Dünya Sağlık Örgütü’nün Korona virüsünün pandemik (küresel salgın) olduğunu ilan etmesiyle, küreselleşmiş ekonominin büyük bir tehdit altına girmiş olduğu, dünya çapında bir ekonomik ve sosyal kaosun bir virüs tarafından tetiklenebileceği gerçeğiyle karşı karşıya kalındı. Şimdilik, 1918-1920 arasında küresel bir salgın haline gelen ve devletlerin 1. Dünya Savaşı konjonktüründe uzun süre örtbas ettiği İspanyol gribi gibi milyonların ölümüne yol açabilecek bir hastalığa benzemiyor. Fakat bilimsel belirsizlikler ve henüz bir çaresinin bulunmamış olması nedeniyle, zaten kriz eşiğinde yaşayan kapitalist dünya ekonomisini erken bir altüst oluş evresine sokmaya aday, sürpriz bir değişken olarak inatla varlığını sürdürüyor.
Bir bakış açısıyla Kovid-19, küreselleşme günahının ölümcül bir bedeli olarak okunabilir. Başka bir bakış açısıyla, insanlığın küreselleşen ekonomiye karşılık gelen bir küresel yönetim inşa etme beceriksizliğinin sonuçlarından birisi olarak okunabilir. Birinci bakış açısından hareketle, kıyamet ya da izolasyonist milli devlet ideolojilerine yönelmek mümkün. Buna karşılık ikinci bakış açısı, küreselleşmenin siyasi ayağının yapıcı bir şekilde inşa edilmesine odaklanacaktır -ki bunun önündeki en büyük engel, devletlerin kendi çapında güç sahibi olmaya çalıştığı, “milli çıkar” temelli ayrımcılığın sürdürülmesine dayalı emperyalist rekabet düzenidir.
Eğer Kovid-19 çıkış yeri olan Çin’le sınırlı kalsaydı, bu en başta, küresel sömürüye dayalı milli izolasyon ve ayrıcalık siyasetini savunan ABD başkanı Trump’ın başarı hanesine yazılabilirdi. Fakat hastalığı yayan virüs tarafgir davranmadı: Küresel ekonomi için zorunlu olan dünya çapındaki sosyal dolaşım ağına kolaylıkla sızdı ve sınır tanımayan bir karakter edindi. Bu anlamda Korona virüsü anti-emperyalist ve çarpık küreselleşmeye karşı Allah’ın bir lütfu olarak kabul edilebilir. Sorun şu ki, ayrım gözetmeksizin insan türünün tamamına karşı düşük yoğunluklu bir savaş açmış durumda.
Şu sıralar bir umut, Korona virüsünün havalar ısındıkça (ilkbahar aylarından itibaren) ortadan kalkması. Gerçi bu defa da havaların soğuyacağı dünyanın Güney yarımküresinde Korona hastalığının yayılması ve sonrasında nöbeti yeniden Kuzey yarımküreye devretmesi gibi ölümcül bir döngünün yaşanması olası. Dolayısıyla bilimsel aklın tam ermediği belirsizlikler karşısında tek çare, Korona virüsüne karşı koruyucu önlemler almak ve küresel bir seferberlik ilan ederek hastalığı tedavi edecek bir aşı geliştirmeye çalışmak. Aksi takdirde, orta ve uzun vadede insanlığın işi Allah’a ya da doğaya kalmış olacak -ki şimdilik gidişat bu yönde.
Türkiye’ye odaklanacak olursak: Her ne kadar, başta Sağlık Bakanlığı olmak üzere, Türk hükümetinin Korona virüsüne karşı başarılı bir mücadele verdiği iddia edilse de, bunun büyük bir yalan olduğunu görmek zor değil. Ciddi bir ön hazırlık yapılmadığı çok açık: Kovid-19 artan derecede küresel yaygınlık kazanırken, Erdoğan liderliğindeki Neo-İttihatçı ekip, İdlip üzerinden Suriye’ye savaş virüsünü yaymayı sürdürmek ve Korona testinden geçtikleri iddia edilemeyecek binlerce göçmeni Yunanistan sınırına yığmakla meşguldü. Yani Korona virüsünün yayılmasını kontrol altına almak için gerekli asgari sınır önlemlerin alınması şöyle dursun, başta CHP ve İyi Parti olmak üzere, milli muhalefetin de katkılarıyla virüs tehdidi gündemden düşürülmüştü. Hastalığı başlangıçta bilimsel ciddiyet ve saydamlıkla bağdaşmayacak şekilde Allah’a havale etme eğilimindeki İran devletiyle sınırın kapatılması gibi önlemler ise, ancak Korona virüsünün bağıra bağıra kendisini belli ettiği aşamada, gecikmeli olarak karara dönüştürüldü.
Sınır ötesi emperyal bir Türk-İslam devleti inşa etme iddiasını terk etmeme inadını sürdüren Erdoğan liderliğindeki Neo-İttihatçı ekipten, sağduyu ve akla geniş alan açacak küresel-demokratik bir vizyon geliştirmesini, sorunlara bu şekilde yaklaşmasını beklemek boş bir hayaldir. Buna birçok örnek verilebilir: Mesela, testlerin yaygın ve ciddi bir şekilde yapılmadığına dair kara mizah yapılması boşuna değildi; “test yoksa teşhis yok, teşhis yoksa virüs de yok”. Talebin artmasıyla koruyucu maskelerin fiyatının katlanarak artmasına ve meşru bir karaborsanın oluşmasına adeta izin verildi. Her nedense sermayenin el değiştirmesinde ve nihayetinde Türk-İslam patentli yemyeşil bir sermaye egemenliğinin şekillenmesinde pek mahir ve müdahaleci olan hükümet, iş halk sağlığına gelince serbest piyasacı olup çıkmıştı: Ne yazık ki talep artınca serbest piyasa gereği, koruyucu maskelerin de fiyatı artıyordu. Uzun süre “Türk geni Koronaya dayanıklı” ya da “merak etmeyin, havalar ısınınca geçer gider” şeklindeki ırkçı şartlanmaları ve alaturka lakaytlığı okşayan, klinik bulguları kaale almayan, insan aklının ermediği belirsizlikleri sömüren şarlatanlıkların medya ve gösteri dünyasında at koşturmasına da alan açıldı. (Bu konuda televizyon kanalları arasında mekik dokuyan Doç. Dr. Oytun Erbaş’ın ‘show’ dünyasındaki yükseliş serüveni bir örnek-olay olarak ele alınabilir.)
Diktatörlüğün dayattığı sınırlar içinde kalmayı sürdüren muhalif yüksek siyasetin yapıcı bir alternatif üretmesini beklemek, boş bir hayaldir. Kovid-19 salgını bu tezi bir kez daha doğrulamış oldu. Toplumsal muhalefetin asıl sorunu, sivil toplum örgütlenmesini ve bu yolla etkili çıkışları örgütleme yeteneğini geliştirememiş olmasıdır. Nihayetinde virüs tehdidi karşısında ne yapacağını bilemeyen, sorunu mecburen Allah’a ve hükümete havale eden bir toplumsal muhalefet görünümü sürdürülebilir olmamakla birlikte, kısa vadeli bilanço budur.
Muhalif yüksek siyaset, ikmale bile değil, tamamen sınıfta kalmıştır. Örneğin, seçim kampanyasını “Her Şey Çok Güzel Olacak” şiarıyla yürütmüş olan CHP’li İstanbul Belediye Başkanı İmamoğlu’nun toplu taşıma araçlarını steril hale getirdiklerine dair bilgilendirmesi, ne akılla ne de yapıcı olma gayretiyle açıklanabilir. Gerçekte olan biten, artan merkezi baskı karşısında bir aczin ve teslimiyetin itiraf edilmesidir. Kalabalıkların toplu taşıma araçlarında üst üste yığılması asıl meseleyken, kamuoyuna bu tip demeçler vermek ancak kaba bir alayın konusu olabilir.
Allah’ın bilinmesi imkânsız takdiri bir kenara bırakılacak olursa, Korona virüsünün açtığı savaşın kazanılması, insan müdahalesi dışında doğal seyrin hastalığın aleyhine dönmesi ya da daha kesin bir çözüm olarak aşısının bulunmasına bağlı. Her aklı başında insanın değişik biçimlerde katılım gösterebileceği önlemlerin alınması ve sağlık sisteminin yeniden düzenlenmesi adına nelerin yapılabileceği ise, toplum geneline yayılabilmiş değil. Edilebilse tabii ki hastalıkla mücadele ile sınırlı kalmaz, küresel çarpıklığın tasfiye edilmesi için bir insanlık hareketi başlardı.
Gelinen aşamada diğer musibetler gibi Korona virüsünün de bin nasihatten daha uyarıcı olduğu söylenebilir. Fakat bu uyarıyı içselleştirmenin, aklı başında olmayı başarmak gibi bir önkoşulu var. O zaman eleştirel aklı devreden çıkarmama ama nihayetinde yapıcı/birleştirici bir tutum geliştirme şansı olacaktır. “Farkındalık yaratmak” birinci mesele haline gelmişse ve tekrar tekrar aklını başına toplamanın ötesine geçilemiyorsa (nihayetinde ahmaklığın galebe çaldığı ahmaklık-farkındalık döngüsünden çıkılamıyorsa), yaratıcı ve pratik bir bilinç geliştirmek zaten imkânsız demektir. Kelimenin gerçek anlamıyla insanlaşmanın (bilince yatırım yapmanın) hakkını verebilmek için, öncü bir pozisyon almak, örnek kabul edilebilecek pratikler geliştirebilmek, eş zamanlı olarak toplumsal katılım ve sorumluluğu teşvik etmek belirleyicidir.
Uyarının içselleştirilmesi konusunda yer yer işaretler ortaya çıksa da, doğrudan biat etmeye bel bağlamak, olmadı duyarsızlaşmayı denemek, o da olmadı sorumluluktan azade bir şekilde sinirceli protest tavırlar sergilemek yaygınlığını sürdürüyor. Virüs tehdidinin kısa vadede ortadan kalkması halinde, “Neyse yaşandı bitti” ya da “Nerede kalmıştık?” kültürünün yeniden yükselişe geçeceğine kesin gözüyle bakılabilir. Bu durumda “Gerçekte yaşanan neydi?” sorusunun yanıtlanması ve musibetten nasihat değil de ders çıkarmak önem kazanacaktır.
Düşük yoğunluklu bir tehdit olarak virüs kalıcılaşma eğilimine girerse, ‘Cuma namazları hariç sosyal etkinlikler kısıtlansın hatta gerekirse sıfırlansın’ türünden absürtlükler sürdürülemez hale gelebilir. Fakat siyaseten bir Korona fırsatçılığı üretilmesi, örneğin Orwell’in 1984 distopyasının inşa edilmesi için gayet iyi bir gerekçe işlevi göreceğinden şüphe duymamak gerekir. İspanyol gribine benzer kapsamlı bir felaket meydana gelirse, bu defa da Mad Max distopyasının küresel salgın haline geleceğini iddia etmek abartılı olmaz.
Kıyametin damgasını vurduğu bir toplumsal evrende, hiç kuşkusuz insanlık sadece kaderine boyun eğmenin onurlu biçimlerini keşfetme başarısı gösterebilir. Bireyler arası fiziksel temasın zora girdiği ve giderek asgari seviyelere çekildiği önlemler evreninde ise, sağduyu ve akıl katili distopya fırsatçılarına meydanı bırakmamak insanlaşma iddiasını sürdürmenin bir gereğidir.