“Bu katliam döneminde en derin etik yükümlülük, suç ortaklığını sona erdirmek için harekete geçmektir.”

Bu yazı 7 Ekim 2023’de Hamas’ın İsrail’e gerçekleştirdiği saldırının hemen ertesinde 16 Ekim 2023 tarihinde Guardian gazetesinde yayınlanmıştır. Ancak İsrail’e yaptırımların tartışıldığı bugünlerde önemini korumaktadır. 

Omar Barghouti Filistinli bir insan hakları savunucusu, Filistinlilerin öncülüğündeki Tecrit ve Yaptırımlar (BDS) hareketinin kurucularındandır. 2017’de Gandhi Barış Ödülünü almıştır. New York’taki Columbia Üniversitesi’nden Elektrik Mühendisliği alanında lisans ve yüksek lisans derecelerini almıştır. Amsterdam Üniversitesi’nde Felsefe (etik) alanında doktora yapmaktadır. BDS: The Global Struggle for Palestinian Rights (Haymarket: 2011) adlı kitabın yazarıdır. Yorum ve görüşleri New York Times, Guardian ve diğer gazetelerde yer almıştır.

Boykot, Tecrit, Yaptırımlar (BDS) özgürlük, adalet ve eşitlik için Filistinlilerin öncülük ettiği bir harekettir. BDS, Filistinlilerin insanlığın geri kalanıyla aynı haklara sahip olması gerektiği ilkesini savunur.

Güney Afrika’daki apartheid karşıtı hareketten esinlenen BDS, İsrail’i uluslararası hukuka uymaya zorlamak için bir eylem çağrısıdır. BDS sendikalar, akademik dernekler, kiliseler ve dünyanın dört bir yanındaki taban hareketlerinden oluşan küresel bir harekettir. BDS, 2005 yılında kurulduğundan bu yana büyük bir etki yaratmış ve İsrail’in uyguladığı apartheid’a ve yerleşimci-sömürgeciliğine verilen uluslararası desteğe etkili bir şekilde meydan okumuştur.

 

Katliamların, sürü psikolojisinin ve kabile kutuplaşmasının yaşandığı zamanlarda, pek çok kişi etik ilkeleri bir baş belası ya da entelektüel bir lüks olarak görebilir. Ben bunu yapamam ve yapmayacağım. Filistin’de ve diğer her yerde tüm şiddetin sona ermesini görmekten başka bir şey istemiyorum ve tam da bu nedenle şiddetin temel nedenleri olan baskı ve adaletsizlikle mücadele etmeye kararlıyım.

Eski İngiltere Başbakanı David Cameron’ın bir zamanlar dediği gibi, Gazze’deki “esir kampında” çok değerli dostlarım ve meslektaşlarım var. 2,3 milyon sakini ağırlıklı olarak 1948 Nakba’sı sırasında katliamlara ve planlı etnik temizliğe maruz kalan topluluklardan gelen mültecilerden oluşan modern bir getto. İsrail’in ABD, Avrupa ve Mısır rejiminin desteğiyle 16 yıldır sürdürdüğü yasadışı abluka, Birleşmiş Milletler’e göre Gazze’yi sağlık sisteminin çökmek üzere olduğu, suyun neredeyse tamamının içilemez hale geldiği, çocukların yaklaşık %60’ının anemik olduğu ve birçok çocuğun yetersiz beslenme nedeniyle bodur büyüme yaşadığı “yaşanmaz” bir bölgeye dönüştürdü. Arkadaşlarımın şu anda benimle paylaştığı yürek burkan ölüm, yıkım ve yerinden edilme hikayeleri beni aynı anda hem üzüyor hem de öfkelendiriyor. Ama hepsinden önemlisi, kurtuluş mücadelemize mütevazı bir katkı olarak 2005 yılında kurucuları arasında yer aldığım Boykot, Tecrit ve Yaptırımlar (BDS) hareketine daha fazla katkıda bulunmam için beni motive ediyor.

İşçi ve çiftçi sendikalarının yanı sıra dünya çapında on milyonlarca kişiyi temsil eden ırksal, sosyal, toplumsal cinsiyet ve iklim adaleti hareketleri tarafından desteklenen ırkçılık karşıtı, şiddet içermeyen BDS hareketi, Güney Afrika apartheid karşıtı mücadelesinden ve ABD sivil haklar hareketinden ilham almaktadır. Ancak kökleri, yerleşimci sömürgeciliğine ve Apartheid’a karşı yerli Filistin halkının direnişinin, genellikle hakkı teslim edilmeyen yüzyıllık mirasına dayanmaktadır. Bu şiddetsiz direniş, kitlesel işçi grevlerinden kadınların öncülük ettiği yürüyüşlere, kamu diplomasisine, üniversite kurumasına, edebiyata ve sanata kadar pek çok biçim almıştır.

Tarihi Filistin’de ve sürgündeki Filistinlilerin mutlak çoğunluğunu temsil eden Filistinli taban hareketleri, sendikalar ve siyasi partiler tarafından desteklenen BDS, Filistinlilerin BM tarafından öngörülen haklarımızdan yararlanabilmeleri için uluslararası devlet, şirket ve kurumların İsrail’in baskı rejimindeki suç ortaklığının sona erdirilmesi çağrısında bulunmaktadır.

Bu, askeri işgale ve Apartheid’a son verilmesinin yanı sıra Filistinli mültecilerin uluslararası alanda tanınan evlerine dönme hakkına saygı gösterilmesini de içermektedir.

Kısa BDS Çağrısı’nda yer alan önemli ancak sıklıkla gözden kaçan bir satır, dünya çapındaki vicdan sahibi insanlara “İsrail’e karşı ambargo ve yaptırım uygulanması için kendi devletlerinize baskı yapma” çağrısında bulunuyor ve “vicdan sahibi İsraillileri adalet ve gerçek barış adına bu Çağrıyı desteklemeye” davet ediyordu. Gerçekten de, küçük ama önemli sayıda Yahudi İsrailli harekete katılmış ve büyük yatırım fonlarının, kiliselerin, şirketlerin, akademik derneklerin, spor takımlarının, sanatçıların ve diğerlerinin İsrail’in insan hakları ihlallerinde suç ortaklığına son vermeleri veya bu ihlallere dahil olmayı reddetmeleriyle sonuçlanan kampanyalarımızda önemli bir rol oynamıştır.

Ancak bu kez pek çok Batılı hükümet ve medya kuruluşu, son krizin 7 Ekim’de İsrail’e yönelik “kışkırtılmamış” bir saldırıyla başladığını iddia ederek zararlı bir dezenformasyonu papağan gibi tekrarlıyor. Filistinli grupların saldırısını provoke edilmemiş olarak nitelendirmek sadece etik dışı değil, aynı zamanda bizi tam insan haklarını hak etmeyen göreceli insanlar olarak gören tipik bir Filistin karşıtı ırkçı kinayedir. Yoksa İsrail’in bize karşı 75 yıldır devam eden adaletsizlik rejiminden kaynaklanan acımasız, yavaş ölüm ve yapısal şiddet neden görünmez ya da kınanmaya ve hesap vermeye değmez sayılsın ki?

Brezilyalı filozof Paulo Freire’nin şu sözlerinden ilham alıyorum: “Bir baskı ilişkisinin kurulmasıyla birlikte şiddet çoktan başlamıştır. Tarihte hiçbir zaman şiddet ezilenler tarafından başlatılmamıştır… Şiddet, ezilenler, sömürülenler ve tanınmayanlar tarafından değil, ezen, sömüren ve başkalarını kişi olarak tanımayanlar tarafından başlatılır.” Ezilenlerin tepkisi, yasal ya da etik olarak haklı görülsün ya da görülmesin, her zaman sadece ezenlerin ilk şiddetine karşı bir tepkidir.

BDS hareketi, uluslararası hukukla uyum içinde, Filistin halkının İsrail’in askeri işgaline ve sömürgeleştirmesine karşı “silahlı direniş de dahil olmak üzere mevcut tüm araçlarla” direnme hakkını, BM Genel Kurulu’nun 37/43 sayılı kararı ve BM Genel Kurulu’nun 45/130 sayılı kararı da dahil olmak üzere çok sayıda BM kararında belirtildiği gibi, “savaşçı olmayanların hedef alınması” yasağına sıkı sıkıya bağlı kalarak sürekli olarak savunmuştur.

Sivillere zarar vermek, ister ezen ister ezilen tarafından olsun, ikisi arasındaki muazzam güç dengesizliğine ve bir o kadar büyük ahlaki asimetriye rağmen yasaktır.

İsrail’in şimdiye kadarki en ırkçı, köktendinci ve cinsiyetçi aşırı sağcı hükümeti, 7 Ekim’den önce bile milyonlarca Filistinlinin yaşamlarına ve geçim kaynaklarına yönelik acımasız saldırılarını tam bir cezasızlıkla tırmandırıyordu. İşgal altındaki Batı Şeria’nın, İsrail işgaliyle “güvenlik koordinasyonuna” dahil olan Filistin Yönetimi’nin kısmi kontrolü altında olması, buradaki Filistinlileri devam eden katliamlar, yargısız infazlar, mülksüzleştirme, ilhak, yasadışı yerleşimlerin inşa edilmesi, günlük aşağılama ve temel haklardan mahrum bırakmayı içeren süregiden Nakba’dan kurtaramadı.

Direnişin bağlamını ve nedenlerini anlamak, sivilleri hedef alan taktiklerini kabul etmek anlamına gelmez ve buradaki bağlam şok edicidir. Gazze’deki Filistinliler, okulları, üniversiteleri, tüm yerleşim bölgelerini, telekomünikasyon ağlarını, pazarları, camileri, Uluslararası Kızılhaç sağlık çalışanlarını, BM personelini ve ambulansları hedef alan ve 1.030’dan fazla çocuğun ölümüne neden olan beyaz fosfor mühimmatları da dahil olmak üzere İsrail’in eşi benzeri görülmemiş bir şekilde ayrım gözetmeyen bombardıman dalgasıyla karşı karşıyadır.

Bu dehşeti daha da ağırlaştıran İsrail ordusu, Gazze’ye su, gıda, ilaç ve elektrik tedarikini tamamen keserek Dahiya Doktrini uygulamaya koymuştur. 2008 yılında Tel Aviv Üniversitesi ile ortaklaşa geliştirilen bu doktrin sivillerin ve sivil altyapının “orantısız güç” ile hedef alınarak yıkıcı tahribata yol açılmasını öngörmektedir ki bu bir savaş suçudur. Salı günü bir İsrail ordu sözcüsü, “[Gazze’deki] saldırılarda hassasiyet değil, hasar üzerinde duruluyor” itirafında bulundu. İsrail Savaş Bakanı Yoav Gallant, milyonlarca Filistinliye “tam bir kuşatma” uygulama kararını haklı göstermeye çalışarak şunları söyledi: “Biz insan hayvanlarla savaşıyoruz ve buna göre hareket ediyoruz.” On yıllardır süren zulmü görmezden gelmeden ve taraf tutmadan her iki tarafta da sivillerin hayatını kaybetmesinin yasını tutan ABD’deki Jewish Voice for Peace, Gallant’ın ırkçılığını kınayarak şunları söyledi:

“Yahudiler olarak, insanlara hayvan denildiğinde ne olduğunu biliyoruz. Bunu durdurabiliriz ve durdurmalıyız. Bir daha asla, bir daha asla demektir – hiç kimse için.”

Nitekim birkaç ay önce soykırım uzmanı Michael Barnett şu soruyu ortaya attı: “İsrail soykırımın eşiğinde mi?” İsrailli soykırım uzmanı Raz Segal, İsrail’in ABD ve Avrupa’nın kemikleşmiş suç ortaklığından cesaret alarak ve insanlıktan çıkmanın hüküm sürdüğü bir atmosferde mutlak ir şekilde cezasız kalması göz önüne alındığında, Gazze’ye yönelik saldırısının “ders kitabı niteliğinde bir soykırım vakası” olduğuna inanıyor. Böyle korkunç bir şiddet durumunda ahlaki tutarlılık vazgeçilmezdir. Baskının orijinal ve süregelen şiddetini kınamakta başarısız olanların, ezilenler tarafından işlenen yasadışı veya ahlak dışı şiddet eylemlerini kınamak için ahlaki bir duruşları yoktur.

En önemlisi, bu dönemde en derin etik yükümlülük, suç ortaklığını sona erdirmek için harekete geçmektir. Ancak bu şekilde baskı ve şiddeti sona erdirmeyi gerçekten umut edebiliriz. Diğer pek çokları gibi biz Filistinliler de seviyor ve önemsiyoruz. Korkuyoruz ve cesaret ediyoruz. Umut ediyoruz ve bazen umutsuzluğa kapılıyoruz. Ancak her şeyden önce, acıların sıralamaya tabi tutulmadığı, insani değerlerin hiyerarşisinin olmadığı, herkesin haklarının ve insanlık onurunun el üstünde tutulduğu daha adil bir dünyada yaşamayı arzuluyoruz.