Bu söyleşi 16.02.2022 tarihinde Truthout sitesinde yayınlanmıştır.

İrrasyonel siyasal panik, elmalı turta kadar Amerikalı bir olgudur. Çoğu zaman, büyük güçlerin, mevcut sosyoekonomik düzenin çıkarlarına veya jeostratejik ortamın statükosuna meydan okuyabilecek gelişmelerin sonucunu kontrol etmedeki potansiyel yetersizliğinin bir sonucu olarak ortaya çıkar. Soğuk Savaş döneminde bu olgu hakkında çok şey söylendi, ancak daha önceki dönemlerde de – örneğin, Birinci Dünya Savaşı’nın ardından gelen ilk Kızıl Korku döneminde- bu olgu apaçıktı ve bugünkü durumda Ukrayna’nın işgali ve Çin’in küresel bir güç olarak yükselişine verilen tepkilerde de net paralellikler görebiliriz.

Aşağıdaki röportajda, dünyaca ünlü kamusal entelektüel Noam Chomsky, dış politika cephesindeki güncel gelişmelere ve çok kutuplu bir dünyada küresel hegemonyayı sürdürmenin tehlikelerine vurgu yaparak ABD’deki irrasyonel siyasal panik olgusunu irdeliyor.

C.J. Polychroniou: Amerika Birleşik Devletleri’ndeki siyasi kültür, büyük güçlerin ekonomik çıkarları, ideolojik zihniyeti ve stratejik çıkarları ile uyumlu olmayan siyasi gelişmeler söz konusu olduğunda alarm düğmesine basmaya meyilli görünüyor. Gerçekten de 1890’ların sonundaki İspanyol karşıtı panikten, Rusya’nın Ukrayna konusundaki güvenlik endişelerine ve Çin’in dünya meselelerinde ve neredeyse her alanda artan rolüne ilişkin bugün duyulan öfkeye kadar, bu ülkenin siyaset kurumu ve medyası ABD çıkarları, değerleri ve hedefleri ile uyumlu olmayan gelişmelere tam bir alarm haliyle tepki verme eğilimindedir. Bugün Ukrayna ve Çin ile bağlantılı olarak neler olduğuna özellikle vurgu yaparak, bu tuhaf durum hakkında yorum yapabilir misiniz?

Noam Chomsky: Çok doğru. İnsanın inanası gelmiyor. En önemli ve açıklayıcı örneklerden biri, ABD’de bir çılgınlığa yol açan “Çin’in kaybedilmesi”nden kısa bir süre sonra, 1950’de gündeme gelen ve Soğuk Savaş’ın ilk yıllarının başlıca iç planlama belgesi olan NSC-68’in retorik çerçevesidir. Bu belge askeri bütçenin büyük ölçüde genişletilmesi için zemin hazırladı. Bugün bu deliliğin yol açtığı gerilimin –ilk defa değil, tekerrür ederek– yankılandığı  zamanı hatırlamakta fayda var.

NSC-68’in politika önerileri, isterik retorikten de kaçınılarak, akademik çalışmalarda geniş çapta tartışıldı. Bir peri masalı gibi okunur: nihai kötülük ile yüzyüze gelen mutlak saflık ve asil idealizm. Bir yanda “temel tasarımı” ve “dünyanın geri kalanı üzerinde mutlak otorite” elde etme “zorlaması” ile tüm hükümetleri ve “toplumun yapısını” her yerde yok eden “köle devlet” var. Nihai kötülüğü, katıksız mükemmelliğimizle tezat oluşturuyor. Amerika Birleşik Devletleri’nin “temel amacı” her yerde “bireyin haysiyetini ve değerini” güvence altına almaktır. Liderleri, “cömert ve yapıcı dürtülerden ve uluslararası ilişkilerimizde tamahkarlığın olmamasından” hayat buluyor ve bu, özellikle ABD etkisinin geleneksel alanları olan Batı yarımkürede, sakinlerinin tanıklık edebileceği gibi Washington’un hassas ilgisinden uzun süredir yararlanan bölgede açıkça görülüyor.

Tarihe ve o zamanki küresel güç dengesine aşina olan herkes, bu performansa tam bir şaşkınlıkla tepki verirdi. Dışişleri Bakanlığı yazarları kendi yazdıklarına inanıyor olamazlar. Bazıları daha sonra neyin peşinde olduklarının bir emaresini verdi. Dışişleri Bakanı Dean Acheson, anılarında, planlanan devasa askeri genişlemeyi “’üst düzey hükümetin’ ortak aklına ‘hakikatten daha açık’ olacak şekilde döve döve sokmak gerektiğini açıkladı. Son derece etkili bir politikacı olan Senatör Arthur Vandenberg, [1947’de] hükümetin, pasifist geri kalmışlıklarından kurtarmak için “Amerikan halkını cehennemle korkutması” gerektiğini tavsiye ederken bunu kesinlikle anlamıştı.

Pek çok emsal var ve davullar şu anda “deli köpek” Putin’in (şimdi diğer “Büyük Şeytan” Xi Jinping ile ittifak halinde) her yerde demokrasiyi yok etme ve dünyayı iradesine boyun eğdirme niyetleri konusundaki Amerikan kayıtsızlığı ve saflığı hakkında uyarılarla çalıyor.

Olimpiyat oyunlarının açılışına denk getirilen 4 Şubat Putin-Xi zirvesi, dünya meselelerinde önemli bir olay olarak kabul edildi. The New York Times‘ta yayınlanan önemli bir makaledeki inceleme, “Yeni Bir Eksen” başlığını taşıyor. İnceleme, Eksen güçlerinin reenkarnasyonu ile ortaya çıkan niyetlerini şu şekilde bildiriyor: “Çin ve Rusya’nın diğer ülkelere gönderdiği mesaj açık” diye yazıyor David Leonhardt. “Diğer hükümetlere insan haklarına saygı duymaları veya seçimler düzenlemeleri için baskı yapmayacaklar.” Ve Washington’u dehşete düşürecek şekilde, Eksen, “Amerikan kampından” iki ülkeyi, Mısır ve Suudi Arabistan’ı kendine çekiyor. Her iki ülke de ABD’nin kendi kampındaki insan haklarına ve seçimlere nasıl saygı duyduğunun mükemmel örnekleri: ABD, bu acımasız diktatörlüklere büyük bir silah akışı sağlıyor ve suçlarına doğrudan iştirak ediyor.  Yeni Eksen ayrıca şunu iddia ediyor: “güçlü bir ülke, beyan ettiği nüfuz alanı içinde iradesini dayatabilmelidir, dünyanın müdahale etmesine fırsat tanımadan yakındaki daha zayıf bir hükümeti bile devirebilmelidir” – ki bu fikir, tarihi kayıtların ortaya koyduğu gibi, ABD’nin her zaman nefret ettiği bir fikir.

Yirmi beş yüz yıl önce, Delphi Kâhini[i] bir düstur verdi: “Kendini Bil.” Belki de hatırlamaya değer.

NSC-68 örneğinde olduğu gibi, delilikte bir yöntem vardır. Çin ve Rusya gerçek tehditler oluşturuyor. Küresel hegemon onları hafife almıyor. ABD düşüncesinin ve politikasının tehditlere nasıl tepki verdiğine dair bazı çarpıcı ortak özellikler var. Üzerinde biraz düşünmeyi hak ediyorlar.

Atlantik Konseyi, Yeni Eksen’in oluşumunu, gerçekten “baş döndürücü” planlarla “küresel ilişkilerde tektonik bir kayma” olarak tanımlıyor: “Taraflar, Çin’in Kuşak ve Yol İnisiyatifi ile Putin’in Avrasya Ekonomik Birliği arasındaki işbirliği aracılığıyla ekonomilerini birbirlerine daha yakından bağlama konusunda anlaştılar. Kuzey Kutbu’nu geliştirmek için birlikte çalışacaklar. Çok taraflı kurumlarda koordinasyonu derinleştirecekler ve iklim değişikliğiyle mücadele edecekler.”

Ulusal Demokrasi Vakfı başkanı Damon Wilson, Ukrayna krizinin muazzam önemini küçümsememeliyiz, diye ekliyor. “Bugünkü krizin oluşturduğu riskler sadece Ukrayna ile ilgili değil, daha çok özgürlüğün geleceği ile ilgili.” Daha azı değil.

Senato Azınlık Lideri Mitch McConnell, hemen güçlü önlemlerin alınması gerektiğini söylüyor: “Başkan Biden alet kutusundaki her aparatı kullanmalı ve herhangi bir işgalden sonra değil, herhangi bir işgalden önce sert yaptırımlar uygulamalıdır.” Şiddetini hafifletmek için öfkeli ayıya karşı Macron tarzı çağrılarla boş boş oyalanacak zaman yok.

Kabul gören doktrin, Avrupa bocalarken ve Ukrayna bizden retoriği yumuşatmamızı ve diplomatik önlemler almamızı isterken, Çin’in ürkütücü tehdidine karşı durmamız ve Ukrayna konusunda dik durmamız gerektiğini söylüyor. Dünya şükretsin ki, Washington, neredeyse tek başına olsa bile, doğru ve adil olana sıkı sıkıya bağlı. Örnekler pek çok ama sadece ikisini ele alalım: Irak’ı haklı bir şekilde işgal etti ve neredeyse herkesin paylaştığı uluslararası protestolara meydan okuyarak Küba’yı boğdu.

Adil olmak gerekirse, doktrine bağlılık tek tip değildir. Sapmalar vardır, en güçlü şekilde de aşırı sağda: Tucker Carlson, muhtemelen en etkili TV yorumcusudur. Ukrayna’yı Rusya’ya karşı savunma girişimlerine dahil olmamamız gerektiğini söyledi –çünkü tüm kaynaklarımızı çok daha korkunç Çin tehdidine karşı koymaya adamalıyız. Eksen ile mücadelede önceliklerimizi doğru bir şekilde belirlemeliyiz.

Rusya’nın Ukrayna’yı işgal etmeye yönelik hareketliliğiyle ilgili uyarılar, 2014 krizinden bu yana her yıl tekrarlanan sahte bir medya gündemi haline geldi ve düzenli bir şekilde, on binlerce veya yüz binlerce Rus askerinin saldırıya hazırlandığı haberleri yapıldı. Ancak bugün bu uyarılar çok daha yüksek perdeden yapılıyor. Bu uyarılara Deli Vlad’den (Vladmir Putin) duyulan korku ve alay eşlik ediyor. New York Times‘tan Thomas Friedman Putin’i şöyle tarrif ediyor: “Amerika’ya karşı devasa bir aşağılık kompleksine sahip tek kişilik psikodrama, bu kompleks nedeniyle her zaman öfkesi burnunun ucunda dolaşıyor. Yere göğe sığmayan bu öfke ile dünyayı sinisice arşınlıyor.” Başka bir açıdan, Rus lider, Rusya’nın dile getirdiği endişelere biraz dikkat gösterilmesi yönündeki tekrarlı taleplerine boşuna bir yanıt arıyor.

MintPress tarafından yapılan bir analiz, üç büyük ulusal gazetedeki görüş yazılarının yüzde 90’ının, araya serpiştirilmiş içi boş sorgulamalarla, savaş taraftarı militan bir duruş benimsediğini gösteriyor – tıpkı Irak işgalinden önceki günlerde ve aslında rutin olarak da devlet sözünü söylediğinde olduğu gibi, tanıdık bir olgu.

1950’de “dünyanın geri kalanı üzerinde mutlak otorite” elde etmek için Çin-Sovyet komplosu örneğinde olduğu gibi, bugün söylenen şey de ABD’li yorumcuların pek övdüğü o “kurallara dayalı küresel düzene” karşı Yeni Eksen’in oluşturduğu tehdit karşısında  ABD’nin kararlı bir şekilde hareket etmesi gerektiğidir. Bu ilginç kavrama daha sonra geri döneceğim.

“Tektonik kayma” bir mit değil ve ABD için bir tehdit oluşturuyor. Dünya düzenini şekillendirmede ABD’nin üstünlüğünü tehdit ediyor. Bu, Rusya ve Çin sınırlarındaki her iki kriz bölgesi için de geçerlidir. Her iki vakada da müzakere sonucu çözümlere –bölgesel çözümlere– varılabilir. Bunlar başarılırsa, ABD sadece tali bir role sahip olacaktır, ki bu son derece tehlikeli çatışmaları alevlendirme pahasına kabul etmek istemeyebileceği bir roldür.

Ukrayna’da, bir çözümün ana hatları tüm taraflarca çok iyi bilinmektedir; onları daha önce tartışmıştık. Tekrarlamak gerekirse, Ukrayna’nın (ve dünyanın) güvenliği için en uygun sonuç, Soğuk Savaş yıllarında yürürlükte kalan Avusturya/İskandinav türü bir tarafsızlıktır. Bu konum bu ülkelere, ABD’ye askeri üs sağlama –ki bu hem onlar hem de Rusya için bir tehdit oluştururdu– dışındaki her açıdan istedikleri ölçüde Batı Avrupa’nın parçası olma fırsatını sunmuştu. Ukrayna’nın iç ihtilafları için ise Minsk II anlaşması genel bir çerçeve sunmaktadır.

Pek çok analistin gözlemlediği gibi, Ukrayna yakın gelecekte Kuzey Atlantik Antlaşması Örgütü’ne (NATO) katılmayacak. George W. Bush aceleyle katılma daveti yayınladı, ancak davet Fransa ve Almanya tarafından hemen veto edildi. ABD baskısı altında masada kalsa da bu bir seçenek değil. Bunu tüm taraflar kabul ediyor. Zeki ve bilgili Orta Asya uzmanı Anatol Lieven şu şekilde yorumluyor: “Ukrayna’nın NATO üyeliği meselesinin bütününe bakıldığında aslında sadece teorik bir mesele olduğu görülür, bu nedenle, bazı açılardan tüm bu argüman, kuru gürültüden ibaret bir argümandır –bunun her iki taraf için de geçerli olduğunu söylemek gerekir: Batı kadar Rus tarafı için de.”

Bu yorum [Arjantinli yazar Jorge Luis] Borges’in Falkland/Malvinas adaları savaşına ilişkin yaptığı tanımlamayı akla getiriyor: bir tarak için kavga eden iki kel adam.

Rusya güvenlik endişelerini ileri sürüyor. ABD için bu bir yüksek ilke meselesi: Ulusların kutsal egemenlik hakkını, dolayısıyla (Washington’ın gerçekleşmeyeceğini bildiği) NATO’ya katılma hakkını ihlal edemeyiz.

Rusya’nın bakış açısından resmi bir bağlantısızlık taahhüdü Rusya’nın güvenliğini pek de arttırmaz. Washington Gorbaçov’a “NATO’nun mevcut askeri yetki sınırlarının bir karış bile doğuya yayılmayacağını” garanti ettiğinde de Rusya kendisini daha güvende hissetmemişti –nitekim bu tahhüt önce Clinton sonra da daha radikal şekilde W. Bush tarafından ilga edilmişti. Sözlü bir centilmenlik anlaşması imzalı bir belge seviyesine yükselseydi de hiçbir şey değişmezdi.

ABD’nin itirazı ancak komedi olarak addedilebilir. ABD, yakın tarihin bir kez daha çarpıcı biçimde doğruladığı gibi, gururla ilan ettiği bir ilkeyi tam anlamıyla aşağılıyor.

Washington için daha derin bir mesele var: Bölgesel bir çözüm, ABD’nin küresel rolü için ciddi bir tehdit olacaktır. Bu endişe, Soğuk Savaş yılları boyunca kaynamaya devam etti. Avrupa, dünya meselelerinde bağımsız bir rol üstlenecek mi? Belki de de Gaulcü bir çizgide Atlantik’ten Urallar’a kadar uzanan bir Avrupa kurarak kesinlikle üstlenebilirdi. Gorbaçov 1989’da bu hayali savunarak canlandırdı: “ortak bir Avrupa yurdu”, “Atlantik’ten Urallara kadar geniş bir ekonomik alan”. Tabii ki Gorbaçov’un daha geniş bir vizyonu vardı: Lizbon’dan Vladivostok’a kadar askeri blokların olmadığı bir Avrasya güvenlik sistemi. İşte bu kesinlikle düşünülemez bir şeydi. Nitekim 30 yıl önce Soğuk Savaş sonrası kurulacak düzene ilişkin müzakarelerde bu vizyonun üstü daha tartışılmadan örtüldü.

ABD’nin egemen olduğu Avrupa’da Atlantikçi düzenini koruma taahhüdünün, Avrupa’nın ötesine geçen politik etkileri oldu. Önemli bir örnek, 1973’te ABD’nin parlamenter hükümeti devirmek için çok çalıştığı ve sonunda cani Pinochet diktatörlüğünü kurmayı başardığı Şili’ydi. Şili’de demokrasiyi yok etmenin başlıca nedeni, baş mimarı Henry Kissinger tarafından açıklandı. Kissinger şu uyarıda bulunuyordu: Şili’deki parlamenter toplumsal reformlar İtalya ve İspanya’daki benzer çabalar için bir model sağlayabilir ve Avrupa’nın ABD kontrolüne tabi olmaktan çıkmasına ve ABD’nin acımasız kapitalizm modelinden uzak bağımsız bir yola girmesine öncülük edebilirdi. Sıklıkla alay edilen domino teorisi, devlet yönetiminin önemli bir aracı olduğu için asla terk edilmedi. Mesele, Ukrayna ihtilafının bölgesel çözümüyle ilgili olarak yeniden ortaya çıkıyor.

Hemen hemen aynı şey Çin ile olan karşılaşmada da geçerlidir. Daha önce tartıştığımız gibi, Çin’in komşu denizlerde uluslararası hukuku ihlal etmesi konusunda ciddi meseleler var – ne var ki BM Deniz Hukuku’nu onaylamayı bile reddeden tek deniz ülkesi olarak ABD, itiraz edecek güçlü bir konumda değil. ABD’nin, bu sulara bir donanması göndermesi veya Çin kıyılarındaki zaten ezici olan askeri üstünlüğünü artırmak için Avustralya’ya bir nükleer denizaltı filosu temin etmesi de bu sorunları azaltmıyor. Sorunlar bölgesel güçler tarafından ele alınabilir ve ele alınmalıdır.

Tabii ki bu durumda da Ukrayna örneğinde olduğu gibi bir olumsuzluk var: İşler ABD’nin kontrolünde olmayacak.

Yine Ukrayna örneğinde olduğu gibi ABD, Çin tehdidine karşı koymak için liderliği üstlenme konusunda yüksek ilkeye bağlılığını ilan ediyor: Çin’in şüphesiz ağır olan insan hakları ihlallerinden duyduğu korkuyu dile getiriyor. Yine, bu duruşun samimiyetini ölçmek yeterince kolaydır. Açıklayıcı bir endeks, ABD askeri yardımıdır. En üstte, kendi başlarına ayrı bir kategoride yer alan İsrail ve Mısır var. İsrail’in insan hakları sicili konusunda, bugün Uluslararası Af Örgütü ve İnsan Hakları İzleme Örgütü’nün bu ülkeyi dünyanın ikinci “apartheid devleti” olarak tanımladıkları suçları inceleyen ayrıntılı raporlarına başvurabiliriz. Mısır ise kederli tarihinin en sert diktatörlüğü altında acı çekiyor. Daha genel olarak, uzun yıllar boyunca, ABD askeri yardımı ile işkence, katliam ve diğer ciddi insan hakları ihlalleri arasında çarpıcı bir korelasyon olmuştur.

Washington’un kutsal egemenlik ilkesine bağlılığından ziyade insan hakları konusundaki endişesi üzerinde oyalanmaya gerek yok. Bu saçmalıkların tartışılabilir olması bile, NSC-68’in retorik uçuşlarının entelektüel kültüre ne kadar derinden nüfuz ettiğini gösteriyor.

İbrani Üniversitesi öğretim üyesi Guy Laron bize Ukrayna krizinin başka bir yönünü hatırlatıyor: ABD ile Rusya arasındaki Avrupa’nın enerjisinin kontrolü konusundaki uzun mücadele, bugün yine manşetlerde. Rusya bir oyuncu olmadan önce bile ABD, Avrupa’yı (ve Japonya’yı) musluğunda ABD’nin elinin olduğu petrole dayalı bir ekonomiye kaydırmaya çalıştı. Marshall Planı yardımlarının çoğu bu amaca yönelikti. George Kennan’dan Zbigniew Brzezinski’ye Irak’ın işgali hakkında yorum yapan plancılar, enerji kaynakları üzerindeki kontrolün, müttefiklere “kritik bir kaldıraç” sağlayabileceğini kabul ettiler. Aslında Brzezinski işgale karşı çıkıyordu, ancak başlıca petrol kaynakları üzerinde öngörülen kontrolün ABD’ye avantajlar sağlayabileceğini düşündü. Daha sonraki yıllarda, Laron’un tarif ettiği Soğuk Savaş çerçevesinde birçok mücadeleye tanık olundu, bu şimdi çok belirgin. Ukrayna bu çatışmalarda büyük rol oynadı.

Dünya düzeninin şekli, her zaman politika yapıcılar için elbette temel bir mesele olmuştur. İkinci Dünya Savaşı sonrası Washington için kabul edilebilir tek bir biçim vardır: kendi liderliğinde bir dünya düzeni. Ve bu, dünya düzeninin özel bir biçimi olmalıdır: İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra ABD öncülüğünde kurulan “BM’ye dayalı uluslararası düzen” için eskiden verilen taahhüdün yerini alan “kurallara dayalı uluslararası düzen”. Politikadaki ve eşlik eden yorumlardaki geçişin nedenlerini ayırt etmek zor değil. Kurallara dayalı düzende, kuralları ABD belirler.

Aynı şey, II. Dünya Savaşı’ndan sonraki ilk yıllardaki Birleşmiş Milletler’e (BM) dayalı düzen için de geçerliydi. ABD’nin küresel egemenliği o kadar eziciydi ki, BM fiilen ABD dış politikasının bir aracı ve ABD’nin düşmanlarına karşı bir silah olarak hizmet gördü. Beklendiği üzere, bu kurum, Washington tarafından yönlendirilen BM’ye dayalı uluslararası düzen ile birlikte ABD popüler ve entelektüel kültüründe büyük saygı gördü.

Bunun bir geçiş aşaması olduğu ortaya çıktı. Diğer sanayi toplumlarının toparlanması, özellikle de BM içine, Bağlantısızlar Hareketi ve diğer bağımsız yapılara uyumsuz seslerin girmesine yol açan dekolonizasyon süreci sonucunda BM kontrolden çıktığından ABD seçkinlerinin zihninde gözden düşmeye başladı.  Geleneksel emperyal toplumların egemen olduğu uluslararası bilgi düzeninden fiilen men edilmelerine rağmen bu uyumsuz seslerin hepsi gür ve aktifti

BM içinde, Küresel Güney’e, Batı emperyalizminin uzun hükümranlığı sırasında sömürgeleştirilmiş dünyanın maruz kaldığı büyük çaplı soygun, şiddet yoluyla müdahale ve yıkımın devamından daha iyi bir şey sunacak bir “Yeni Uluslararası Ekonomik Düzen” için çağrılar yapıldı. Eski sömürgelerin seslerinin emperyal güçlerin neredeyse tekelinde olan uluslararası bilgi sistemine girmesi için bazı fırsatlar sağlayacak Yeni Uluslararası Bilgi Düzeni çağrısı gibi başka tehditler de söz konusuydu.

Dünyanın efendileri, modern tarihin tamamen olmasa da büyük ölçüde göz ardı edilen önemli bir bölümünü oluşturan bu çabaları geri püskürtmek için coşkulu kampanyalar yürüttü; bu konuda açıklama ve analiz içeren bazı iyi çalışmalar var.

Küresel Güney’in yıkıcı çabalarının bir etkisi, ABD pratiğini ve seçkinlerin görüşlerini, Soğuk Savaş yıllarının başlarında olduğu gibi artık ABD gücünün güvenilir bir temsilcisi olmayan BM’nin aleyhine çevirmek oldu. Ayrıca, ABD’nin onayladığı birkaç BM anlaşmasındaki modern uluslararası hukukun temelleri, özellikle de ABD’nin uzak ara başı çektiği bir uygulama olan uluslararası ilişkilerde “tehdit veya güç kullanımı”nın yasaklanması, yıllar geçtikçe tamamen kabul edilemez hale geldi. ABD ve Rusya’nın Soğuk Savaş yıllarında vekalet savaşlarına girdiğini söylemek alışılagelmiştir –nadir istisnalar dışında, bunların Rusya’nın ABD saldırısının kurbanlarına biraz destek sağladığı çatışmalar olduğu gerçeği göz ardı edilir. Bunlar çok daha fazla öne çıkması gereken konular.

Bu bağlamda, “kurallara dayalı uluslararası düzen” dünya düzeninin tercih edilen direği haline geldi ve Çin’in, Mart 2021’de Alaska’daki gerilimli Çin-ABD zirvesinde de yaptığı gibi bunun yerine BM’ye dayalı uluslararası düzeni talep etmesi (bu resmî açıklamaların samimiyeti bir yana) büyük rahatsızlık yaratıyor.

Çin ile çatışmanın ABD’nin diğer alanlardaki politika ve söyleminde nasıl bir rol oynadığını görmek etkileyici. The New York Times gazetesindeki bir birinci sayfa haberinin manşeti şöyleydi: “Çin’le Rekabet Etmek İçin Araştırmaya Milyarlarca Dolar Ayıran Yasa Tasarısı Temsilciler Meclisi’nden Geçti; Oylama, Amerika Birleşik Devletleri’nin yüksek teknolojili endüstrilerin Çin ile boy ölçüşecek hale gelecek şekilde desteklemesi gerektiğine dair farklı tavsiyeleri olan Senato ile bir savaş başlattı.” Tasarının resmi adı, Çin ile “rekabet” anlamına gelen “2022 Amerika Rekabet Yasası”dır.

Tasarının geçişi sol-liberal basında övgüyle karşılandı: “Meclis, Başkan Joe Biden’a Çin ile rekabet gücünü artırmayı amaçlayan bir yasa tasarısının kabulüyle Cuma günü kutlayacağı bir neden daha sundu.”

Kongre, araştırma ve geliştirmeyi, bu tasarının kesinlikle yapacağı gibi, Amerikan toplumuna yardımcı olacağı için destekleyebilir mi? Açıktır ki hayır; sadece “Çin’le uğraşacağı” için destekler. Cumhuriyetçiler her zamanki gibi tasarıya refleks olarak karşı çıktılar, bu kez “Çin’e çok fazla taviz verdiği” için. Cumhuriyetçiler ayrıca iklim değişikliği gibi konulara dikkat çeken “aşırı sol” dedikleri girişimlere de karşı çıktılar. Tasarı, Meclis Azınlık lideri Cumhuriyetçi Kevin McCarthy tarafından “mercan resifleri tasarısı” olarak alaya alındı. İnsanlığı kendi kendini yok etmekten kurtarmak, Çin ile rekabet etmeye nasıl yardımcı olabilir?

Bir yan yorum: Progressive Caucus (İlerici Grup) başkanı Pramila Jayapal tarafından tasarıda bir değişiklik teklifi sunuldu; teklifte halkın karşı karşıya kaldığı korkunç insani krizin hafifletilmesine yardımcı olması için Afgan hükümetinin New York bankalarında tutulan yaklaşık 10 milyar dolarının serbest bırakılması çağrısında bulunuldu. Teklif oylamada reddedildi. Kırk dört Demokrat, Cumhuriyetçilerin gaddarlığına iştirak etti. Görünüşe göre Çin merkezli Şanghay İşbirliği Örgütü yardım planlıyor olabilir; yine Çin tehdidi hikayesi.

Çin’in ABD’ye karşı yükselen bir süper güç olduğu inkâr edilemez. Harvard’ın Belfer Uluslararası İlişkiler Merkezi’nin bir araştırmasını açıklayan Graham Allison, epey ileri giderek Thucydides Tuzağı denen şeyin muhtemelen bir ABD-Çin savaşına yol açacağını savundu.

Bu olamaz. ABD-Çin savaşı basitçe şu anlama gelir: Oyun bitti! ABD ve Çin’in iş birliği yapması gereken kritik küresel meseleler var. Ya birlikte çalışacaklar ya da birlikte çökecek ve dünyayı da kendileriyle birlikte yıkacaklar.

Bugün uluslararası arenadaki en çarpıcı gelişmelerden biri, ABD Ortadoğu’dan ve başka yerlerden çekilirken Çin’in de –ancak farklı bir stratejik yaklaşım ve genel gündemle– Ortadoğu’ya giriyor olmasıdır. Çin, bombalar, füzeler ve zorlayıcı diplomasi yerine “yumuşak güç” kullanarak nüfuzunu genişletiyor. Gerçekten de, ABD’nin denizaşırı genişlemesi her zaman ezici bir şekilde sert güç kullanımına bağlıydı ve sonuç olarak, çekildikten sonra geride sadece kara delikler bırakacaktı. Bazılarının iddia edebileceği gibi, bunun, (her ne kadar iyi huylu emperyalizmin herhangi bir örneğini bulmak zor olsa da) tarih cahili ve küresel meselelerde tecrübesiz genç bir ulusun sonucu olduğu ne derecede söylenebilir?

ABD’nin Batı’nın emperyal vahşetinde yeni yollar açtığını düşünmüyorum. Sadece seleflerinin dünyanın kontrolünü ele geçirmek için yaptıklarını bir düşünün. Britanya’nın zenginliği ve küresel gücü korsanlıktan (Sir Francis Drake gibi kahraman şahsiyetler), hile ve şiddetle Hindistan’ı yağmalamaktan, korkunç kölelikten, dünyanın en büyük uyuşturucu kaçakçılığı girişiminden ve benzeri zarif eylemlerden türetilmiştir. Fransa da farklı değildi. Belçika korkunç suçlarda rekor kırdı. Bugünün Çin’i, çok daha sınırlı erişimi içinde pek mülayim değil. İstisnalar bulmak zor.

Bahsettiğiniz iki vaka da fazlasıyla öğretici özelliklere sahiptir. Bu özellikler vakaların tasvir ediliş biçimde istemeden de olsa açığa çıkıyor: Büyüyen Çin tehdidi hakkında The New York Times‘taki bir makaleyi alın mesela. Başlık şöyle: “ABD Ortadoğu’dan Geri Çekilirken Çin Devreye Giriyor.” büyük altyapı yatırımları ve teknoloji ve güvenlik konusunda işbirlikleri ile Ortadoğu ülkeleriyle bağlarını genişletiyor.”

Bu doğru; ve tüm dünyada olup bitenlere bir örnek. ABD, Ortadoğu bölgesini onlarca yıldır geleneksel emperyal tarzda paralayan askeri güçlerini geri çekiyor. Kötü Çinliler, Çin’in nüfuzunu yatırım, krediler, teknoloji, kalkınma programları ile genişleterek geri çekilmeyi istismar ediyor. “Yumuşak güç” denilen şey.

Sedece Ortadoğu’da değil. Çin’in en kapsamlı projesi, Orta Asya devletleri, Hindistan, Pakistan, Rusya ve şimdi İran’ı içine alan, oradan Türkiye’ye ulaşan ve Orta Avrupa’ya göz diken Şanghay İşbirliği Örgütü çerçevesinde şekillenen dev Kuşak ve Yol Girişimi’dir. Mevcut felaketten kurtulabilirse Afganistan’ı da kapsayabilir. Çin yardımı ve gelişmesi, Afgan ekonomisini, ABD işgali sırasında ekonominin çekirdeği olan Avrupa için eroin üretiminden, zengin maden kaynaklarının sömürülmesine kaydırmayı başarabilir.

Kuşak ve Yol Girişiminin İsrail de dahil olmak üzere Orta Doğu’da şubeleri var. ABD’nin şiddetli itirazlarına rağmen Afrika’da ve hatta şimdi Latin Amerika’da buna eşlik eden programlar var. Son zamanlarda Çin, Ford’un terk ettiği São Paulo’daki üretim tesislerini devraldığını ve Çin’in çok ileride olduğu bir alan olan büyük ölçekli elektrikli araç üretimine başlayacağını duyurdu.

ABD’nin bu çabalara karşı koyacak imkânı yok. Bombalar, füzeler, kırsal topluluklara özel kuvvetlerle düznelenen baskınlar işe yaramıyor.

Bu eski bir ikilem. Altmış yıl önce Vietnam’da, ABD’nin kontrgerilla harekatı girişimleri, ABD istihbaratı ve Bölge Danışmanları tarafından çaresizce kabul edilen bir sorun tarafından engellendi: Vietnam direnişi. ABD’nin kullandığı hitap ile Viet Cong (VC), ABD’nin zayıf olduğu bir alanda, yani siyasi bir savaş yürütüyordu. ABD, güçlü olduğu alanda, askeri bir savaşla karşılık veriyordu. Ancak bu, VC programlarının köylü nüfusu cezbetmesi ile başa çıkamadı.

Kennedy yönetiminin VC siyasi savaşına tepki vermesinin tek yolu, ABD Hava Kuvvetleri tarafından kırsal bölgelerin bombalanması, napalm kullanılmasına izin verilmesi, büyük ölçekli mahsul ve hayvan imhası ve köylüleri (desteklediklerini bildiği) gerillalardan “korunabilecekleri” gayriresmî toplama kamplarına sürecek diğer programları uygulamaktı. Sonuçlarını biliyoruz.

Daha önce bu ikilem, ABD Dışişleri Bakanı John Foster Dulles tarafından Ulusal Güvenlik Konseyi’ne, seçkinlerinin “özyönetim kapasitesi olmayan çocuklar gibi” olduğunu söylediği Brezilya ile olan sorunları anlatılırken açıklanmıştı. Daha da kötüsü, Dulles’in kendi sözleriyle, ABD, Küresel Güney’in “sofistike olmayan halklarının” hatta eğitimli seçkinlerin “zihinleri ve duyguları üzerinde denetim kurma konusunda Sovyetlerin umutsuzca gerisindedir”. Dulles, başkana şu şekilde yakınıyordu: Komünistlerin “kitle hareketlerini kontrol altına alma yeteneği … kopyalama kapasitemiz olmayan bir şey. Fakirler onların medet umdukları kişiler ve onlar her zaman zenginleri yağmalamak istemişlerdir.”

Dulles apaçık olanı söylemeden bıraktı: Yoksul insanlar, zenginlerin fakirleri yağmalaması çağrımıza bir türlü olumlu yanıt vermiyor, bu yüzden büyük bir isteksizlikle, hâkim olduğumuz şiddet alanına dönmek zorundayız.

Bu, Çin’in “büyük altyapı yatırımları ve teknoloji ve güvenlik konusunda işbirlikleri ile bağlarını genişleterek” Küresel Güney’de “devreye girmesi” meselesinde ortaya çıkan ikilemden farklı değil. Bunca korku ve acıyı ortaya çıkaran Çin tehdidinin temel bir unsurudur bu.

ABD, büyüyen Çin tehdidine kendi güçlü olduğu alanda tepki gösteriyor. ABD, elbette, Çin’in hemen kıyısında bile, dünya çapında ezici bir askeri hakimiyete sahip. Ama bu daha da geliştiriliyor. Askeri analist Michael Klare, geçtiğimiz Aralık ayında Başkan Biden’ın Ulusal Savunma Yetkilendirme Yasası’nı imzaladığını bildirdi. Çin’i kuşatmayı amaçlayan –”Kuzey Pasifik’te Japonya ve Güney Kore’den güneyde Avustralya, Filipinler, Tayland ve Singapur’a ve Çin’in doğu kanadında Hindistan’a uzanan kesintisiz bir ABD yanlısı silahlı nöbetçi devletler zinciri”– çağrısında bulunuyor.

Klare, “Hiç  de hayra alamet olmayacak bir şekilde Tayvan da silahlı nöbetçi devletler zincirine dahil edildi” diye ekliyor. “hayra alamet olmama” tabiri iyi seçilmiş. Çin elbette Tayvan’ı Çin’in bir parçası olarak görüyor. Formel olarak ABD de öyle. ABD’nin resmi tek Çin politikası, statüsünü zorla değiştirmek için hiçbir adım atılmayacağına dair zımni bir anlaşmayla Tayvan’ı Çin’in bir parçası olarak tanıyor. Donald Trump ve Dışişleri Bakanı Mike Pompeo bu formülü ufak ufak yonttu. Şimdi de uç noktasına götürülüyor. Çin’in boyun eğme ya da direnme seçeneği var. Boyun eğmeyecek.

Bu, ABD’yi Çin tehdidinden koruma programının yalnızca bir bileşeni. Çin ekonomisinin gözden geçirilmesi gerekmeyecek derecede iyi bilinen yollarla altının oyulması tamamlayıcı bir unsur olarak devrede. Özellikle [ABD’nin gözünde] Çin’in geleceğin teknolojilerinde ilerlemesi engellenmelidir – zira aslında Çin, elektrifikasyon ve yenilenebilir enerji gibi bazı alanlarda, bizi yaşamı sürdüren çevreyi yok etme yarışımızdan kurtarabilecek teknolojilerde liderliğini genişletiyor.

Çin’in ilerlemesinin altını oymaya yönelik bu çabaların bir cephesi de diğer ülkelere üstün Çin teknolojisini reddetmeleri için baskı yapmaktır. Çin bu çabaları aşmanın bir yolunu buldu. Küresel Güney ülkelerinde ileri teknolojiyi –mezunların daha sonra kullanacağı Çin teknolojisi– öğretmek için teknik okullar kurmayı planlıyorlar. Yine, karşı koyması zor bir saldırganlık türü.

 Uluslararası sistemde ABD’nin etkisi açıkça azalmaktadır, ancak açıkça söylenmese bile hâlâ “iki savaş” doktrini etrafında tasarlanan mevcut ABD Ulusal Güvenlik Stratejisi’ne bakarak bu sonuca kolayca ulaşılamaz. Bu bağlamda, 21. yüzyılda ABD imparatorluğunun zayıfladığı ve sonunun barışçıl bir olay olmayabileceği iddia edilebilir mi?

Çin’in ABD’yi geride bırakmaya ve dünya meselelerine hakim olmaya hazır olduğu uzun yıllardır dış politika çevrelerinde yaygın olarak tahmin ediliyordu. Bence ABD şu anki kendi kendini yok etme yolunda –muhtemelen inkarcı partinin Kasım ayında beklenen kongre zaferiyle hızlanacak– devam etmedikçe bu şüpheli bir olasılık.

Daha önce tartıştığımız gibi, birkaç yıl boyunca eski Cumhuriyetçi Parti, Amerikan Girişim Enstitüsü’nden siyasi analistler Thomas Mann ve Norman Ornstein’ın on yıl önce kullandığı terimlerini ödünç alırsak, normal parlamenter siyaseti terk eden “radikal bir isyan” olarak daha doğru bir şekilde tanımlandı –o sırada Trump’ın isyanı devralması henüz bir kâbus bile değildi.

Trump yönetimi, adı dışında her yönüyle bir “iki savaş” doktrini kurdu. İki nükleer güç arasındaki bir savaş hızla kontrolden çıkabilir, bu da sonumuzun yakın olduğu anlamına gelir.

27 Aralık’ta, belki de Noel kutlamalarında, Başkan Biden’ın yukarıda da tartıştığımız Ulusal Savunma Yetkilendirme Yasası’nı imzaladığı ve Çin’i “tahdit” politikasını mazide bırakıp “kuşatma” politikasını güçlendirdiği zaman, tamamen mantıksızlığa doğru bir adım atıldı. Bu, Dörtlü ittifakın (QUAD) oluşumunu da içerir: ABD-Hindistan-Japonya-Avustralya ittifakı. Bu dörtlü ittifak, AUKUS[ii] ittifakını (Avustralya, Birleşik Krallık, ABD) ve Anglosfer’in Beş Gözü’nü[iii] daha da ileri götüren bir gelişmedir. Bunların hepsi Çin’e karşı duran stratejik-askeri ittifaklardır. Çin’in zaten sorunlu bir hinterlandı var. Daha önce tartıştığımız gibi, ABD lehine olan radikal askeri dengesizlik, büyük risk taşıyan diğer provokatif eylemlerle güçlendiriliyor. Anlaşılan o ki, Eksen güçleri bir kez daha ilerlemeye geçerken gardımızı indiremeyeceğimiz söyleniyor.

Hoş bir olasılık olarak kalmayacak bir mümkün yörünge çizmek çok kolay. Ama her zamanki şartı asla unutmamalıyız: Pasif seyirci olmak zorunda değiliz, öyle yapınca potansiyel felakete katkıda bulunuyoruz.


[i] Delphi Kâhini; https://nereye.com.tr/antik-yunanda-kehanet-delfi-kahini-ve-rahibe-pythia/; ç.n.

[ii] AUKUS (üç üye ülkenin isimlerinin kısaltması), 15 Eylül 2021 tarihinde Avustralya, Birleşik Krallık ve Amerika Birleşik Devletleri tarafından ilan edilen üçlü bir güvenlik paktıdır. https://tr.wikipedia.org/wiki/AUKUS ç.n.

[iii] Beş Göz (FVEY ): Avustralya , Kanada, Yeni Zelanda , İngiltere ve Amerika Birleşik Devletleri’ni içeren bir istihbarat ittifakıdır. https://tr.isecosmetic.com/wiki/Five_Eyes ç.n.