BM Genel Sekreteri António Guterres Mart ayı sonunda yaptığı açıklamada iklim değişikliğinin “gezegenimizi yaşanmaz hale getirdiğini” söyledi. Gerçekten de, yaklaşan iklim krizinin yol açtığı tehditler çok somut hale geldi ve dünyanın önde gelen bilim insanları, şimdi harekete geçmezsek Dünya’nın çok yakında tehlikeli bir sıcaklık eşiğini geçeceği konusunda uyarıda bulunuyorlar. Bununla birlikte, gezegenin başına gelenler ile iklim eylem planı için ihtiyaç duyulanlar arasındaki uçurum azalmak yerine büyüyor; çünkü Noam Chomsky ve Robert Pollin ile yapılan bu ortak röportajda işaret edildiği gibi, kolektif eylem iktidardakileri rotayı değiştirmeye zorlamadığı sürece “sistemin işleyişi böyle”. Dahası, adil bir geçişin işçiler, topluluklar ve dünyanın tüm bölgeleri için dönüştürücü iklim eylemi açısından çok önemli olduğu giderek daha belirgin hale geliyor. Pollin adil bir geçişin ne anlama geldiğini ve neden bu kadar önemli olduğunu gösteriyor.
Noam Chomsky, MIT Dilbilim ve Felsefe Bölümü’nde emeritus enstitü profesörü; Arizona Üniversitesi’nde dilbilim profesörü ve Çevre ve Sosyal Adalet Programı’nda Agnese Nelms Haury Kürsüsü başkanıdır. Dünyanın en çok atıf yapılan akademisyenlerinden biri ve milyonlarca insan tarafından ulusal ve uluslararası bir hazine olarak görülen bir kamusal entelektüel olan Chomsky, dilbilim, siyasi ve sosyal düşünce, siyasi ekonomi, medya çalışmaları, ABD dış politikası ve dünya meseleleri alanlarında 150’den fazla kitap yayınlamıştır. Son kitapları Illegitimate Authority: Facing the Challenges of Our Time (C. J. Polychroniou ile birlikte; Haymarket Books, 2023); The Secrets of Words (Andrew Moro ile birlikte; MIT Press, 2022); The Withdrawal: Iraq, Libya, Afghanistan, and the Fragility of U.S. Power (Vijay Prashad ile birlikte; The New Press, 2022); ve The Precipice: Neoliberalism, the Pandemic, and the Urgent Need for Social Change (C. J. Polychroniou ile birlikte; Haymarket Books, 2021).
Robert Pollin, Massachusetts Amherst Üniversitesi’nde seçkin ekonomi profesörü ve Politik Ekonomi Araştırma Enstitüsü’nün eş direktörüdür. Dünyanın önde gelen ilerici ekonomistlerinden biri olan Pollin, istihdam ve makroekonomi, işgücü piyasaları, ücretler ve yoksulluk ile çevre ve enerji ekonomisi konularında çok sayıda kitap ve akademik makale yayınlamıştır. Foreign Policy Dergisi tarafından “2013’ün Önde Gelen 100 Küresel Düşünürü”nden biri olarak seçilmiştir. Chomsky ve Pollin, Climate Crisis and the Global Green New Deal: The Political Economy of Saving the Planet (C. J. Polychroniou ile birlikte: Verso 2020) kitabının ortak yazarlarıdır ve şu anda iklim acil durumu üzerine yeni bir kitap üzerinde birlikte çalışmaktadırlar.
C.J. Polychroniou: Noam, insan faaliyetlerinin fiziksel çevre üzerinde kritik birçok açıdan büyük bir etkiye sahip olduğu ve fosil yakıtların yakılmasıyla tüm karbondioksit (CO2) salımlarının yaklaşık yüzde 90’ını yaratarak küresel ısınmaya neden olduğumuz onlarca yıldır açık. Elbette son otuz yılda çevresel bozulmayı durdurmak ve karbon salımlarını azaltmak için bazı somut adımlar atıldığı doğru, fakat şiddetli biyolojik çeşitlilik kaybı da dahil olmak üzere gezegenin başına gelenler ile çevre ve iklim eylem planı açısından ihtiyaç duyulanlar arasındaki uçurum azalmak yerine büyüyor gibi görünüyor. Hatta, fosil yakıtları ortadan kaldırmak yerine karbon yakalama teknolojilerine giderek daha fazla vurgu yapılmasının da gösterdiği gibi, iklim krizini ele alış tarzımızın kusurlu olduğu bile iddia edilebilir. Hükümetlerin iklim değişikliği konusunda sürekli olarak son derece eksik eylem planları geliştirdiğinin bir başka açıklayıcı örneği de bugün Avrupa Birliği’ndeki hükümetlerin ormansızlaşmaya yönelik tarihi bir yasayı kabul etmesidir. Avrupa hükümetleri ormansızlaşmayla bağlantılı malların ithalatını yasaklamayı kabul etti, ancak yeni ormansızlaşma yasası Avrupa bankalarını veya yatırımcılarını ormansızlaşmayı finanse etmeyi durdurmaya zorlamıyor. Sanki politika oluşturma ve ekonomik çıkarlar arasındaki bağlantı, kapsamlı stratejiler uygulamamızı engelliyor.
Noam Chomsky: İki yıl önce, Biden’ın iklim konusundaki özel temsilcisi John Kerry, “bilim insanlarının 2050 ya da 2045 yılına kadar (sıfıra yakın emisyona ulaşmak için) yapmamız gereken azaltımların %50’sinin henüz sahip olmadığımız teknolojilerden kaynaklanacağını kendisine söylediklerini” bildirdi.
Her ne kadar iyimser bir mesaj vermeyi amaçlasa da bu tahmin belki de güven verici olmaktan biraz uzaktı.
Birkaç ay sonra, COP27 Glasgow uluslararası iklim konferansında ABD temsilcisi olarak Kerry hala daha iyimserdi. Varlık yöneticileri yaklaşan felaketin üstesinden gelmek için on trilyonlarca dolar taahhüt ederken, coşkulu bir şekilde piyasanın artık bizim tarafımızda olduğunu bildirdi.
Politik ekonomist Adam Tooze tarafından bir hususa dikkat çekildi: Bu vaat, yatırımlar karlı olduğu ve Dünya Bankası ve Uluslararası Para Fonu’nun garantileriyle “riskten arındırıldığı” sürece geçerlidir.
“Henüz sahip olmadığımız teknolojiler”, henüz sahip olmadığımız ya da gerçekçi olarak öngöremediğimiz teknolojiler olarak kalacaktır. Bazı ilerlemeler kaydedilmiştir, ancak bunlar yaklaşan krizle başa çıkmak için gerekli olanlardan çok uzaktır.
Mevcut tehlike, fosil yakıt kullanımını ortadan kaldırmak için yapılması gerekenlerin, uzak bir teknolojik buluşun imdadımıza yetişeceği bahanesiyle bir kenara bırakılmasıdır. Bu arada Dünya’yı yakmaya devam edebilir ve artık inanılmaz zenginlikleriyle ne yapacaklarını bilemeyen fosil yakıt endüstrisinin dolup taşan kasalarına daha da fazla para akıtabiliriz.
Fosil yakıt endüstrisi elbette bu bahaneyi memnuniyetle karşılıyor. Hatta karbon yakalama teknolojileri için bir miktar nakit bile ayırabilir -belki muhasebecilerinin yapacağı bir yuvarlama hatası kadar. Tabii ki her zaman öne sürdükleri şartlar geçerli olduğu sürece: bu maliyetler iyi niyetli vergi mükellefleri tarafından finanse edildiği ve riskten arındırıldığı sürece. Bu arada daha fazla federal arazi fosil yakıt üretimine açılıyor. 300 mil uzunluğundaki Mountain Valley Boru Hattı –Senatör Manchin’in küresel ekonomiyi çökertmemek için hayata geçirilmesinin şart olduğunu iddia ettiği proje– ve benzeri diğer kolaylıklar gibi fosil yakıt endüstrisine daha fazla lütuf sağlanıyor.
Varlık yöneticileri ve teknolojik mucizelerle ilgili coşkunun arka planında, Savaş Bakanı Henry Stimson tarafından 80 yıl önce savaş için büyük seferberliği yönetirken dile getirilen Stimson Doktrini yatmaktadır: “Eğer kapitalist bir ülkede savaşa girmeye ya da savaşa hazırlanmaya çalışacaksanız, iş dünyasının bu süreçten para kazanmasına izin vermelisiniz, aksi takdirde işler yürümez.”
Sistem böyle işliyor –biz izin verdiğimiz sürece.
Savaşın ilk aşamalarında iş dünyası pazarlığı kabul etmekte isteksizdi. Çoğu, reformist Yeni Düzen’den nefret ediyor ve iş dünyasının çıkarlarına tamamen kendini adamamış bir hükümetle işbirliği yapmak istemiyordu. Ancak musluk açıldığında bu tür çekinceler ortadan kalktı. Hükümet savaş üretimine büyük kaynaklar aktardı. Stimson Doktrini’ne bağlı kalınarak, politikalar müteahhitlere büyük karlar sağlayacak şekilde yapılandırıldı. Bu, daha sonraları askeri-endüstriyel kompleks olarak eleştirilen ABD sanayi politikasının, ancak daha doğru bir ifadeyle ABD sanayi politikasının çok da gizli olmayan sisteminin, kamunun gelişmekte olan yüksek teknoloji ekonomisini finanse ettiği aygıtın temelini oluşturdu: Seymour Melman ve diğerleri tarafından detaylandırıldığı gibi son derece verimsiz bir sistem, ancak onaylanmış retorik tarafından, “istihdam yaratan” cömert iş insanlarının herkesin yararı için gece gündüz çalışmasına yardımcı olan muhteşem bir serbest girişim sistemi olarak adlandırılan şey için kongre onayı almanın kolay bir yolu.
Eisenhower görünüşe göre ilk başta “askeri-endüstriyel-kongre kompleksi” terimini kullanmak istemişti. Bu uygun olurdu. Kongre neden buna dahil ediliyor? Bunun en önemli nedenlerinden biri, siyasi ekonomist Thomas Ferguson’un pek çok kez doğrulanmış olan “siyasetin yatırım teorisi”dir. Yakın zamanda yaptığı bir güncellemede Ferguson teoriyi bir kez daha doğrulayarak, vardığı önemli sonucu basitçe özetlemektedir:
Amerikan siyasetine hâkim olan gerçek, onun para odaklı karakteridir. Bizim dünyamızda her iki büyük siyasi parti de her şeyden önce, herhangi bir şeyin gerçekleşmesi için doldurulması gereken birer banka hesabıdır. Seçmenler siyaseti yönlendirebilir ama bu kolay değildir. Sistemin işlemesi için çok ciddi zaman ve çaba harcamaya hazır olmadıkça ya da seçmenlerin kontrol ettiği örgütler –sendikalar ya da gerçek siyasi taban örgütleri– sistemde yaşayabilecek, finanse edilebilir faydalı varyantlar sunmadıkça bu pek mümkün değildir.
“Bizim dünyamız”a ilişkin bu içgörü, aynı zamanda bu açmazdan çıkış yollarına ilişkin tavsiyeler de sunmaktadır. Ve aynı zamanda, dünyayı geri dönüşü olmayacak bir şekilde ısıtmanın korkunç ve yakın tehdidi bağlamında insan türü için sanal bir mezar yazısı olarak hüküm süren Stimson Doktrini ile yüzleşmenin yollarını da göstermektedir.
Biyoçeşitlilikte keskin bir düşüşü de içerecek şekilde gezegenin başına gelenler ile çevre ve iklim eylem planı açısından ihtiyaç duyulanlar arasındaki uçurumun azalmak yerine büyüdüğünü görmezden gelmek intihardır. Baktığımızda karışık bir tablo ile karşılaşıyoruz.
Kritik durumlardan biri Amazon Ormanlarıdır. Küresel ekolojideki merkezi rolü iyi anlaşılmıştır. Kendi kendini sürdürebilir ama zarar görmesi halinde hızla geri dönüşü olmayan bir düşüşe geçebilir ve bunun bölge ve tüm dünya için yıkıcı etkileri olabilir.
Brezilya’da Bolsonaro döneminde tarım, madencilik ve tomrukçuluk işletmeleri ormana ve orada uzun süredir doğayla uyum içinde yaşayan yerli toplumlara karşı saldırıya geçti. Sadece bir örnek vermek gerekirse, “Brezilya’daki ormansızlaşma, dönemin başkanı Jair Bolsonaro döneminde 2019 ile 2022 yılları arasında arttı ve bunun bir numaralı nedeni sığır çiftçiliği oldu.” Sığır eti ihracatı için 800 milyondan fazla ağaç yok edildi. Yerli halklar konusunda başlıca araştırmacılardan biri olan Bruno Pereira ve gazeteci meslektaşı Dom Phillips, Amazon’da çalışmalarını yürütürken öldürüldü.
Brezilyalı bilim insanları, ormanın bazı kesimlerinin çoktan devrilme noktasını geçtiğini, savanaya dönüştüğünü ve kalıcı şekilde tahrip olduğunu bildiriyor.
Lula’nın 2022’de seçilmesi yıkımı sınırlama, belki de sona erdirme umudu verdi. Çevre Bakanı olarak, gerçekten etkileyici bir sicile sahip, cesur ve adanmış bir çevreci olan Marina Silva’yı atadı. Ancak ekonominin sahibi olan (Adam Smith’in deyimiyle) “insanlığın efendileri” asla dur durak bilmiyor. Kongre’deki destekçileri Silva’nın yetki alanını daraltmaya devam ediyor.
Dünyayı kurtarmayı umanlar da boş durmuyor. Brezilyalı ekolojistler, ormanın koruyucusu olan yerli toplulukları desteklemenin ve erişim alanlarını genişletmenin yollarını arıyor.
Mücadele devam ediyor.
Mücadele başka cephelerde de devam ediyor. Çin’den gelen bazı iyi haberler Washington Post’ta özetleniyor. Birçok araştırmayı gözden geçiren Post, Çin’in “yenilenebilir enerjiler konusunda agresif bir şekilde ilerlemesi” nedeniyle “batarya, güneş paneli ve enerji dönüşümünün diğer temel bileşenlerini üretme” konusunda küresel olarak açık ara önde olduğunu ve ABD’yi çok geride bıraktığını bildiriyor –ABD’yi kişi başına düşen rakamlar bakımından çok geride bırakıyor. Çin “2030’dan önce emisyonlarını zirveye çıkarma ve 2060’a kadar net sıfır emisyona ulaşma hedeflerine ulaşma yolunda ilerliyor. Geçen yıl rekor miktarda güneş enerjisi kapasitesi kurdu ve sadece bu yıl ABD’nin mevcut tüm güneş enerjisi kapasitesinden daha fazlasını kurmaya hazırlanıyor.”
Ancak makaleyi yanlış aktarmışım. Washington Post, Çin’i övmek için değil, kınamak için kolları sıvıyor. Övgü ABD’ye yönelik: ABD, yenilenebilir enerjiye geçiş konusundaki üstün konumundan bakarak “iklim felaketini önlemeye yardımcı olması için Çin’e baskı yapmanın” yollarını arıyor –makalenin başlığı bu şekilde. Makale, Çin’in ABD’nin iki katından fazla emisyondan sorumlu olduğu konusunda kaygı verici bir uyarıda bulunuyor; ya da Yenikonuş dilinden tercüme edecek olursak, Çin kişi başına düşen emisyonlarda ABD’nin çok gerisinde.
Makalede, Çin’i iklimi kurtarmaya yönelik asil arayışımızda bize katılmaya ikna etmek için düşünülen araçlar tartışılıyor, ancak bunlardan en önemlisi atlanıyor: “Ticaret Bakanı Gina Raimondo Salı günü yaptığı açıklamada ABD’nin dünyanın en büyük ikinci ekonomisi üzerinde baskı kurmak için müttefiklerini bir araya getireceğini söyledi. Raimondo, ‘Çin’in inovasyon hızını gerçekten yavaşlatmak istiyorsak, Avrupa ile birlikte çalışmamız gerekiyor’ dedi.”
Çin’in dünyayı kurtarabilecek ileri teknolojiyi üretme konusunda ortaya koyacağı yenilikleri kontrol altında tuttuğumuzdan emin olmalıyız. Açıkça ilan edilen ve büyük övgüler alan başlıca yöntem, Çin’in ileri teknoloji için gerekli olan bilgisayar çiplerine erişimini engellemektir.
Raimondo aynı zamanda, Çin’in “[Idaho eyaletindeki] Micron Technology şirketinin ürettiği bellek çiplerinin satın alınmasına yönelik etkili yasağını ABD’nin ‘tolere etmeyeceği’ ve bu tür ‘ekonomik zorlamaları’ ele almak için müttefiklerle yakın bir şekilde çalıştığı” konusunda Çin’i uyardı.
Bunlar dünya yanarken, ünlü “kurallara dayalı uluslararası düzen” ve onun incelikli tasarımı hakkında daha fazla bilgi sağlıyor.
Polychroniou: Hindistan dünyanın en kalabalık ülkesi olarak Çin’i geride bıraktı ve nüfusunun önümüzdeki on yıllarda da artmaya devam edeceği kesin. Gezegeni kurtarmak için küresel nüfusu azaltmak zorunda mıyız?
Chomsky: Küresel nüfus azaltılmalı, belki de önemli ölçüde azaltılmalı. Neyse ki, bu sonuca ulaşmanın bir yöntemi var, üstelik insancıl ve gezegeni kurtarma hedefinden bağımsız olarak üstlenilmesi gereken bir yöntem: kadınların eğitimi. Bunun hem zengin hem de yoksul ülkelerde nüfusun keskin bir şekilde azalmasına yol açtığı gösterilmiştir.
Kadınların eğitimi, 1948 İnsan Hakları Evrensel Beyannamesinde öngörülenler gibi diğer insani yöntemlerle desteklenmelidir: “Anneler ve çocuklar özel bakım ve yardım görme hakkına sahiptir. İster evlilik içi ister evlilik dışı doğmuş olsun, tüm çocuklar aynı sosyal korumadan yararlanacaktır.”
İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi ABD tarafından başlatılmıştı, ancak bu farklı bir dönemde, New Deal sosyal demokrasisinin, henüz Reagan ile nihayet hedeflerine ulaşan sert iş dünyası saldırısı tarafından baltalanmadığı bir dönemdeydi. O zaman, az önce alıntılananlar da dahil olmak üzere bildirgenin sosyoekonomik hükümleri “Noel Baba’ya mektup” (Reagan’ın BM Büyükelçisi Jeane Kirkpatrick) olarak alay konusu olmuştu. Kirkpatrick’in görüşleri, Reagan ve Bush yönetimlerinde insan hakları ve insani işlerden sorumlu yetkili Paula Dobriansky tarafından da tekrarlandı. Dobriansky, “[bildirgede yer alan] ‘ekonomik ve sosyal hakların’ insan haklarını oluşturduğu efsanesini” ortadan kaldırmaya çalışmıştır. Bu mitler “içine belirsiz umutların ve belirsiz beklentilerin doldurulabileceği boş bir kaptan başka bir şey değildir.” İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi’nin sosyoekonomik hükümlerini açımlayan BM Kalkınma Hakkı’na karşı tek oyu kullanan Bush’un büyükelçisi Morris Abram’ın ifadesiyle bunlar “mantıksız” ve hatta “tehlikeli bir kışkırtma”dır.
O zamandan sonra Noel Baba’ya yazılan mektubun ciddiye alınmaması büyük ölçüde her iki partinin de görüşü haline geldi, ancak şu anda Kongre’de yaşanan saçmalıklarda da gördüğümüz gibi GOP (Cumhuriyetçi Parti) vahşet konusunda liderliğini korudu.
Bu konuda söylenecek daha çok şey var ama başka zaman.
Polychroniou: Bob, iddialı iklim değişikliği politikalarını ilerletmek için “adil bir geçiş” şart olarak görülüyor. Etkili bir iklim eylemi için “adil geçiş” neden bu kadar önemli ve ortalama vatandaşları tam olarak nasıl etkiliyor?
Robert Pollin: “Adil geçiş” terimi çeşitli şekillerde kullanılmaktadır. İlk olarak, gelirleri ve refahları için fosil yakıt endüstrisine bağımlı olan işçileri ve toplulukları desteklemeye yönelik önlemlere atıfta bulunmak için kullanacağım. Daha sonra aşağıda bu terimin ikinci bir kullanımını, yüksek gelirli ekonomilerin düşük gelirli ekonomiler tarafından geliştirilen Yeşil Yeni Düzen programlarını nasıl desteklemesi gerektiğini ele alacağım.
Hüküm süren Stimson Doktrini … dünyayı geri dönüşü olmayan bir seviyede ısıtmanın korkunç ve yakın tehdidi bağlamında insan türü için sanal bir mezar taşı yazısıdır.
Fosil yakıt endüstrisine bağımlı hale gelen işçilerin ve toplumların desteklenmesine ilişkin ilk hususla ilgili olarak, bunu daha geniş bir bağlamda değerlendirmek çok önemlidir. Daha önce birçok kez tartıştığımız üzere, sıfır emisyonlu küresel bir enerji altyapısı oluşturmak için enerji verimliliği ve yenilenebilir enerjiye yapılacak yatırımlar, genel istihdam yaratmanın önemli bir motoru olacaktır. Yani, genel olarak, gezegeni kurtarmak istihdam için çok iyidir. Bu elbette Donald Trump gibilerden duyduğumuz feryatların tam tersi, ama aynı zamanda siyasi yelpazede çok daha yaygın bir görüştür. Bu görüşün biraz daha saygın bir versiyonu, fosil yakıt tüketimini aşamalı olarak durdurmanın çevresel açıdan faydalı olabileceği, ancak yine de istihdamı öldüreceğidir. Ve zengin kıyı elitleri dışındaki herkes istihdamı çevreden daha fazla önemsemektedir.
İşte bu pozisyon, gerçekte bu şekilde yankı bulabilir. Temiz enerjiye geçiş gerçekten de genel olarak istihdam yaratmanın önemli bir motoru olsa da fosil yakıt endüstrisinin aşamalı olarak ortadan kaldırılmasının, şu anda fosil yakıt endüstrisine bağımlı olan işçiler ve topluluklar için kaçınılmaz olarak kayıplar anlamına geleceği de doğrudur. Cömert adil geçiş politikalarının yokluğunda, bu işçiler ve toplumlar gerçekten de işten çıkarmalar, düşen gelirler, okulları, sağlık kliniklerini ve kamu güvenliğini desteklemek için azalan kamu sektörü bütçeleriyle karşı karşıya kalacaktır. Cömert adil geçiş politikalarına yönelik sıkı taahhütler olmaksızın, bu işçilerin ve toplulukların önemli bir kısmının fosil yakıt endüstrisinin aşamalı olarak kapatılmasına şiddetle karşı çıkmasına şaşırmalı mıyız?
Bu işçiler ve topluluklar için uygulanabilir bir adil geçiş programı, ilk olarak merhum büyük işçi hareketi ve çevre lideri Tony Mazzocchi tarafından geliştirilen çerçeveden yola çıkmalıdır. Mazzocchi “adil geçiş” terimini ilk ortaya atan kişidir. Nükleer santrallerin ve ilgili tesislerin aşamalı olarak kapatılmasını değerlendirirken Mazzocchi 1993 yılında şunları yazmıştır: “İnsanlara bir tür ekonomiden diğerine geçmeleri için ödeme yapmak refah sağlamak değildir. Dünyaya ihtiyaç duyduğu enerji ve malzemeleri sağlamak için her gün zehirli maddelerle çalışanlar… hayata yeni bir başlangıç yapmaları için bir yardım elini hak etmektedirler.”
Mazzocchi’nin bu perspektifinden yola çıkarak, cömert bir adil geçiş politika setini tam olarak neyin oluşturacağını belirlememiz gerekmektedir. İşçiler için, ilk prensip olarak, bu tür politikaların amacının basitçe, onları yaşam standartlarındaki büyük kayıplara karşı gerçekten korumak olması gerektiğini savunuyorum. Bunu başarmak için, adil bir geçiş politikasının kritik bileşenleri işçiler için üç tür garanti içermelidir: 1) garantili yeni bir iş; 2) yeni işlerinde en azından önceki fosil yakıt endüstrisindeki işleriyle karşılaştırılabilir düzeyde garantili bir ücret düzeyi; ve 3) işverenlerinin ticari faaliyetlerinin aşamalı olarak sona erdirilip erdirilmediğine bakılmaksızın emekli maaşlarının bozulmadan kalacağına dair bir garanti. Adil geçiş politikaları, yerinden edilen işçileri iş arama, yeniden eğitim ve yer değiştirme konularında da desteklemelidir. Bu destek biçimleri önemlidir ancak tamamlayıcı olarak anlaşılmalıdır. Çünkü kendi başlarına, işçileri fosil yakıt endüstrisinin aşamalı olarak kapatılmasından kaynaklanan yaşam standartlarındaki büyük kayıplara karşı koruyamazlar.
Başlıca yüksek gelirli ekonomiler arasında, çalışanlar için adil geçiş politikaları yakın zamanda Avrupa Birliği, Almanya ve daha az ölçüde Birleşik Krallık’ta yürürlüğe girmiştir. Bu tür girişimler ABD, Japonya ve Kanada’da halen teklif aşamasındadır. Ancak Almanya, İngiltere ve Avrupa Birliği örneklerinde bile bu politikalar çoğunlukla iş arama, yeniden eğitim ve yer değiştirme desteği alanlarıyla sınırlı kalmaktadır. Başka bir deyişle, bu örneklerin hiçbirinde işçilere ihtiyaç duydukları güvenceleri sağlayan politikalar yürürlüğe konmamıştır.
Adil geçiş politikalarına yönelik en somut taahhütler Avrupa Birliği tarafından Avrupa Yeşil Mutabakatı çerçevesinde ortaya konmuştur. Nitekim Avrupa Komisyonu Başkan Yardımcısı Frans Timmermans, “Yeşil Anlaşma’nın herkesin tam desteğini almasını ve gerçeğe dönüşme şansına sahip olmasını sağlamak için kömür madenciliği bölgeleri gibi Avrupa’da en çok etkilenen bölgelerle dayanışma göstermeliyiz” demiştir.
Bu ruhla Avrupa Komisyonu, Ocak 2020’de geniş kapsamlı ilkelerin ötesine geçerek anlamlı somut politika taahhütlerine dönüştürmek üzere bir Adil Geçiş Fonu kurmuştur. Bununla birlikte, bugüne kadar, bu programların kapsamı ve sağlanan finansman seviyesi, Başkan Yardımcısı Timmerman tarafından belirlenen “Yeşil Anlaşma’nın herkesin tam desteğini almasını sağlamak” hedeflerine ulaşmak için yeterli değildir. Özellikle, Adil Geçiş Fonu kapsamında yerinden edilen işçilere yönelik destek kategorileri beceri geliştirme, yeniden eğitim ve iş arama yardımı ile sınırlıdır. Fon, yerinden edilme ile karşı karşıya kalacak işçiler için en kritik destek alanları olan yeniden istihdam, ücret seviyeleri ve emekli maaşları ile ilgili garantiler hakkında herhangi bir hüküm içermemektedir.
Çok daha sağlam bir adil geçiş programının neye benzeyeceği konusunda bir fikir edinmek için, çalışma arkadaşlarımla birlikte sekiz farklı ABD eyaleti, genel olarak ABD ekonomisi ve son olarak da Güney Kore için örnek programlar geliştirdim. Şimdilik, ABD’nin fosil yakıtlara en bağımlı eyalet ekonomilerinden biri olması nedeniyle Batı Virginia örneğine odaklanmak faydalı olabilir. Bu nedenle Batı Virginia, cömert bir adil geçiş programı uygulamak için oldukça zorlu bir ortam sunmaktadır.
Batı Virginia için adil geçiş politikalarının, tüm devlet için genel bir Yeşil Yeni Düzen programının bir bileşeni olması kritik önem taşımaktadır. Genel program kapsamında, fosil yakıt üretimi 2030 itibariyle yüzde 50 oranında düşecek ve temiz enerji yatırımları eyaletin genel enerji arzındaki farkı kapatacaktır. Batı Virginia’daki temiz enerji yatırımlarının 2030 yılına kadar eyalet genelinde ortalama 25.000 istihdam yaratacağını tahmin ediyoruz.
Eyaletin fosil yakıt endüstrisinin aşamalı olarak kapatılmasından kaynaklanan iş kayıpları ne olacak? Halihazırda Batı Virginia’nın fosil yakıt endüstrisi ve yan sektörlerinde yaklaşık 40.000 kişi istihdam edilmekte olup, bu rakam Batı Virginia’daki toplam işgücünün yaklaşık yüzde 5’ini oluşturmaktadır. Ancak 40.000 çalışanın tamamının işlerini hemen kaybetmeyeceğini kabul etmek çok önemlidir. Bunun yerine, fosil yakıt üretiminin yüzde 50 oranında azaltılmasıyla 2030 yılına kadar yaklaşık 20.000 iş aşamalı olarak ortadan kalkacaktır. Bu da yılda ortalama 2,000’den biraz daha fazla iş kaybına denk gelmektedir. Bununla birlikte, bu işleri yapan işçilerden her yıl yaklaşık 600’ünün gönüllü olarak emekli olacağını da tahmin ediyoruz. Bu da her yıl işinden olacak işçi sayısının 1.400 ya da eyaletteki işgücünün yüzde 0,2’si kadar olduğu anlamına gelmektedir. Eyalet aynı zamanda temiz enerji dönüşümü sayesinde yaklaşık 25.000 yeni istihdam yaratmaktadır.
Kısacası, her yıl yerinden edilmeyle karşı karşıya kalan 1.400 işçi için çok sayıda yeni iş fırsatı olacaktır. Bu işçilere karşılaştırılabilir ücret seviyeleri ve eksiksiz emekli maaşlarının yanı sıra gerektiğinde yeniden eğitim, iş arama ve yer değiştirme desteği sağlamanın işçi başına yılda yaklaşık 42.000 dolara mal olacağını tahmin ediyoruz. Bu da yılda ortalama yaklaşık 143 milyon dolara denk gelmektedir. Bu da Batı Virginia’nın genel ekonomik faaliyet düzeyinin (GSYİH) yaklaşık yüzde 0,2’sine eşittir. Kısacası, yerinden edilen tüm fosil yakıt çalışanları için cömert adil geçiş politikaları, Batı Virginia gibi fosil yakıta büyük ölçüde bağımlı bir eyalette bile kesinlikle büyük maliyet yükleri yaratmayacaktır.
İncelediğimiz diğer yedi ABD eyaleti için, karşılaştırılabilir adil geçiş programlarının maliyetleri eyaletin GSYİH’sinin yüzde 0,001 ila 0,02’si arasında değişmektedir. ABD ekonomisinin geneli için, adil geçiş programının maliyetleri GSYİH’nin yaklaşık yüzde 0,015’ine tekabül edecektir – yani genel ekonominin büyüklüğüne göre Batı Virginia programının maliyetinin onda biri ila yirmide biri. Kısacası, çalışanlara sağlam bir geçiş desteği sağlamak ABD ekonomisi içinde ancak devede kulak kalır. Diğer yüksek gelirli ekonomilerde de benzer şekilde güçlü adil geçiş programlarının karşılaştırılabilir sonuçlar doğuracağı neredeyse kesindir.
Şimdi de toplulukların geçiş süreçlerini ele alalım. Aslında, şu anda fosil yakıt endüstrisine bağımlı olan topluluklar, endüstrinin düşüşüne uyum sağlamakta büyük zorluklarla karşılaşacaklardır. Aynı zamanda, Batı Virginia örneğinde açıkladığım gibi, fosil yakıt endüstrisinin düşüşünün temiz enerji ekonomisinin hızla genişlemesiyle birlikte gerçekleşecek olması kritik önem taşımaktadır. Bu, etkili toplumsal dönüşüm politikalarının ilerletilmesi için temel bir destekleyici temel sağlayacaktır.
Önemli bir örnek, temiz yenilenebilir enerji kaynaklarının –özellikle rüzgar ve güneş enerjisi– Alaska’nın uzun süredir devam eden ve kapsamlı enerji mikro şebeke altyapısına entegre edilmesidir. Mikro şebeke, yerelleştirilmiş bir elektrik şebekesidir. Bu şebekeler 1960’lardan bu yana büyük ölçüde dizel jeneratörlere dayanmaktaydı. Ancak 2005 yılından bu yana yenilenebilir enerji, dizel yakıta karşı giderek daha önemli bir alternatif haline gelmiştir. Alaska Enerji ve Güç Merkezi 2015 yılı itibariyle bu gelişmeyi şu şekilde tanımlamıştır:
Son on yılda, enerji bağımsızlığı talebini karşılamak ve sağlanan enerjinin maliyetini düşürmek için yenilenebilir enerji üretimine yapılan yatırım önemli ölçüde artmıştır. Bugün, dünyadaki yenilenebilir enerjili mikro şebekelerin yaklaşık yüzde 12’sini temsil eden Alaska’daki mikro şebekelerin 70’inden fazlası, küçük hidroelektrik, rüzgar, jeotermal, güneş ve biyokütle dahil olmak üzere şebeke ölçeğinde yenilenebilir enerji üretimine sahiptir.
Başta Avustralya, Almanya ve ABD’de olmak üzere bir diğer önemli gelişme de artık kullanılmayan kömür madenlerinde pompaj depolamalı hidroelektrik sahalarının oluşturulmasıdır. Wall Street Journal‘da 2022 yılının sonlarında yayınlanan bir makalede şöyle denmektedir:
Sera gazı emisyonlarına katkıda bulunan madencilik faaliyetleri yakında bu salımların azaltılmasına yardımcı olabilir. Dünyanın dört bir yanında şirketler, pompaj depolamalı hidroelektrik olarak bilinen yüzyıllık bir teknolojiyi kullanarak eski madenleri yenilenebilir enerji jeneratörleri olarak yeniden tasarlamaya çalışıyor. Halihazırda birçok ülkede enerji karışımının bir parçası olan bu teknoloji, enerji kaynağı olarak su ve yerçekimi ile dev bir batarya gibi çalışıyor. Enerji arzının bol olduğu zamanlarda su yokuş yukarı bir rezervuara pompalanır. Elektrik talebi yüksek olduğunda ya da diğer enerji türlerinde kıtlık yaşandığında su serbest bırakılır ve hidroelektrik enerji üreten türbinler aracılığıyla yokuş aşağı akar. Son olarak, su tekrarlanan bir döngüde tekrar yokuş yukarı pompalanmak üzere tutulur. Uzmanlar, yerüstü ve yeraltı madenlerinin su için rezervuar olma potansiyeline sahip olduğunu ve bu tür tesisleri sıfırdan inşa etmekten daha düşük çevresel etki ve ön maliyetlerle geliştirilebileceğini söylüyor.
Daha geniş anlamda, fosil yakıtlara bağımlı toplulukları, tam da bu topluluklarda yenilikçi temiz enerji projeleri geliştirerek yeniden canlandırmak için çok sayıda fırsat vardır. Biden yönetiminin Enflasyonu Düşürme Yasası –ki esas olarak ABD’deki temiz enerji yatırım projelerini finanse etmekle ilgilidir– bu tür projeler için büyük ölçekli finansman sağlamaktadır. Doğal olarak, Kongre’deki Cumhuriyetçiler bu tür bir finansmanı saçma sapan bir hal alan ve şimdi neyse ki sona eren borç tavanı tartışması yoluyla ortadan kaldırmaya çalıştılar. Şükür ki başarısız oldular.
Polychroniou: Eğer fosil yakıtlardan uzaklaşıp temiz enerjiye yönelmek gezegenin hayatta kalması için tek yol ise, iklim eylem planı nihai olarak küresel düzeyde koordine edilmelidir. Dünya zengin ülkeler ve yoksul ülkeler arasındaki büyük farklarla bölünmüş durumda olduğuna göre, küresel adil geçiş neyi gerektiriyor ve ne tür yeni güç ilişkilerinin yaratılması gerekiyor?
Pollin: Öncelikle sadece zengin ülkeler için geçerli bir iklim istikrar programı diye bir şey olmadığını açıklığa kavuşturalım. Tüm ülkelerin, tüm gelişmişlik düzeylerinde, emisyonlarını 2050 yılına kadar sıfıra indirmeleri gerekmektedir. Şu anda Çin, ABD ve Avrupa Birliği’nin birlikte tüm küresel CO2 emisyonlarının yüzde 52’sini oluşturduğu doğrudur. Ancak bu aynı zamanda, Çin, ABD ve Avrupa Birliği’ndeki emisyonlar mucizevi bir şekilde yarın sıfıra düşecek olsa bile, küresel emisyonları sıfıra götürme konusunda yolun yarısından biraz daha fazlasını kat etmiş olacağımız anlamına gelmektedir. Dahası, Hindistan ve Endonezya gibi büyük, hızlı büyüyen gelişmekte olan ekonomiler büyümelerini fosil yakıt ağırlıklı bir enerji altyapısı ile desteklemeye devam ederlerse, Çin, ABD ve Avrupa Birliği’ndeki emisyonlar gerçekten sıfıra düşse bile, 2050 yılına kadar küresel emisyonları bugüne göre hiç azaltamayacağız. Mesele şu ki, en geç 2050 yılına kadar sıfır emisyon hedefine gerçekten ulaşacaksak her bölgenin önemi var.
Bu nedenle, bir Yeşil Yeni Düzen programının küresel kapsamda olması gerektiğini kabul ederek, yukarıda yüksek gelirli ekonomiler için tanımladığım işçi ve toplum açısından adil geçiş programları, düşük gelirli ekonomiler için de aynı derecede, hatta daha fazla geçerlidir. Öncelikle, temiz enerji yatırım geçiş programları, yüksek gelirli ekonomilerde olduğu gibi düşük gelirli ekonomilerde de istihdam yaratmanın önemli bir motoru olacaktır. Örneğin, çalışma arkadaşlarımla birlikte yaptığımız bir araştırma, Hindistan, Endonezya ve Güney Afrika gibi yerlerde temiz enerji ekonomisi yaratmanın, belirli bir harcama düzeyi için bu ekonomilerin mevcut fosil yakıt ağırlıklı enerji altyapısını sürdürmekten iki ila üç kat daha fazla istihdam yaratacağını ortaya koyuyor. Aynı zamanda, bu ekonomilerde fosil yakıtların aşamalı olarak terk edilmesi, fosil yakıt endüstrisine bağımlı işçiler ve topluluklar için de kayıplara neden olacaktır. Bu işçiler ve topluluklar, yukarıda ABD ve diğer yüksek gelirli ekonomiler için tanımladığımıza benzer adil bir geçiş desteğine ihtiyaç duyacaktır.
Hala şu soruyu sormamız gerekiyor: Düşük gelirli ülkelerde Yeşil Yeni Düzen’in bedelini kim ödeyecek? Gezegenin hayatta kalması için temel bir mesele olarak, birilerinin ödeme yapması gerektiğini kabul ederek başlayabiliriz. O halde kimin ödeyeceği, ne kadar ödeyeceği ve hangi finansman kanallarıyla ödeyeceği konusunda adil ve uygulanabilir standartları nasıl oluşturmalıyız?
İki başlangıç noktası kritik önem taşımaktadır. Birincisi, kapitalizm altında endüstriyel gelişimin ilk aşamalarından başlayarak, ABD, Batı Avrupa, Japonya, Kanada ve Avustralya dahil olmak üzere dünyanın yüksek gelirli ülkeleri, atmosferi sera gazı emisyonlarıyla doldurmaktan ve iklim değişikliğine neden olmaktan birincil derecede sorumludur. Bu nedenle küresel Yeşil Yeni Düzen’in finansmanından da öncelikli olarak onlar sorumlu olmalıdır. İkincisi, bu tarihsel perspektiften günümüze baktığımızda, tüm ülke ve bölgelerdeki yüksek gelirli insanların bugün diğer herkesten çok daha büyük karbon ayak izlerine sahip olduğunu görüyoruz. Oxfam’ın 2020 yılında yaptığı bir çalışmada belgelendiği üzere, örneğin küresel nüfusun en zengin yüzde 1’lik kesimindeki insanların ortalama karbon ayak izi, genel küresel nüfusun ortalama emisyon seviyesinden 35 kat daha fazladır.
Dolayısıyla, asgari bir adalet standardına göre, yüksek gelirli ülkeler ve yüksek gelirli insanlar, nerede yaşarlarsa yaşasınlar, küresel bir temiz enerji dönüşümünün maliyetlerinin çoğunu karşılamalıdır. Aynı zamanda, bu maliyetlerin birer yatırım olduğunu da unutmayalım. Bugün fosil yakıtlar ve nükleerden daha düşük olan ve düşmekte olan ortalama fiyatlarla yüksek verimlilik ve bol miktarda yenilenebilir enerji sağlayarak zaman içinde önce kendilerini amorti edecekler sonra da kazanç sağlayacaklardır.
Ancak yine de yatırım fonlarının düşük gelirli ekonomilere hem daha önce görülmemiş bir hızda hem de ölçekte seferber edilmesi gerekiyor. Çeşitli açıklamalara ve vaatlere rağmen, özel kapitalistlerin bunu kendi başlarına başaramayacaklarını şimdiden görüyoruz. Noam’ın yukarıda tanımladığı gibi, özel sermayedarlar daha ziyade gelişmekte olan ekonomilerdeki temiz enerji yatırım beklentilerinin kamu kuruluşları tarafından “riskten arındırılmasını” bekliyorlar. Bu, Noam’ın söylediklerini özetlemek gerekirse, özel yatırımcıların yatırım yapmak için kamu kuruluşlarından büyük sübvansiyonlar alması, ancak yatırımlar sonuç verdiğinde tüm karı cebe indirmesi anlamına geliyor. Sübvansiyonları dağıtan kamu kuruluşları arasında, kendi zengin ülke hükümetleri, yatırım yapabilecekleri düşük gelirli ülkelerin hükümetleri ya da Dünya Bankası veya Uluslararası Para Fonu gibi uluslararası kamu yatırım kuruluşları yer alabilir.
2015-2020 yılları arasında 35 yüksek gelirli ülke, yılda ortalama 36 milyar dolar sağlayacağını bildirmiştir ki bu da yıllık 100 milyar dolarlık taahhüdün sadece üçte biridir. Dahası, ülkelerin neredeyse her şeyi “iklim finansmanı” olarak iddia edebildikleri göz önüne alındığında, bu düşük uç rakam bile zengin ülkelerin sağladığı iklim finansmanının gerçek seviyesini olduğundan fazla gösteriyor. Dolayısıyla, 1 Haziran 2023 tarihli bir Reuters haberine göre:
İtalya, bir perakendecinin Asya’da çikolata ve dondurma mağazaları açmasına yardımcı oldu. Amerika Birleşik Devletleri, Haiti’de bir kıyı otelinin genişletilmesi için kredi teklif etti. Belçika, Arjantin yağmur ormanlarında geçen bir aşk hikayesi olan La Tierra Roja filmini destekledi. Japonya ise Bangladeş’te yeni bir kömür santralini ve Mısır’da bir havaalanının genişletilmesini finanse ediyor….
Bir kömür santrali, bir otel, çikolata dükkanları, bir film ve bir havaalanının genişletilmesi küresel ısınmayla mücadele çabaları gibi görünmese de bunları finanse eden hükümetlerin bunları Birleşmiş Milletler’e bu şekilde bildirmelerini ve bağış toplamlarına dahil etmelerini engelleyen hiçbir şey yoktur.
Ciddi bir denetim sisteminin, önemli mali kaynakların gelişmekte olan ekonomilerdeki meşru iklim projelerine aktarılması için gerekli bir adım olduğu açıktır. Ancak buna ek olarak, düşük gelirli ülkelerdeki kamu yatırım bankalarının, ekonomilerinde belirli yatırım projelerinin ilerletilmesinde birincil kanallar olarak hizmet vermesi de kritik önem taşıyacaktır. Kamu yatırım bankaları, hem kamu hem de özel sektördeki temiz enerji projelerinin yanı sıra kamu/özel sektör karma projelerinin finansmanını da yönetmelidir. Herhangi bir düşük gelirli ülkedeki (ya da herhangi bir yüksek gelirli ülkedeki) belirli bir projede kamu ve özel mülkiyet arasında en iyi karışımın ne olması gerektiğini bilemeyiz. Dogmatik olmanın ve aksini iddia etmenin bir anlamı yok. Ancak, her durumda, özel firmaların 40 yıllık neoliberalizm altında elde ettikleri oranlarda kar etmelerine izin vermenin makul olmadığını kabul ederek hareket etmemiz gerekir. Eğer özel firmalar temiz enerji yatırımlarını desteklemek için büyük kamu sübvansiyonlarını kabul etmekten mutluluk duyuyorlarsa, o zaman karlılıkları üzerindeki sınırları da kabul etmeye istekli olmalıdırlar. Bu tür düzenleyici ilkeler, örneğin ABD özel elektrik hizmetleri sektöründe rutin olarak uygulanmaktadır. Benzer standartlar dünyanın tüm bölgelerinde kolaylıkla oluşturulabilir.