Geçtiğimiz haftalarda Artizan sitesinde Boaventura de Sousa Santos’un Faşizmin Farklı Yüzleri adlı yazısının çevirisi yayımlandı. Çevirinin yayımlanmasının ardından yazar De Sousa Santos ile ilgili akademi içinde cinsel şiddet ve akademik sömürüyle ilgili ciddi şikayetlerin olduğunu öğrendik. Çevrilen metnin sitede korunup korunmayacağı tartışması devam ederken tartışma sonlanana kadar metni Artizan sitesinden kaldırdık. Akademi içinde Metoo hareketi başlamasına neden olan bu vakayla ilgili bir dosya oluşturduk. Faşizmin Farklı Yüzleri adlı çeviri metni bu dosya ile eşzamanlı olarak yayımlamayı uygun bulduk.

Akademide Bir MeToo Hareketi başlıklı dosyaya ulaşmak için…

 

Primo Levi her çağın kendi faşizmi olduğunu söylerdi. Peki, zamanımızın faşizmi nedir? Faşizmi, demokratik denetim olmadıkça başkalarının insanlığına topyekûn bir kayıtsızlığı meşrulaştıran, sermaye birikiminin toplumsal-siyasal koşulu olarak tanımlıyorum. Dolayısıyla faşizm kapitalist toplumlara özgü bir fenomendir. Daha önceleri (bir toplumsal grubun başka bir grubun yaşamı üzerinde veto hakkını elinde bulundurmasını tanımlayan) toplumsal faşizm ile (otoriter bir rejim tipi olan) politik faşizm arasında bir ayrım yapardım. Bugün, daha önce farklı olan (kültürel, ekonomik, toplumsal ve politik) bileşenlerin bir araya geldiği faşist bileşenlere doğru ilerlediğimizi düşünüyorum. Zamanımızın faşizminin yüzleri şunlardır: yeni sosyal-Darwincilik, politik din, geleneksel aşırı sağ, hukuk savaşı (lawfare), kayıtsız bireycilik. Demokrasi, bir görüntüler oyunundan pek de farklı olmadığı sürece bütün bu yüzler demokrasiyle bağdaşır.

Yeni sosyal-Darwincilik: Bir ekonomi politikası olarak neoliberalizm, liberalizmin önerdiği özgürlükleri ekonomik özgürlüğe indirgeyerek yoksul ve orta sınıflardan üst sınıflara transferler yoluyla serveti belirli ellerde toplayan bir düzenektir. Sosyal bir politika olarak neoliberalizm kendini yeni sosyal-Darwinizm olarak ifade eder: İnsanların gerçekten özerk olmanın koşullarından mahrum bırakılmasına koşut olarak bireysel özerkliğin kutsanmasıdır bu. Bu durum şunlara yol açar: devletin fırsat eşitsizliğini hafifletecek kapasiteye sahip olmadığının savunulması; polis baskısı ve hoşnutsuzlar ile uyum göstermeyenlerin kitlesel şekilde hapsedilmesiyle garanti edilen düzen, güvenlik ve huzurun yüceltilmesi; servetin ve ekonomik gücün insan haysiyetinin ayrıcalıklı kriterlerine dönüşmesi; işbirliği ve diğerkâmlığın doğal kabul edilmemesi; araçların amaçlara göre her zaman daha fazla koşullara bağlı ve kullanılıp atılabilir olması; başarı ya da iktidar mücadelesinde ölümün yan hasar olarak görülmesi.

Politik din: Nazizm, faşizm, hatta Sovyet ve Çin komünizmleri bile bazı ideologları ve karşıtları tarafından sekülerleşmiş dinler olarak görüldü. Burada kastedilen anlamda politik din, geleneksel bir dinsel inanışın sekülarizm ve çoğulculuk karşıtı bir politik ideolojiye dönüştürülmesidir. Bu dönüşüm, misyonu insanlığı tehditkâr ve eli kulağında bir felaketten kurtarmak olan seçilmiş bir cemaat yaratmak üzere dinsel inanç, itikat ve ritüellerin seferber edilmesinde kendini gösterir. Söz konusu dönüşüm ırksal üstünlük veya seçilmiş bir halk düşüncesiyle ilişkili olabilir ya da olmayabilir, fakat misyonu daima anti-demokratiktir. Devlete hâkim olduğunda, bir teokrasi haline gelme eğilimindedir. Günümüzde politik din üç ana versiyon şeklinde karşımıza çıkıyor: Pentikostalizm[i], Siyonizm ve radikal İslam.

Terim tartışmalı olsa da yeni-Pentikostalizm esas olarak ABD’de ve bunun etkisiyle özellikle 1960’ların sonlarından bu yana Latin Amerika çapında Protestanlığın “karizmatik bir yenilenmesinden” doğdu. Heterojen bir fenomen olan yeni-Pentikostalizmin hâkim tezahürleri şu olgularla karakterize olur: müminlerin güçlü duygusal yatırımı (vecd hali ve bilmediği dillerde konuşma); ekonomik zenginliğin yüceltilmesi ve yoksulluk için bireyin suçlanması; kiliselerin şirket mantığıyla yönetilmesi (kutsal artı değer çokuluslu mega-kiliselere dönüştürülür) ve dinci partilerin kurulmasıyla muhafazakâr ve aşırı muhafazakâr çizgide politikaya aktif şekilde dahil olunması; insanların homofobik ve cinsiyetçi temellerde dinsel cemaatlere kazandırılması; ve komünizmin hayaletlerine, yani kıyametle sonuçlanan bir çöküşe dönüştürülen solcu politikaların şeytanlaştırılması. Aşırı muhafazakâr, hatta aşırı sağcı örgütlenmelerin finanse ettiği yeni-Pentikostalizm demokrasiyi reddetmemekle birlikte onu araçsallaştırır: Demokrasiyi, “misyonunun” hizmetine koşabildiği sürece kabul eder.

Siyonizm, seçilmiş halk olmalarına karşın (veya bu nedenle) daima zulüm görmüş Yahudilerin güvenle yaşayabilecekleri Filistin’de bir Yahudi devleti kurma amacı güden milliyetçi bir Yahudi hareket olarak doğdu (ilk Siyonist kongre 1897’de Basel’de toplandı ve bu harekete ilham veren Theodore Herzl idi). İlk baştaki politik ideoloji baskın şekilde sosyalistti (İşçi Siyonizmi) ve Yahudi solu (Bundists) ve sağı (ortodoks ve ultra-ortodoks) tarafından eleştirilen, Yahudilik içinde çok küçük bir azınlık tarafından temsil ediliyordu. Yahudi Soykırımı, Siyonizmde derin bir ideolojik değişim yarattı. Filistinlilerin mülksüzleştirilmesiyle İsrail Devleti’nin kurulması ve günümüze kadar olup biten her şey, Siyonizmin ne ölçüde sağ ve aşırı sağ bir harekete dönüştüğünü ve Yahudi olmasa da birbirine yakınsayan politik güçler (Hıristiyan Siyonizmi) ve özellikle ABD’de devasa bir ekonomik güç tarafından desteklenir hale geldiğini gösteriyor. Yahudi Soykırımı’nın dehşetiyle Gazze’nin dehşeti arasında -Hannah Arendt’in ifadesiyle “yaşamın kutsallığını” referans aldığımızda- asla önemli olmayan istatistiksel bir fark vardır. İster seçilmiş halk isterse Ari ırkın üstünlüğü olsun, ontolojik ayrıcalık düşünceleri politik ideolojiye dönüştüklerinde düşmanlar için “nihai çözümlere”[ii] meyleder.

Radikal veya fundamentalist İslamcılık, Batı kültürünün ve (Haçlıları bir tarafa bırakalım) 15. yüzyıldan günümüze kadar bu kültürü İslam dünyasına taşımış olan sömürgecilik ve emperyalizmin reddedilmesine kendini adamış bir İslam versiyonudur. İçsel olarak son derece heterojen olan bu versiyon genellikle derin bir sömürgecilik-karşıtlığıyla, sekülerliğin reddiyle ve İslam Yasası’nın (şeriat) hem özel hem de kamusal yaşama uygulanmasıyla kendini gösterir. Son yüz yıl boyunca yayılması, Batılı kapitalist ülkeler ve reformist İslamcılığın teşvik ettiği kalkınmacılık, sekülerlik ve modernleşme alanlarında yaşanan hayal kırıklıklarının suç ortağı olarak görülen seküler solcu ve milliyetçi liberal hareketlerin başarısızlığından kaynaklanır. Radikal İslamcılık, Batıcı modernleşme ve kapitalizme karşı direniş olarak kapitalist toplumların bir fenomenidir; bununla birlikte (Suudi Arabistan’daki Vahabilik gibi) bazı versiyonları kapitalizmin en saldırgan biçimleriyle bir arada var olur. En radikal politik versiyonuna dönüştüğünde, yalnızca tamamen budanmış bir çoğulculuğu ve demokrasiyi kabul eden bir teokrasi peşinde koşar. Erkek egemendir ve İslamcı feminizmi de bastırır.

Geleneksel aşırı sağ: Geleneksel aşırı sağ 20. yüzyılın ilk yarısındaki faşizm ile Nazizm’in varisidir. Bu politik rejimlerin tarihsel yenilgisinden sonra ırkçı ve yabancı düşmanı kriminal eylemlerde bulunan, zaman zaman yeraltında faaliyet gösteren küçük grupların ideolojisi olarak varlığını sürdürdü. Son 15 yılda, büyük ölçüde neoliberalizmin yol açtığı sosyal demokrasinin krizinin, kendi kendini düzenle(me)yen finans sermayesinin küreselleşmesinin ve göç hareketlerindeki artışın sonucu olarak dikkat çekici şekilde yayıldı. Faşizm ve Nazizm’de olduğu gibi aşırı sağın da iktidara gelmenin bir aracı olarak gördüğü, araçsallaştırıcı bir demokrasi kavrayışı vardır. Donald Trump ve Jair Bolsonaro örneklerinde açıkça görüldüğü gibi, aşırı sağ bir kez iktidara geldiğinde iktidar gücünü ne demokratik olarak uygular ne de iktidarı demokratik yollarla bırakır. Aşırı sağ milliyetçi, ırkçı ve yabancı düşmanıdır, fakat neoliberal küreselleşmeyi kabul eder; işte bu nedenle, tıpkı Hitler gibi, sık sık büyük sermaye tarafından desteklenir.

Hukuk-Savaşı[iii]: Faşist otoriterliğin bu yüzü en yeni özelliğidir ve muhafazakâr hükümetlerin Polonya, Macaristan, İsrail’de olduğu gibi mahkemelerin bağımsızlığını sınırlama yönündeki çabalarıyla çelişkilidir. 1970’lerden itibaren demokratik teoride, genellikle halk egemenliğinin kapitalist birikime sınırlamalar getirme kapasitesini ortadan kaldırmayı amaçlayan iki değişim yaşandı. Portekiz, İspanya, Yunanistan, Brezilya, Arjantin, Şili gibi birçok ülkenin bu 10 yılda ve sonraki 10 yılda diktatörlüklere son verdiği ve demokratik rejimleri benimsediği dikkate alınırsa, demokrasideki bu zayıflamanın söz konusu dönemde yaşanmış olması garip görünebilir. Gerçek şu ki bütün bu ülkeler süregiden iki değişimle yüzleşmek zorunda kaldılar. Bunlardan ilki, etkin şekilde işleyebilmesi için demokrasinin belirli ekonomik ve toplumsal koşulları varsaydığı düşüncesinin tedavülden kaldırılmasıydı. Bunun yerine, düşük yoğunluklu liberal versiyonuyla (vatandaşlık hakları-politik haklar) anlaşılan demokrasi, toplumsal-ekonomik kalkınmanın koşulu haline geldi. İkinci değişim ise, hükümet etmeyi etkin demokratik denetimden azade kılmak için egemenlik organlarının karmaşık ve sinsi bir şekilde manipüle edilmesinden oluşuyordu. Bu manipülasyon iki aşamada gerçekleşti. İlk olarak, gerçek politik güç parlamentodan alınıp halkın basıncından daha az etkilendiği düşünülen yürütmeye aktarıldı. İkinci aşama ise gerçek gücün yürütmeden yargıya, demokratik denetim ve basınçtan en fazla muaf olan iktidar organına aktarılmasını içeriyordu. Bu değişim esas olarak “yumuşak darbeler” biçimini aldı; böyle adlandırılmasının sebebi, anayasal çerçeve içinde gerçekleşiyor görünmeleridir. “Yumuşak darbeler”in amacı, potansiyel olarak neoliberalizme karşı daha düşmanca davranan politik güçleri yargısal araçlar kullanarak iktidardan uzaklaştırmaktı (yolsuzluğa karşı seçici mücadele). Sözünü ettiğimiz bu ikinci değişim, 2009’da Honduras, 2012’de Paraguay, 2016’da Brezilya’daki darbelerde (ardından Araba Yıkamacı Operasyonu[iv] geldi) açıkça görüldü. Hukuk-Savaşı, ki askeri kökene sahip bir terimdir bu, adaleti yerine getirmeyi değil politik düşmanları etkisizleştirmeyi hedefler. Genellikle ceza mahkemeleri usulü yasasının ihlal edilmesini içerir ve başlıca silah olarak hükümete karşı duran medyayı kullanır. Yukarıdan aşağıya doğru yayılan bir faşizm biçimidir.

Kayıtsız bireycilik[v]: Kayıtsız bireycilik, duygusal bir tükenmişliği, ilgisizliği ve insanın en temel sınırları olduğu düşünülen bireysel bedenin ve sanal arkadaşlığın küçük, öngörülebilir ve rahatlatıcı dünyasının ötesine geçip umut verici alternatifler aramaktan vazgeçmesini içeren sosyo-psikolojik bir durumdur. Düşmanca ve düzeltilmesi mümkün olmayan bir dünya karşısındaki bilinç(dışı) zayıflıktan oluşan birey-kale, risk içeren kapsayıcı tutumlara nazaran savunmacı dışlayıcı tutumları daha kolay benimser; büyük şüphelerden ziyade küçük kesinlikleri daha kolay tercih eder; kardeşliğin müphemliği karşında nefretin apaçıklığına daha yatkındır. Burada kullanılan anlamda kayıtsızlığın faşizmle hiç alâkası yokken faşizmin yeni yüzleri arasına sosyo-psikolojik bir durumu dahil etmek garip görünebilir. Fakat korkarım ki, genelleşmesi halinde bu koşul, aşırı sağın ve fundamentalizmlerin müjdelediği düzenle uyumsuzluk ve sistem-karşıtı kopuş bağlamında görünüşte kolay ve radikal deneyler için bereketli bir yeni insan kazanma zeminine dönüşecek. Öyle görünüyor ki sanki yeni faşizm, neoliberal ve doğaya saldıran kapitalizmin bireyleri maruz bıraktığı insanlık durumunun derinliklerinde kök salmaya başladı. Bir öz-faşizm.

 

Boaventura de Sousa Santos Portekiz’deki Coimbra Üniversitesi’nde emeritus sosyoloji profesörüdür. Son çıkan kitabı: Decolonizing the University: The Challenge of Deep Cognitive Justice.

[i] İng. Pentecostalism. Pentikostalizm, Kutsal Ruh’la vaftiz olarak kişinin doğrudan Tanrı’yı tecrübe etmesini vurgulayan bir Protestan Karizmatik hareketidir. Evanjelik Protestanlığın diğer biçimleri gibi Pentikostalizm İncil’in hatasız olduğunu ve yeniden doğuşun gerekliliğini kabul eder. Yeniden doğuş, bireyin günahlarından pişman olması ve İsa Mesih’i kendi kişisel Tanrı’sı ve kurtarıcısı olarak kabul etmesiyle gerçekleşir. Böylece kişi Kutsal Ruh’la dolmuş ve güçlenmiş bir yaşam sürer. Bu güçlenme, bilmediği dillerde konuşmak ve insanları iyileştirmek gibi manevi lütufların kullanılmasını içerir.

[ii] Nihai çözüm, Nazilerin Yahudilerin toplu kıyımlarla ortadan kaldırma planını anlatan bir terimdir.

[iii] İng. Lawfare.

[iv] İng. Operation Car Wash. Brezilya’da sıradan bir benzin istasyonunun kara para akladığı şüphesine dayanan bir yolsuzluk operasyonu genişleyerek ucu siyasetçilere ve büyük iş insanlarına dokunan büyük bir yolsuzluk operasyonuna dönüştü. Açılan davada solcu eski devlet başkanı Luiz Inácio Lula da Silva yolsuzluk suçlamasıyla 25 yıl hapse mahkûm edildi. Böylece anketlerde favori gösterildiği 2018 başkanlık seçimlerine katılması engellendi. Lula’nın seçimlere katılamaması, faşist eğilimli Jair Bolsonaro’nun 2018 seçimlerini kazanmasında büyük rol oynadı. Hapse giren Lula temyiz sürecinde bütün suçlamalardan beraat etti ve sonradan kazandığı 2022 başkanlık seçimlerinde aday olmaya hak kazandı. Temyiz sürecinde Yüksek Federal Mahkeme yargıçları Araba Yıkamacı Operasyonu’nun soruşturmacılarını “gangsterler ve pislikler” olarak tanımladı. 2023’te başka bir Yüksek Mahkeme yargıcı Lula’nın tutuklanmasının bir “tezgâh” olduğunu ve ülkenin yargı tarihinin en büyük hatalarından biri olduğunu dile getirdi. Kaynak: en.wikipedia.

[v] Latince. Acedia.