Hizbullah gibi bölgesel aktörlerle olan ilişkileri açısından önemli sonuçlar doğurabilir.

Trump Yönetiminin Ticaret Savaşları

ABD Başkanı Donald Trump, küresel ticaret savaşlarını hızlandırarak ve uluslararası kurumları zayıflatarak dünya siyasetinde yeni bir dönemi şekillendiriyor. Başkan Trump göreve başlar başlamaz, ABD’nin en büyük üç ticaret ortağı olan Çin, Meksika ve Kanada’ya yönelik gümrük vergilerini artırma kararlarını imzaladı. ABD’nin uygulamalarına karşılık bu üç ülkeden de misilleme geldi. Meksika ve Kanada’ya uygulanması planlanan vergiler, kararın uygulamaya gireceği son gün bir ay ertelenirken, Çin’e %10’luk ek vergi uygulanmasına başlandı. Çin ise benzer bir oranla misilleme yaparak karşılık verdi ve Google’a yönelik tekelleşme soruşturması başlattı.

ABD’de Otoriterleşme ve Kurumlar Üzerindeki Baskı

Trump yönetimi, açık ve net bir şekilde otoriter bir yönetim tarzını benimsiyor. Kurumlar içinde bu politikalara karşı bazı direnişler olsa da etkisiz kalıyor. Örneğin, Elon Musk’ın başında olduğu DOGE (Hükümet Verimliliği Departmanı), ABD ulusal kalkınma ajansının (USAID) verilerine erişime sorun çıkartan yöneticilerini idari izne çıkardı ve ajansın tüm yurtdışı harcamalarını durdurdu. Bu karar, uluslararası yardım programlarını ciddi şekilde sekteye uğrattı. Ancak, idari mahkeme DOGE’un federal ve hazine verilerine erişimini ve çalışanlarını idari izne çıkarma kararını durdurdu. Bu gelişme, yönetimin otoriter adımlarına karşı bir fren işlevi görse de genel eğilim otoriterleşme yönünde ilerliyor.

Uluslararası Kurumların Zayıflatılması

Trump yönetimi, uluslararası denetim mekanizmalarını sistematik olarak zayıflatıyor. Uluslararası Ceza Mahkemesi’nden çekilme, Paris İklim Anlaşması’ndan çıkma ve NATO ile BM gibi kurumlara yönelik eleştiriler, ABD’nin uluslararası iş birliği mekanizmalarından uzaklaştığını gösteriyor. Özellikle sağlık alanında, uluslararası yardım fonlarının kesilmesi ve küresel sağlık kuruluşlarına yönelik desteğin azaltılması, dünya genelinde ciddi sıkıntılara yol açabilir. Trump yönetimi, uluslararası yargıçların mal varlıklarını dondurarak ve ülkeye girişlerini yasaklayarak, uluslararası hukuk mekanizmalarını işlevsiz hale getirme çabasında.

Ukrayna ve Rusya Politikaları

Trump’ın Ukrayna ve Rusya politikaları da beklendiği gibi pragmatik ve çıkar odaklı. Amerikan yardımları karşılığı Ukrayna’dan 500 milyar dolar değerinde mineral talebinde bulunan Trump, bu kaynaklar karşılığında Rusya’yı masaya oturtabileceğini öne sürdü. Aksi halde Ukrayna’nın Rusya’nın olabileceği tehdidini de savurdu. Zelenski de ülkesinin lityum, titanyum ve diğer değerli maden yatakları konusunda bir anlaşmaya varmaya açık olduğunu belirtti. Öte yandan New York Post’ta yer alan bir habere göre Trump, Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin ile bir telefon görüşmesi yaptı ve Ukrayna’daki savaşın sona erdirilmesini görüştü. Savaşı sona erdirmek için somut bir planı olduğunu ve sona erdirmek istediğini belirtti.

Sırbistan’daki gösteriler

Türkiye basınına pek yansımayan ancak toplumsal muhalefet açısından izlenmesi gereken bir dizi eylemlilik de Sırbistan’da yaşanıyor. Novi Sad tren istasyonunun çöküşünde 15 kişinin hayatını kaybetmesinin ardından başlayan ve öğrencilerin liderliğinde gelişen protestolarda, göstericiler şeffaflık ve hesap verebilirlik talepleriyle hükümete karşı duruyor. Hükümet ise protestoları kontrol etmekte zorlanıyor. Devlet Başkanı Vučić, protestoların dış güçler tarafından desteklendiğini iddia etti, ancak kanıt sunmadı. Öğrenciler ise sistem değişikliği ve adalet istemekte kararlı görünüyorlar.

EKOLOJİ

Dünya gıda krizinin Türkiye’de yansımaları

Küresel çevresel değişimlerden ve iklim kirizinden en fazla etkilenen sektör olduğu için, tarım sektörüne yer yer ışık tutmakta yarar var. Henüz kış aylarında olmamıza karşın, Türkiye tarım havzalarından kuraklık haberleri gelmeye devam ediyor. Kızılırmak debisinde kaydedilen düşüş, Van gölü su seviyesinde azalma, aşırı yeraltı suyu kullanımı tarafından tetiklenen obruk yapılarının Eskişehir’de de görülmeye başlaması iklim krizinin Türkiye medyasındaki bazı yansımalarıydı.

Çiftçi-Sen 2024 tarım raporunu yayımladı. Ali Bülent Erdem ve Aykut Çoban’ın imzasıyla yayımlanan rapor Türkiye tarımında 1980’den itibaren uygulanmaya başlayan, ve 2000’lerden itibaren şiddetlenen neo-liberal dönüşümün yıkıcı etkilerini tartışırken güncel veriler sunuyor. BM Gıda ve Tarım Örgütü (FAO) tarafından dünya gıda fiyat enflasyonu %5.7 olarak açıklanırken, Türkiye’de gıda enflasyonunun bunun 8 misli olduğu belirtiliyor. Neoliberal dönüşümde GSHY’den tarıma ayrılan desteğin sürekli düşürüldüğü, tarladan sofraya kadar olan değer zincirinde ve tarımsal girdilerde şirketlerin egemen olduğu, ekili alanların sürekli azaldığı ve temel tarım ürünlerinde Türkiye’nin ithalatçı konuma sürüklendiği belirtiliyor. Raporda iklim değişikliğinin tarım sektörü üzerindeki etkilerine de yer veriliyor. Sonbahar’da ekilen kışlık ürünlerin ekiminin kuraklık nedeniyle geciktiği veya hiç yapılamadığı belirtilirken, devlet politikalarının zaten kıt olan su kaynaklarını enerji ve madencilik yatırımlarıyla tahrip ettiği ifade ediliyor. Türkiye’de çiftçileri iklim kaynaklı hasarlara karşı korumak üzere kurulmuş olan TARSİM’in (Tarım Sigorta Sistemi), üreticiler için değil, sigorta şirketlerine kâr sağlamak üzere çalıştığı tespit ediliyor.

Marmara Denizi’nde müsilaj

Gazeteci Özer Akdemir Çepeçevre Yaşam’ın bu haftaki bölümünde müsilaj konusunda Prof. Dr. Mustafa Sarı’nın görüşlerine başvuruyor. Hatırlanacağı üzere müsilaj 2021 yılında neredeyse tüm Marmara denizini kaplamıştı. Henüz havalar çok ısınmadan müsilaj yeniden yüzeye çıkmaya başladı. Prof. Sarı 2021 senesinde Marmara Denizi için 22 maddelik bir eylem planı hazırlandığını, bu 22 maddeden 14’ünün denizin kirlilik yükünün azaltılmasıyla ilgili olduğunu, buna istinaden Marmara’nın özel koruma bölgesi ilan edildiğini, kurullar ve stratejik planlar oluşturulduğunu ama kirliliğin azaltılması noktasında birşey yapılmadığını sözlüyor. Marmara Denizi çevresindeki yerleşim bölgelerinde 25 milyon nüfus yaşıyor. 2021’de evsel atıkların %51’i biyolojik arıtmaya sahipken bu rakam 2024’te ancak %51.7 olmuş. Havza, Türkiye GSYH’sinin yaklaşık %50’sini üretirken sanayiden kaynaklı atıkların %70’i arıtılmadan Marmara’ya veriliyor. Ergene (derin deniz deşarjı sonrası Marmara denizine çevrildi), Nilüfer, Gören, Haramidere, Kurbalıdere gibi akarsu yatakları bu kirliliği gözle görünür şekilde sergiliyor. Üstelik Marmara’da yürütülen yoğun bir denizcilik faaliyeti de var.

Prof. Sarı müsilaj oluşumu ve Türkiye’de merkezi ve yerel yönetimlerin çevre meselelerine yaklaşımı konusunda önemli şeyler söylüyor: Azot-fosfor yüklemesi, sıcaklık artışları ve durağan katmanlaşmış deniz hidrolojisinin tetiklediği müsilaj oluşumu aşırı fitoplankton büyümesinin yarattığı organik salgıların yoğunlaşarak diğer mikroskopik deniz canlılarının içine yerleşebileceği bir tüle dönüşmesiyle oluşuyor. Müsilaj deniz dibinde yok olmamıştı; bu yıl deniz sıcaklıklarının 2.5 derece mevsim normallerinin üzerinde olmasıyla birlikte tekrar yüzeye çıkıyor. Prof. Sarı yaz aylarında müsilajın Marmara’nın tüm kıyılarını kaplayacağını ve bunun deniz ekosistemi için ağır sonuçları olacağını söylüyor. Bu dört sene içinde gözle görünmeyen ama hep var olan bu problemin önemsenmediğini belirtiyor.

İklim değişikliğinde 2 derece sıcaklık artışı hedefi hakkında James Hansen’in beyanı

Bilindiği gibi 2015 Paris iklim antlaşmasının hedefi sanayileşme öncesi dönemle kıyaslandığında küresel sıcaklık artışını yüzyılın sonunda 2 santigrat derecenin altında tutmak ve mümkünse 1.5 santigrat dereceyle sınırlamaktır. Bağımsız bilimsel bir proje olan Climate Action Tracker’a göre, mevcut küresel iklim politikaları referans alındığında beklenebilecek sıcaklık artışı ise yüzyıl sonunda 2.7 santigrat derece. Bunun Trump ve aşırı sağın yükelişiyle birlikte beklenen yeni gelişmeleri, ayrıca kullanılan modeller itibariyle, küresel değişimi daha vahimleştiren ‘iklim geribesleme mekanizmalarını’ dikkate almayan, iyimser bir alt sınır tahmini olduğunu belirtilebiliriz.

2024 sıcaklık artışının endüstri öncesi döneme göre 1.5 santigrat dereceyi aştığı ilk yıl olarak kaydedildi. Peki bu Paris Antlaşması hedefinin aşıldığı anlamına mı geliyor? Teknik olarak hayır, çünkü iklim antlaşmalarında belirtilen hedefler 20-30 yıla yayılan uzun vadeli sıcaklık ortalamalarını ifade ediyor. IPCC (Hükümetlerarası İklim Değişikliği Paneli) iklim mücadelesindeki çabaları diri tutmak için 2019 yılında 1.5 oC s Küresel Isınma değerlendirme raporunu yayımlamıştı. Bu hedefin yakalanabilmesi için 2020 yılından itibaren çetin bir karbonsuzlaşmaya gidilmesi, 2020-2055 arasında net sıfır karbon hedefinin yakalanması gerekiyordu. (Oysa 2024 yılı küresel karbon salımlarında tarihsel rekor kırdı, sadece küresel pandeminin yaşandığı 2020’de 2010-13 seviyesine geriledi). IPCC farklı sıcaklık artış hedefleri için farklı senaryolar da sunuyor. Bunlara SSP’ler, paylaşılan sosyo-ekonomik patikalar deniyor. Örneğin yerküreyi 2100’de 2 oC sıcaklık artışının altında tutabilecek bir senaryo SSP1-2.6 olarak adlandırılıyor ki bu senaryo da 2050 yılından sonra net sıfır karbon mecburiyetine dayanıyor. Paris Antlaşması’nı imzalayan tüm ülkeler, Türkiye dahil, bu nedenlerle sıfır karbon hedefleri ilan ediyorlar. (Türkiye’ninki 2053, fakat Paris bir yaptırım öngörmeyen bir “antlaşma”).

Geçtiğimiz hafta Columbia Üniversitesi’nden James Hansen ve ekibi artık bu hedefin yakalanmasının mümkün olmadığını, 2 oC hedefinin öldüğünü idda eden bir çalışma yayınladı. (James Hansen 1988’de ABD Kongresi’nde İklim Değişikliği hakkında tanıklık yapan dünyaca ünlü iklimbilimcidir). Çalışma 2 oC artışın, solar jeomühendislik devreye sokulmazsa 2045’te yakalanacağını söylüyor (güneş ışınlarının yeryüzüne ulaşmadan geriye yansıtılması teknolojisi). Hansen’e göre iklimsel ısınma fosil yakıt kaynaklı gazların konsantrasyonuna karşı zannedildiğinden daha duyarlı. Mevcut modeller aerosollerin (güneş ışınlarını geri yansıtan partikül maddeler) etkilerini yeterince dikkate almıyor. Hansen solar jeomühendislik gibi yöntemleri doğrudan önermese de bunların olanaklarının gelecek kuşaklar tarafından değerlendirilebileceğini söylüyor. Hansen aynı zamanda politik sistemde ‘özel çıkar gruplarının etkisini’ vurguluyor ve ‘ABD içinde olmak üzere demokrasilerin restore edilmesi gerektiğini’ savunuyor.

Trump’ın enerji politikası

İklimbilim cephesinden karamsar açıklamalar gelmeye devam ederken Trump yönetiminin iklim değişikliğine karşı küresel mücadeleye karşı göreve başladığı günden itibaren açtığı savaşa bir önceki değerlendirmemizde değinmiştik. Geçtiğimiz hafta The Guardian’da Trump’ın enerji politikasını değerlendiren Oliver Milman imzalı bir yazı bu savaşın boyutlarını ve ABD enerji sektörü arasındaki yarılmayı daha çarpıcı bir şekilde gözler önüne seriyor. Biden yönetimi katı bir iklim politikası yürütmüyordu. Yenilenebilir enerjiye teşvikler verilirken ABD hidrokarbon üretimi de tarihsel zirve noktasına ulaşmıştı. Dolayısıyla iklimle mücadelede aslında elde sıfıra yakın bir sonuç vardı. Trump’la birlikte -bir önceki değerlendirmemizde belirtilenlere ilaveten- ABD İçişleri Bakanlığı kamu arazisi üzerindeki tüm yenilenebilir enerji yatırımlarını askıya aldı -fosil yakıt yatırımlarını değil! Trump yükselen AI (Yapay Zeka) çağının ihtiyaç duyduğu enerji ihtiyacını karşılamak üzere “iyi temiz kömürü görmek istiyorum” dedi.[1] (Temiz kömür kentsel akut hava kirliliği için geliştirilen bir teknoloji, iklim değişikliği için değil). Bu arada Trump’ın yenilebilir enerjiye dönük değerlendirmeleri şöyle: Rüzgar enerjisi için “iğrenç” diyor, çünkü balinaları ve kuşları öldürüyor; “Rüzgar bir esiyor, sonra esmiyor, bunlar bir servet değerinde, Çin malı, kuşları öldürüyor, korkunçlar.” ABD’de en hızlı büyüyen yenilenebilir enerji teknolojisi, güneş santralleri için ise şu ifadeleri kullanıyor: “İnsanların ayrıca hoşlanmadığı bir şey var, 10 mil x 10 mil genişliğindeki araziler üzerine inşa edilen devasa güneş tarlaları… Yani bunların hepsi saçmalık”.

Yeni ABD yönetimi çatı güneş panelleri için hane halklarına sunulan 7 milyar dolar desteği dondurdu. Elektrikli araç satışını teşvik etmek için getirilen kirlilik standartlarını tersine çevirmeye başladı, ölmekte olan Keysotne XL boru hattı projesini (Kanada’dan Meksika’ya uzanan, şimdi Amerika Körfezi’ne kirli petrol taşıma projesi olan, geçmişi Obama ve öncesine dayanan) yeniden ortaya atıyor. Tabii Trump’ın kampanyasını fonlayanlar bu gelişmelerden çok memnunlar. Enerji analistleri ve bazı demokrat senatörler ise fayda maliyet analizi bakımından fosil yakıtları sollayan başarılı yenilebilir enerji sektörüne karşı açılan bu savaşı bir “kültür savaşı” olarak değerlendiriyorlar ve ayrıca ABD’nin Çin’le rekabeti açısından bir sorun olarak görüyorlar. Onlara göre Trump’ın bu kültürel-saldırgan tutumu çok sürdürülebilir değil.

[1] ABD’de büyük veri için tüketilen enerjinin toplam tüketimin %14’üne ulaşacağı tahmin ediliyor. Bkz.

https://btdunyasi.net/bu-degirmenin-yapay-zeka-elektrigi-nereden-gelecek/

https://www.dunya.com/kose-yazisi/microsoft-da-nukleer-enerji-dedi/713865