Bu söyleşi Truthout sitesinde 08.09.2022 tarihinde yayınlanmıştır.
Kapitalizm, her zamankinden daha fazla dizginlerinden boşanmış olsa da, sürdürülebilir bir geleceğe geçişin yolları var. JARED RODRIGUEZ / TRUTHOUT
Olağanüstü tehlikeli zamanlarda yaşıyoruz. İklim çöküşü kapımızda, ancak ulus devletler ve liderleri “ulusal güvenlik” ve jeopolitik hedeflere dayalı politikalar izlemeye devam ediyor. Temiz ve sürdürülebilir bir küresel enerji ortamına geçiş, hem fosil yakıt ekonomisiyle bağlantılı güçlü çıkarlar hem de uluslararası iş birliği eksikliği nedeniyle engelleniyor. Aslında, fosil yakıtlarla yürütülen Ukrayna’daki savaş, yalnızca iklim için eyleme geçilmesini geciktirmekle kalmıyor, aynı zamanda küresel ısınmaya neden olan ve gezegeni zehirleyen enerji kaynaklarına olan bağımlılığı da artırıyor. Gerçekten de savaş, fosil yakıt endüstrisi için bir nimettir. “Drill, baby, drill”[1] söylemi intikamını almak için geri döndü ve her yerde aileler hızla yükselen enerji maliyetleriyle mücadele ederken petrol ve gaz şirketleri benzeri görülmemiş kârlar elde ediyor.
Noam Chomsky’nin ekonomist Robert Pollin ile birlikte katıldıkları bu özel röportajda güçlü bir şekilde belirttiği gibi, “vahşi kapitalizm”, bugün geçmişte olduğundan daha yıkıcı bir şekilde dizginlerinden boşanmış durumda. Yine de Pollin’in dirayetle ifade ettiği gibi, küresel ısınmayı dizginlemenin ve (nükleer enerji santrallerini veya sözde negatif emisyon teknolojilerini içermeyen) temiz enerji sistemlerine dayalı sürdürülebilir bir geleceğe başarılı bir geçiş yapmanın yolları var. Aslında Chomsky ve Pollin, insanlığın ve gezegenin geleceğini güvence altına almanın önündeki engelin büyük ölçüde siyasi irade olduğu konusunda hemfikir. Chomsky’nin belirttiği gibi, küresel ısınma çağında siyasi eğitimin görevi, Ludwig Wittgenstein’ın tanımladığı şekliyle felsefenin görevine benziyor: “sineğe şişeden nasıl çıkacağını göstermek.”
Noam Chomsky, MIT’de dilbilim ve felsefe bölümünde emeritus profesör ve Arizona Üniversitesi’nde Dilbilim profesörü ve aynı zamanda Çevre ve Toplumsal Adalet Programı’nda Agnese Nelms Haury Kürsüsü profesörüdür. Modern tarihte dünyanın en çok atıfta bulunulan akademisyenlerinden biri ve milyonlarca insan tarafından ulusal ve uluslararası bir hazine olarak kabul edilen eleştirel bir kamusal entelektüel olan Chomsky, dilbilim, siyasi ve toplumsal düşünce, siyasal iktisat, medya çalışmaları, ABD dış politikası ve dünyadaki gelişmeler ve iklim değişikliği üzerine 150’den fazla kitap yayımladı. Robert Pollin, Amherst’deki Massachusetts Üniversitesi’nde ordinaryüs ekonomi profesörü ve aynı üniversitedeki Siyasal İktisat Araştırma Enstitüsü’nün (PERI) eşyöneticisidir. Dünyanın önde gelen ilerici iktisatçılarından biri olan Pollin, iş ve makroekonomi, işgücü piyasaları, ücretler ve yoksulluk, çevre ve enerji ekonomisi üzerine çok sayıda kitap ve akademik makale yayımladı. Foreign Policy Magazine tarafından “2013’ün 100 Lider Küresel Düşünürü”nden biri olarak seçildi. Chomsky ve Pollin, Climate Crisis and the Global Green New Deal: The Political Economy of Saving the Planet, Verso, 2020 [İklim Krizi ve Küresel Yeşil Yeni Düzen: Gezegeni Kurtarmanın Politik Ekonomisi, Ütopya, 2020;][2] kitabının eşyazarlarıdır.
C.J. Polychroniou: Noam, Ukrayna’daki savaşın sistemik etkileri çok büyük ve bunlar arasında ekonomik şoklar, gıda ve enerji güvenliği, jeopolitik boyutlar ve iklim değişikliği yer alıyor. İklim değişikliği ile ilgili olarak, Ukrayna’daki savaşın iklim üzerindeki etkisinin doğru bir tahminini yapmak zor olsa da, bunun küresel ısınmayı durdurmaya yönelik mevcut çabaları engellediği ve hatta iklim için eyleme geçmeyi ve eylem planı konusundaki uzun vadeli stratejiyi değiştirebileceği çok açık. Ukrayna’daki savaş ile iklim krizi tam olarak nasıl bağlantılı ve hükümetler temiz enerji geçişinde kararlı olmak yerine neden kömür, petrol ve gazda inat ediyor?
Noam Chomsky: Bugün dünyaya bakan bağımsız bir gözlemci, dünyanın fosil yakıt ve askeri sanayiler ya da deliler tarafından yönetildiği sonucuna varabilir. Ya da her ikisinin birden.
Daha önceki kritik uyarıların fazla tutucu olduğunu ve felakete korkunç bir hızla yaklaştığımızı düzenli olarak gösteren bilimsel literatür çok ürkütücü. Literatürü okumadan bile, gözü açık olan herkes doğanın “yeter” dediğini görebilir: aşırı sıcaklık, büyük seller, yok edici kuraklık ve şiddetli su krizleri; dünyanın geniş bölgeleri sonunda yaşanamaz hale gelecekleri noktaya yaklaşıyor.
Nasıl tepki veriyoruz? Harikulade hiciv dergisi Onion‘da yer alan bir klip durumun temel karakterini gayet güzel yakalamış, ama belki de durum onların hayal gücünün çok ötesinde. Bu gerçek. Ve ana akım medyada şüpheyle yayımlandı:
Kafka’ya yaraşır bir paradoksta, ConocoPhillips[3], yakılması buzun erimesini daha da artıracak olan petrolü çıkarmak üzere, iklim değişikliği nedeniyle hızla çözülen permafrostu sondaj yapılabilecek kadar katı tutmak amacıyla “soğutucular” kurmayı planlıyor.
Alaycı savaş karşıtı denemelerinde Mark Twain, müthiş hiciv silahını faillere karşı kullandı. Ancak sıra ünlü General Funston’a geldiğinde, çaresizlik içinde ellerini kaldırdı: “Funston’a dair hiçbir hiciv mükemmelliğe ulaşamaz” diye yakındı Twain, “çünkü Funston o zirveyi bizzat işgal ediyor… [O] hicvin cisimleşmiş hali.”
Gözlerimizin önünde olup bitenler, hicvin cisimleşmiş hali olarak dizginlerinden boşanmış vahşi kapitalizmdir. Twain bile buna susar kalırdı.
Neyin tehlikede olduğunu görmek için bazı temel gerçekleri göz önünde bulundurun. “Kuzey Kutbu permafrostu[4], yaklaşık 1.700 milyar metrik ton donmuş ve çözülmüş karbonu depolar. Antropojenik ısınma, bu karbonun bilinmeyen bir miktarının atmosfere salınması tehdidini yaratıyor.… Karbondioksit emisyonları, Kuzey Kutbu’ndaki diğer sera gazı emisyonlarından orantısal olarak daha büyük, ancak çözülmüş permafrost ve topraklardaki oksijensiz koşulların genişlemesi, gelecekteki metan emisyonlarının oranını artıracaktır. Kuzey Kutbu’nda giderek sıklaşan kontrol edilemeyen yangınlar da dikkate değer, ancak öngörülemeyen bir karbon akışına yol açacaktır.”
Karbon akışı ayrıntılı olarak tahmin edilemez olabilir, ancak sonuçta ortaya çıkan tahrip genel hatlarıyla fazlasıyla tahmin edilebilir. Peki dizginlerinden boşanmış vahşi kapitalizm nasıl tepki verir? Basit. En iyi beyinlerimizi, erimeyi biraz yavaşlatmanın yollarını bulmak için kullanalım, böylece daha fazla kâr için atmosfere daha fazla zehir salabiliriz; ve bir yan etki olarak, bu Kuzey Kutbu permafrost depolarını atmosfere daha hızlı salalım ki yaşamı yaşanmaz kılalım.
Ne yazık ki, gözlem genelleşiyor. Dönüp baktığımız her yerde, marjinal köşelerde bile hicvin cisimleşmiş halini buluruz. Şöyle ki, güneş enerjisine karşı bir argüman, bu yolla enerji üretiminde geniş arazilerin kullanılmasıdır. Ne kadar gerçek bir sorun, özellikle de golf sahalarının güneş enerjisinden dört kat daha fazla yer kapladığı Birleşik Krallık’ta; ve biz bunu politik ekonomist Adam Tooze’nin çok değerli Chartbook‘undan öğreniyoruz.
Hicvin cisimleşmesi sadece en uç noktadır. Baskın ekonomik kurumların – ya da daha doğrusu, medeniyet dediğimiz şey ilerledikçe baskın hale gelen kurumların – serbest bırakılırsa öldürücü olan unsurlarını çarpıcı biçimde ortaya çıkarır. Türler için daha uygun bir mezar taşı yazısı düşünemiyorum.
Ukrayna savaşı bu kolektif çılgınlıkta doğal yerini buluyor. Putin’in kriminal saldırganlığının ve müteakip yaptırım rejiminin sonuçlarından biri, Avrupa’nın, özellikle de ekonomik güç merkezi Almanya olan sistemin bağımlı olduğu Rusya’dan gelen fosil yakıt akışının kısıtlanması oldu. Bunun ekonomik sonuçları Avrupa için oldukça ağır olmuştur. Ama büyük ölçüde bağışık olan ABD ya da yükselen petrol fiyatlarından en azından şimdilik yüklüce kâr elde eden ve Avrupa dışında pek çok hevesli müşterisi olan Rusya için aynı şeyi söyleyemeyiz.
Avrupa, alternatif petrol ve gaz kaynakları arıyor. Bu da dünyadaki yaşamı daha etkili bir şekilde yok etmesini sağlamak için yeni pazarlar ve geniş sondaj fırsatları ile ödüllendirilen ABD fosil yakıt endüstrisi için tam bir vurgun. Askeri sanayi ise cinayet ve yıkımın artmasıyla kendinden geçmiş durumda.
Halk farklı bir görüşe sahip gibi görünüyor. Örneğin, nüfusun yüzde 77’sinin “Batı’nın Ukrayna savaşını sona erdirmek için müzakereleri başlatması gerektiğine inandığı” Almanya’da.
Korkuları bir an önce sona erdirmek için başka nedenler de düşünülebilir, ancak örgütlü insan toplumunun kaderi kesinlikle en önemli nedendir. Ukrayna savaşı, artan çevresel yıkım krizine eğilen sınırlı çabaları tersine çevirdi. Savaşın sürdürülebilir enerjiye doğru hızla ilerleme çabalarını ivmelendirmesi gerekirken, siyasi liderliğin seçtiği yol bu değildi. Aksine seçim, uçuruma giden yarışı ivmelendirmek oldu.
Bu kritik anda yapılması gerekenler, iktisatçı ve siyasi analist Thomas Palley tarafından anlaşılır bir şekilde özetlendi: “Avrupa Birliği, Rusya ile ticaret ve alışveriş bağları inşa etmelidir. Bu, cennette yapılan ekonomik bir evliliktir. Rusya’nın kaynakları var ve teknoloji ve sermaye mallarına ihtiyacı var. Avrupa’nın teknoloji ve sermaye malları var ve kaynaklara ihtiyacı var.”
Ve daha genel olarak, “Yapılması gereken 1990’da Başkan Mihail Gorbaçov’un vizyonunda ifade ettiği gibi, ABD’nin Avrupa’daki etkisini azaltan, Avrupa Birliği’ni güçlendiren ve Rusya’nın Avrupa ailesine dahil edilmesini amaçlayan derin bir yeniden kalibrasyondur“. Gorbaçov, –daha ötesine gitmese bile– Lizbon’dan Vladivostok’a kadar askeri ittifakların, galiplerin veya mağlupların olmadığı ve daha adil bir sosyal demokrat geleceğe doğru ilerlemek için ortak bir çabanın olduğu bir “ortak Avrupa evi” için yaptığı çağrıda ifade etmişti bu vizyonu.
Palley, “Oraya ulaşmak imkânsız görünmeye başlıyor” diye ekliyor. Ancak, büyük güçler arasında uzlaşma sağlanmalı, hem de çok geçmeden, tabi eğer makul bir hayatta kalma umudu varsa. Büyük krizleri karşılamak için iş birliğinin mutlak bir gereklilik olduğu bir zamanda, kıt kaynakları katliam ve yıkıma tahsis etme çılgınlığı kesinlikle hoş görülemez.
Dizginlerinden boşanmış vahşi kapitalizm, türler için bir ölüm cezasıdır. Bu, uzun zamandır aşikardı, hatta kapitalizm hicvin cisimleşmesi düzeyine ulaşmadan önce de. Buradaki kritik ifade “dizginlerinden boşanmış” tabiridir. Dizginler, hayatta özel gücü zenginleştirmekten ve küresel egemenliği Gorbaçov’un vizyonuna tercih eden siyasi güçleri geliştirmekten daha yüksek amaçları olanların elinde olmalıdır ve olabilir de.
İktisadi ve siyasi alanlardaki ve ayrıca iktidar yapılarını ifade eden ve koruyan doktrinel sistemlerdeki engelleri küçümsememeliyiz. Bu mesele ayrıntılandırmayı gerektirmeyecek kadar açık nedenlerle ABD’de özellikle önemlidir.
Egemen doktriner sistem içindeki engeller, başlıca müesses nizam dergisindeki güncel bir makalede çok canlı bir şekilde tasfir edilmiştir. Yazarlar, genel kabul görmüş görüşün daha liberal ucundaki epey bilgili iki dış politika analisti, Fiona Hill ve Angela Stent.
Makale, ABD seçkinlerinin kendilerini gerçek dünyaya çok az benzeyen bir “alternatif gerçeklik” içine hapseden resmi doktrine olağanüstü bir şekilde boyun eğmelerini çok çarpıcı bir şekilde göstermektedir. Kendi kendini güçlendiren kozaları içinde hapsolmuş halde, hiç bitmeyen suç misyonlarına verilen küresel tepkiyi anlamaktan acizler.
Hill-Stent, “Rusya’nın bir komşunun topraklarına nedensiz bir saldırı düzenleyerek BM Sözleşmesi’ni ve uluslararası hukuku ihlal etmesinden” duyduğu derin üzüntüsünde ABD’yle birlik olmayı başaramayan Küresel Güney’i -–dünyanın çoğunu– sert bir şekilde kınıyor. Hatta Küresel Güney, “Rusya’nın Ukrayna’da yaptığının ABD’nin Irak veya Vietnam’da yaptığından farklı olmadığını iddia edecek” kadar alçaldı.
Hill-Stent, soyluluk ve küresel gerçeklik anlayışı seviyemize yükselmedeki bu başarısızlığı Putin’in entrikalarına bağlıyor. Böyle bir körlüğün başka ne açıklaması olabilirdi ki?
Farklı bir neden olabilir mi, örneğin, kozanın dışındaki insanların gerçekten dünyaya bakmaları ve çabucak, ABD’nin – dünya çapında, hatta binlerce mil uzakta – sebepsiz saldırılar düzenleyerek BM sözleşmesini ve uluslararası hukuku ihlal etmede açık ara dünya lideri olduğunu keşfetmeleri gerçeği olabilir mi? Ve ABD’nin Irak ve Vietnam’daki saldırganlığının, Putin’in Ukrayna’daki saldırganlığıyla kıyaslanamayacak kadar daha ağır bir suç olduğunu görmüş olmaları olabilir mi?
Ve küçük bir dipnot olarak, belki de bu “geri kalmış” halklar, aslında sert bir şekilde kınadıkları Rus saldırganlığının aslında kapsamlı bir şekilde kışkırtıldığının gayet iyi farkındalar. Aslında Batılı yorumcular, açıkça kışkırtılan Rus saldırganlığı için, tek başına bu örneğe özgü olarak kibar çevrelerde görgü gereği kullandıkları “kışkırtmasız saldırı” tabirini icat ederek kendi tuhaf yollarıyla bunu zımnen kabul ediyorlar.
ABD’deki, hüküm süren doktrine tabi olma ve irrasyonellik iklimi göz önüne alındığında, kapsamlı provokasyonun kriminal saldırı için herhangi bir gerekçe sağlamadığını bir kez daha tekrarlamak gerekir.
Hill-Stent’in bu karartma (obfuscation) uygulaması, ne yazık ki, konformist medya ve düşünce dergileri tarafından daha da güçlendirilen doktriner ortodoksinin daha liberal kesimleri arasında hüküm süren zihniyetin öğretici bir örneğidir. Bu kesimler elbette politikanın tasarlandığı ve uygulandığı iklimin şekillenmesinde önemli bir rol oynamaktadır ve dünya tarihindeki –hiçbir yakın rakibi olmayan– en güçlü devlette çok büyük bir öneme sahiptir.
Modern dünyanın gerçeklikleri, Amerikalılara benzersiz bir sorumluluk yüklemektedir. Ludwig Wittgenstein felsefenin görevini “sineğe şişeden nasıl çıkacağını göstermek” olarak tanımladı, burada sinekler alışılagelmiş kafa karışıklıklarında vızıldayan filozoflardı. Benzer şekilde, gelecekle ilgili kaygıları olanların görevlerinden biri de eğitimli seçkinlerin kendilerini içine hapsettikleri doktrinel kozadan çıkış yollarını bulmalarına yardımcı olmaya çalışmak ve genel kamuoyunu seçkin çevrelerin inşa ettiği “alternatif gerçeklikten” kurtarmaktır.
Hiç de küçük bir görev değil, aksine asli bir görev.
Askeri operasyonlar, askeri gücün kapasitesi ve kullanımı fosil yakıtlar formunda gelen enerjiye bağlı olduğundan, muazzam miktarlarda sera gazı emisyonu üretir. Aslında, ABD ordusu atmosfere bazı ülkelerden daha fazla karbon salıyor ve uzun bir petrol savaşları tarihine sahip. Bu nedenle, militarizmin iklim krizini nasıl körüklediğini görmezden gelmeye devam ederlerse, dünyanın büyük güçlerinden ciddi bir iklim eylemi beklemek gerçekçi midir?
Chomsky: Ve iklim krizinin militarizmi nasıl körüklediğini görmezden gelmeye devam ederlerse diye de ekleyebiliriz. İklim krizi çatışmalar doğuruyor. Suriye ve Darfur’da buna zaten tanık olduk. Bu ülkelerde eşi benzeri görülmemiş kuraklıkların neden olduğu göçler, büyük ölçüde sonrasında ortaya çıkan dehşetin arka planını oluşturdu. Bu korkunç olayları bile gölgede bırakabilecek krizler yaklaşıyor.
Hindistan ile Pakistan düşmanlık içinde, sürekli silahlı çatışmalara giriyor. Her ikisi de küresel ısınmadan ciddi şekilde zarar görüyor. Pakistan’ın üçte biri, yoğun bir sıcak hava dalgası ve rekor miktarda yağmur yağdıran uzun bir muson rüzgarının ardından, bazen metrelerce yükselen sular altında kalıyor. Komşu Hindistan’da, kerpiç kulübelerdeki yoksul köylüler, tabii ki klima olmaksızın, neredeyse yaşamanın imkansız olduğu 50 santigrat dereceye ulaşan ısı ve kuraklık altında hayatta kalmaya çalışıyorlar. Bu arada, hükümet yetkilileri daha fazla ve daha iyi yıkım araçları üretmek için yarışıyor. Belki de başka bir hicvin cisimleşmesi vakası. Su kaynakları paylaşılıyor ve azalıyor. Gerisi hayal gücüne bırakılabilir.
Hayal gücüne bırakılmayan şey, her ikisinin de devasa nükleer cephanelikler de dahil olmak üzere tepeden tırnağa silahlı olmasıdır, ki bu çok daha küçük olan Pakistan için sürdürülemez bir silahlanma yarışı. Her ikisi için de, küresel ısınma ve çevrenin diğer yollarla tahribatı gibi ortak ve yıkıcı sorunlarıyla yüzleşmek için acilen ihtiyaç duyulan kaynakların akıl almaz bir israfı söz konusu.
Hindistan-Pakistan, giderek yaklaşmakta olan bu türden birçok felaket örneğinden sadece biri. Geçtiğimiz aylarda gördüğümüz gibi ABD, olağandışı bir şekilde ayrıcalıklı olmasına karşın, bağışık değil.
Her zaman olduğu gibi, krizler sadece çevrenin insanlar tarafından yok edilmesi değildir. Skandallar çoğalıyor. En kötü etkilenen şehir, Mississippi eyalet başkenti Jackson. Su sistemi yıllardır çöküyor ve şimdi şehrin sakinleri, eşsiz zenginlik ve doğal avantajlara sahip bir ülkede kelimenin tam anlamıyla içme suyundan yoksun.
“Uzmanlar, bu krizin, temel altyapı iyileştirmeleri için yetersiz finansmanın bir sonucu olarak, uzun zamandır geliyorum dediğini söylüyor. Geçen yıl, Demokratların yönetimi altındaki ve çoğunluğu siyahların oluşturduğu bu şehrin liderleri, devleti yöneten Beyaz Cumhuriyetçilerden ek finansman almak için bastırdı. Bu başvurulardan çok az şey geldi.”
Derinlere kök salmış sosyal patolojiler, çevrenin yok edilmesi ve kaynakların ifrata varan bir biçimde kötüye kullanılmasıyla ortaya çıkan sorunları daha da şiddetlendirerek insan sefaletine kendi katkılarını yapıyor. Buna ek olarak ABD, dünyanın militarizasyonunu hızlandırmada açık ara önde.
Amerikalılar için daha fazla görev, ve sadece onlar için değil.
Bob, dünya Ukrayna savaşının patlak vermesinden önce dahi iklim hedeflerini tutturmakta yetersiz kalıyordu. Aslında, iklim hedeflerine hızlı ve radikal aksiyonlar olmadan ulaşılamayacağı artık apaçık. Bu bağlamda, karbon vergisinin ve emisyon üst sınırı ve ticaretinin karbon emisyonlarını azaltma stratejileri olarak oynadığı rol hakkında biraz konuşabilir misiniz?
Robert Pollin: Önce dünyanın “iklim hedefleri” ile ne demek istediğimizi netleştirelim. En temel hedefler, iklim değişikliği araştırmalarını bir araya getiren ve sentezleyen öncü küresel kuruluş olan Hükümetlerarası İklim Değişikliği Paneli (Intergovernmental Panel on Climate Change) (IPCC) tarafından 2018 yılında belirlendi. IPCC, dönüm noktası niteliğindeki 2018 özel raporunda “1.5oC Küresel Isınma” için iki ana hedef belirledi: 2030’da küresel karbondioksit (CO2) emisyonlarını 2010 düzeyine göre yaklaşık yüzde 45 azaltmak ve yaklaşık 2050 yılına kadar net sıfır emisyon seviyesine ulaşmak. IPCC, küresel ısınmayı sanayi öncesi seviyelerin en fazla 1,5oC üzerinde bir seviyede sınırlamaya yönelik makul bir şansa sahip olmak için bu hedeflere ulaşılması gerektiğini savundu. IPCC, iklim değişikliğinin olası olumsuz sonuçlarını önemli ölçüde azaltmak için küresel ısınmayı sanayi öncesi seviyelerin en fazla 1,5oC üzerinde bir seviyeyle sınırlandırmanın gerekli olduğu sonucuna varmıştı.
IPCC’nin 2018 raporunun yayımlanmasından bu yana, iklim değişikliğinin aşırı sıcaklıklar, şiddetli yağış ve seller, kuraklıklar, deniz seviyesinin yükselmesi ve biyolojik çeşitlilik kayıpları açısından IPCC’nin öngördüğünden çok daha ciddi etkilerine tanık olduk. Yakın geçmişten bir örnek vermek gerekirse, geçtiğimiz mayıs ayında Hindistan’daki sıcak hava dalgası sırasında ortalama günlük sıcaklıklar 43°C’nin üzerinde kaldı. Yoğunlaşan iklim krizi, bu tür olayların giderek sıklaşmasına yol açıyor. Noam’ın tartıştığı gibi, Ukrayna’daki savaş, durumu sadece daha da kötüleştiriyor. Bu nedenle, IPCC’nin 2018 hedeflerinin, uygulanabilir bir küresel iklim istikrarı sağlama yoluna girmek için asgari düzeyde gerekli olan şey olarak anlaşılması gerektiği sonucuna varmak adil olur. Bu sonuç, daha da kapsamlı olan 2022 takip çalışmalarında IPCC’nin kendisi tarafından teyit edilmiştir.
IPCC’nin emisyon azaltma hedeflerine ulaşma açısından dünya bugün nerede duruyor? Uluslararası Enerji Ajansı’nın (International Energy Agency) (IEA) küresel enerji modelleri geliştiren iyi bilinen ve tamamen ana akım bir kuruluştur. IEA’nın en son verilerine göre, küresel CO2 emisyonları 2019’da yaklaşık 36 milyar ton seviyesindeydi. Bu, 1990’dan bu yana yaklaşık yüzde 70’lik, salt 2010’dan bu yana ise yüzde 14’lük bir emisyon artışını temsil ediyor. Daha da önemlisi, IEA’nın alternatif gerçekçi senaryolar altında gelecekteki emisyon tahminlerine göre, emisyonlar 2030 yılına kadar neredeyse hiç düşmeyecek ve 2050 yılına kadar net sıfır emisyon hedefine ulaşmaya yaklaşamayacak.
Spesifik olarak, 2021 “Dünya Enerji Görünümü” raporunda IEA, şu anki küresel siyaset ortamının gerçekçi değerlendirmeleri olarak gördüğü şeylere dayanarak gelecekteki CO2 emisyon seviyeleri için iki senaryo geliştirdi. Birincisi, IEA’nın “Açıklanmış Politikalar Senaryosu” (Stated Policies Scenario) olarak adlandırdığı şeydir. Bu senaryo “enerji sisteminin ek politika uygulaması olmaksızın nereye gidebileceğini araştırıyor.” “Mevcut politika ve önlemlere ve halen geliştirilmekte olanlara ayrıntılı, sektör bazında bir bakış” atmaya dayanmaktadır. Kısacası, bu senaryo, küresel politikaların temelde şu anki gidişatlarını koruması durumunda 2050 yılına kadar CO2 emisyonlarının ne olacağını tahmin etmeyi amaçlıyor. Bu senaryoda, küresel CO2 emisyonları 2030 yılına kadar hiç düşmeyecek ve 2050 yılına kadar sadece yüzde 6 azalarak 33,9 milyar tona düşecek. Kısacası, iklim bilimini ciddiye aldığımızı varsayarsak, bu bir kıyamet senaryosundan başka bir şey değil.
İkinci bir “Açıklanmış Taahhütler Senaryosu” (Announced Pledges Scenario) kapsamında, IEA “Ulusal Olarak Belirlenmiş Katkılar ve ayrıca daha uzun vadeli net sıfır hedefleri de dahil olmak üzere dünya genelinde hükümetler tarafından verilen tüm iklim taahhütlerini dikkate alır ve bunların tam olarak ve zamanında karşılanacağını varsayar.” Bu daha agresif senaryoya göre, IEA, emisyonların 2030 itibariyle hala sadece yüzde 7 düşeceğini ve 2050 yılına kadar emisyon seviyesinin 20,7 milyar ton olacağını, yani 2050 yılına kadar net sıfır emisyon hedefine ulaşmada yarı yoldan daha geride olacağını öngörüyor. Diğer bir deyişle, iklim bilimini ciddiye aldığımızı varsayarsak, bu daha agresif IEA senaryosu bile bir kıyamet senaryosundan çok da uzak değil.
IEA ayrıca dünyanın 2050 yılına kadar sıfır emisyona ulaşabileceği bir senaryo geliştiriyor. IEA’nın açıklanmış politikalar senaryosu ile açıklanmış taahhütler senaryosu arasındaki 2050 itibariyle net sıfır emisyon senaryosuna dair fark, IEA’nın “amaç farkı” (ambition gap) olarak adlandırdığı şeydir. Bu nedenle sıfır emisyona ulaşmak için soru, bu “amaç farkının” nasıl kapatılacağını, yani tam ölçekli bir küresel iklim felaketinden bir şekilde nasıl kaçınılacağını bulmaktır.
Karbon vergisi veya karbon emisyonu üst sınırı politikaları buraya ne kadar katkıda bulunabilir? Bu önlemlerin her ikisi de doğrudan petrol, kömür ve doğal gaz tüketimini azaltmayı amaçlıyor. Enerji üretmek için yanan kömür, petrol ve doğal gazdan kaynaklanan CO2 emisyonları, toplam CO2 emisyonlarının açık ara en büyük kaynağı ve dolayısıyla iklim değişikliğinin ana nedeni olduğundan, bu çok önemlidir.
En azından prensipte, bir karbon emisyonu üst sınırı, enerji tedarikçileri gibi büyük kirletici kuruluşlar için izin verilen emisyon seviyesi için kesin bir sınır oluşturur. Bu tür önlemler aynı zamanda arzlarını sınırlayarak petrol, kömür ve doğal gaz fiyatlarını da artıracaktır. Karbon vergisi ise doğrudan tüketicilere yansıyan fosil yakıt fiyatlarını yükseltecek ve yüksek fiyatlar aracılığıyla fosil yakıt tüketimini azaltmayı amaçlayacaktır. Her iki yaklaşım da fosil yakıt tüketimini önemli ölçüde azaltmak için emisyon üst sınırı yeterince katı olduğu veya vergi oranı yeterince yüksek olduğu ve uzun vadeli muafiyetler hiç yok denecek kadar az olduğu sürece etkili olabilir. Fosil yakıt fiyatlarının yükseltilmesi hem enerji verimliliğine hem de temiz yenilenebilir yatırımlara yönelik teşviklerde artış yaratacak, bunun yanı sıra bu yatırımların finansmanına yardımcı olacak bir gelir kaynağı da yaratacaktır.
Bununla birlikte, her iki yaklaşımla da ilişkili önemli sorunlar da ortaya çıkacaktır. Birincisi, orta ve düşük gelirli insanların bütçeleri üzerindeki etkileridir. Diğer her şeyin eşit olması durumunda, fosil yakıtların fiyatının artması, orta ve düşük gelirli haneleri varlıklı hanelerden daha fazla etkileyecektir, çünkü benzin, ev ısıtma yakıtları ve elektrik, düşük gelirli hanelerin tüketim harcamalarının daha yüksek bir kısmını teşkil eder. Bu noktada, başlangıçta PERI’den iş arkadaşım Jim Boyce tarafından geliştirilen etkili bir çözüm var. Bu çözüm, fosil yakıt enerjisinin artan maliyetlerini dengelemek için emisyon üst sınırı veya karbon vergisinden elde edilen gelirlerin çoğunun olmasa da büyük bir kısmının düşük gelirli hanelere indirim olarak yansıtılmasıdır. Boyce, bunu bir “üst sınır-ve-temettü” programı olarak adlandırdı.
Karbon emisyonu üst sınırlarıyla ilgili bir diğer önemli sorun da uygulamayla ilgili. Özelde, bu emisyon üst sınırı programları bir karbon izni seçeneği ile birleştirildiğinde – “emisyon üst sınırı ve ticareti” politikalarında olduğu gibi – sert bir emisyon üst sınırının uygulanmasının sürdürülebilmesi ve hatta izlenebilmesi zorlaşır. Bu yüzden, iklim değişikliğiyle mücadeleye büyük katkı sağlayabilecek önlemler yerine, bir sürü muhasebe hilesi ve istisnası ile karşı karşıya kalıyoruz. Gerek ABD’de gerekse Avrupa’da üst sınır ve ticaret politikalarıyla ilgili şimdiye kadarki deneyim çoğunlukla bu şekilde olmuştur.
Önceki söyleşilerde tartıştığımız gibi, bu sorun için bazı kolay çözümler var. En basit olanı, enerji tedarikçilerinin, fosil yakıt tüketimini istisnalara ve emisyon üst sınırı ve ticaretine ilişkin kaçış yollarına imkân vermeksizin her yıl, diyelim ki yılda yüzde 5 oranında azaltması gerektiği gibi, sert sınırlar oluşturmaktır. Bu sert sınırları uygulamayı başaramayan şirketlerin CEO’ları ciddi cezai yükümlülükle karşı karşıya kalacaktır.
Doğrudan havadan yakalama ve karbon yakalama ve depolama ile biyoenerji gibi negatif emisyon teknolojilerinin yaygınlaştırılmasına taraf argümanlar, teknolojik olarak olgunlaşmamış olmalarına rağmen bugünlerde zemin kazanıyor. Aynı şey, özlerinde taşıdıkları risklere rağmen nükleer santraller ve hatta jeo-mühendislik için de geçerlidir. Bu tür stratejiler, fosil yakıtlara bağımlılıktan tam bir kopuş çabasında nasıl bir rol oynayabilir?
Pollin: Ne negatif emisyon teknolojileri ne de nükleer enerji, alternatif bir küresel temiz enerji altyapısı oluşturmaya önemli ölçüde katkıda bulunabilir. Aslında, daha ciddi sorunlar yaratmaları daha olasıdır.
Nükleerle başlayalım. CO2 emisyonu üretmeden elektrik üretmesi itibarıyla önemli bir avantaja sahiptir. Ancak nükleer aynı zamanda, Japonya’daki Fukushima Daiichi santralinde Mart 2011’deki erimeden sonra yoğunlaşan ve Rusya’nın altı ay önce Ukrayna’yı işgalinin ilk aşamalarında Çernobil ve Zaporijya nükleer santrallerinin kontrolünü ele geçirmesinden sonra daha da yoğunlaşan büyük çevre ve kamu güvenliği kaygıları de yaratıyor. Hem Çernobil hem de Zaporijya’da nükleer felaketler hemen aktif tehditler haline geldi. Daha geçen ay, Zaporijya tesisi yoğun bir kuşatma altına girdi. Bu nedenle, Uluslararası Atom Enerjisi Ajansı Genel Direktörü Rafael Grossi, 3 Ağustos itibariyle, “gerçek bir nükleer felaket riskinin” altını çizerek Zaporijya ‘daki koşulların “tamamen kontrolden çıktığını” belirtti. Ağustos ortalarında BBC, “her iki taraf da birbirini bölgeyi bombalamakla suçlarken… sahadaki güvenlik konusundaki artan endişeyi” ifade etti. BBC makalesi, BM Genel Sekreteri António Guterres’in “Zaporizhzhia’ya herhangi bir potansiyel hasarın intihar olduğu” uyarısını aktarıyor.
Negatif emisyon teknolojileri, amacı ya mevcut CO2’yi uzaklaştırmak ya da CO2 ve diğer sera gazlarının ısınma etkilerine karşıt etki yaratmak için atmosfere soğutma kuvvetleri enjekte etmek olan bir dizi önlemi içerir. Uzaklaştırma teknolojilerinin bir kategorisi, karbon yakalama ve ayırmadır. Soğutma teknolojilerinin bir kategorisi stratosferik aerosol enjeksiyonlarıdır.
Karbon yakalama teknolojileri, yayılan karbonu atmosferden alıp uzaklaştırmayı ve genellikle boru hatları aracılığıyla, kalıcı olarak depolanacağı yeraltı jeolojik oluşumlarına taşımayı amaçlar. Karbon yakalama teknolojilerinin genel kalitesi, bunu başarmak için on yıllardır süren çabalara rağmen ticari ölçekte kanıtlanmamıştır. Velhasıl, önceki röportajlarda tartıştığımız gibi, teknoloji ticari olarak büyük ölçekte çalışacak hale getirilebilirse, karbon yakalama petrol, kömür ve doğal gaz endüstrileri için kurtarıcı olacaktır. Bununla birlikte, karbon makul maliyetlerle başarılı bir şekilde yakalanabilse bile, teknoloji yine de kusurlu taşıma ve depolama sistemlerinden kaynaklanacak karbon sızıntısı tehdidiyle karşı karşıya kalacaktır. Bu tehlikeler, ancak karbon yakalamanın ticarileştiği ve güvenlik standartlarını korumanın şirket kârlarını azalttığı bir teşvik yapısı altında çalıştığı ölçüde artacaktır.
Stratosferik aerosol enjeksiyonları fikri, 1991’de Filipinler’deki Pinatubo Dağı’nın volkanik patlamasının ardından gelen sonuçlar üzerine inşa edildi. Patlama, sülfat parçacıkları veya aerosoller üreten kütlesel bir kül ve gaz enjeksiyonuna yol açtı ve bu da daha sonra stratosfere yükseldi. Etkisi, Dünya’nın ortalama sıcaklığını 15 ay boyunca yaklaşık 0,6oC soğutmak oldu. Bugün araştırılmakta olan teknolojiler, sülfat partiküllerini kasıtlı olarak stratosfere enjekte ederek Pinatubo Dağı patlamasının etkisini yapay olarak tekrarlamayı amaçlıyor. Bazı araştırmacılar, bunun CO2 ve diğer sera gazlarının ısınma etkilerine – uygun maliyetli – bir karşıt etki yaratma yöntemi olacağını iddia ediyor.
Bununla birlikte, stratosferik aerosol enjeksiyonlarının büyük bir iklim çözümü olarak uygulanabilirliği, bu alandaki önde gelen araştırmacılar tarafından defalarca reddedildi. Örneğin, çeşitli IPCC çalışmalarına önemli katkılarda bulunan Oxford Üniversitesi iklim bilimcisi Raymond Pierrehumbert, 2019 tarihli “İklim Kriziyle Başa Çıkmak İçin B Planı Yok” başlıklı makalesinde, –“albedo korsanlığı” (albedo hacking) dediği– bu tür jeo-mühendisliğin iklim krizine uygulanabilir bir çözüm sunmadığını vurgular. Pierrehumbert şöyle yazıyor:
İnsan faaliyetlerinin atmosfere enjekte ettiği aşırı karbondioksit, esasen sonsuza kadar uzanan bir ısınma etkisine sahipken, stratosferik aerosoller, atmosferden düşen bu ısınmayı yaklaşık bir yıl içinde dengelemeyi amaçlıyordu. Bu sadece bir yerçekimi meselesidir – etrafındakilerden daha yoğun olan şeyler düşer, buna biraz da uzaklaştırmayı artıran atmosferik sirkülasyonlar yardım eder. Pinatubo gibi büyük bir volkanik patlamanın dahi soğutma etkilerinin iki yıl kadar sonra yok olmasının nedeni budur. Dolayısıyla, tehlikeli bir ısınma seviyesinden kaçınmak için hangi seviyede albedo korsanlığı gerekiyorsa, esasen sonsuza kadar devam edilmelidir.
Pierrehumbert ayrıca, “İklimin bu yeni zorlamalara nasıl tepki vereceğini veya toplumsal ve siyasi sistemlerimizin bu yıkıcı ve muhtemelen yönetilemez teknolojilere nasıl tepki vereceğini bilmiyoruz” diye yazıyor.
Yenilenebilir enerjiyi eleştirenler, değişkenlikleri nedeniyle rüzgâr ve güneş enerjisinin güvenilir kaynaklar olmadığını savunuyorlar. Diğerleri, Ege Denizi’ndeki çok sayıda Yunan adasına binlerce rüzgâr türbininin kurulmasında olduğu gibi, rüzgâr santrallerinin el değmemiş çevreye tecavüz ettiğini ve bir ülkenin doğal yaşam alanını tahrip ettiğini iddia ediyor. Bu tür endişelere nasıl yanıt verirsiniz ve bunlar için başka yollar var mı?
Pollin: Yüksek verimli/yenilenebilir enerji ağırlıklı bir küresel enerji altyapısının inşasında üç ana zorluk ortaya çıkmaktadır. Bunlar, sözünü ettiğiniz ikisini içerir, yani 1) güneş ve rüzgâr enerjisinin kesintili olması; ve 2) yenilenebilir kaynaklar, özellikle güneş ve rüzgâr için arazi kullanım gereksinimleri. Üçüncü büyük zorluk, temiz enerji altyapısı için girdi olarak ağır mineral gereksinimleridir. Kısa tutmak adına, sadece ilk ikisine odaklanacağım.
Kesintililik, günün 24 saati güneşin ışık yaymaması ve rüzgârın esmemesi gerçeğini ifade eder. Ayrıca, ortalama olarak, farklı coğrafi bölgeler önemli ölçüde farklı seviyelerde güneş ışığı alır ve rüzgâr hızının seviyeleri farklıdır. Bu nedenle, dünyanın daha güneşli ve rüzgârlı bölgelerinde üretilen güneş ve rüzgâr enerjisinin depolanması ve makul maliyetlerle daha az güneş ve rüzgâr alan bölgelere iletilmesi gerekecektir. Aslında, rüzgâr ve güneş enerjisinin iletimi ve depolanmasıyla ilgili bu meseleler, uzun yıllar boyunca, muhtemelen en az on yıl boyunca, temiz enerjiye geçişte acil sorunlar oluşturmayacaktır. Bunun nedeni, nükleer enerjiyle birlikte fosil yakıtların – temiz enerji endüstrisi hızla genişlerken ve fosil yakıtlar ve nükleer enerji sektörleri aşamalı olarak kullanımdan kaldırılırken – kesintisiz bir enerji arzının temel yükünü sağlamaya devam edecek olmasıdır. Fosil yakıtlar ve nükleer enerji, şu anda tüm küresel enerji tedarikinin yaklaşık yüzde 85’ini sağlıyor. 2050’ye kadar aşamalı olarak sıfıra gidiş olsa bile, fosil yakıtlar yaklaşık 2035 yılına kadar toplam enerji talebinin çoğunu sağlamaya devam edecek. Bu arada, güneş ve rüzgâr enerjisinin iletimi ve depolanmasıyla ilgili teknik zorluklara – sürdürülebilir maliyete erişmeleri dahil – yönelik tamamen uygulanabilir çözümler, temiz enerji pazarı gereken hızda büyüdüğü sürece, on yıldan daha uzakta olmasa gerek. Örneğin, Uluslararası Yenilenebilir Enerji Ajansı (International Renewable Energy Agency) (IRENA), küresel pil depolama kapasitesinin 2030 itibariyle 17 ila 38 kat arasında genişleyebileceğini tahmin ediyor.
Arazi kullanım gereksinimleri konusuna yüzde 100 yenilenebilir enerji küresel ekonomisi inşa etmenin gerçekçi olmadığını göstermek için sıkça atıfta bulunuluyor. Ancak bu iddialar kanıtlarla desteklenmiyor. Buna mukabil, Harvard Üniversitesi fizikçisi Mara Prentiss, 2015 tarihli Energy Revolution: The Physics and the Promise of Efficient Technology adlı kitabında ve kitabın devamı niteliğindeki daha yakın tarihli tartışmalarında, ABD enerji ihtiyacının yüzde 100’ünü güneş ve rüzgâr enerjisi yoluyla karşılamak için toplam ABD kara alanının yüzde 1’inin oldukça altında bir alana ihtiyaç duyulacağını gösteriyor.
Bu arazi kullanım gereksiniminin çoğu, örneğin çatılara ve otoparklara güneş panelleri yerleştirerek ve ardından mevcut tarım arazilerinin yaklaşık yüzde 7’sinde rüzgâr türbinleri çalıştırarak karşılanabilir. Ayrıca, rüzgâr türbinleri, mevcut faal tarım arazilerine sadece çok küçük tarımsal üretkenlik kayıplarıyla yerleştirilebilir. Çiftçiler, kendilerine önemli bir ek gelir kaynağı sağladığı için, arazilerinin bu ikili kullanımını çoğunlukla memnuniyetle karşılamalıdır. Günümüzde, ABD’nin Iowa, Kansas, Oklahoma ve Güney Dakota eyaletlerinin tümü, elektrik arzının yüzde 30’undan fazlasını rüzgâr türbinleri aracılığıyla üretiyor. Kalan ek enerji ihtiyaçları tümü kesintisiz yenilenebilir kaynaklar olan jeotermal, hidro ve düşük emisyonlu biyoenerji ile karşılanabilir. Üstelik bu özel senaryoya, diğer ek yenilenebilir enerji kaynaklarının yanı sıra, çöl bölgelerindeki güneş enerjisi tarlaları, otoyollara monte edilmiş güneş panelleri veya açık deniz rüzgâr projeleri dahil değil. Ancak, sorumlu bir şekilde ele alınırlarsa, bu seçeneklerin hepsi de uygulanabilir olasılıklardır.
Amerika Birleşik Devletleri’nde yenilenebilir enerji üretimi için koşulların diğer bazı ülkelerdekinden daha elverişli olduğu doğrudur. Örneğin Almanya ve Birleşik Krallık, ABD’den yedi ila sekiz kat daha fazla nüfus yoğunluğuna sahiptir ve ayrıca bir yıl boyunca daha az güneş ışığı alır. Hal böyle olunca, yüksek verimlilik seviyelerinde faaliyet gösteren bu ülkelerin, enerji taleplerinin yüzde 100’ünü yerli güneş enerjisi ile üretmek için toplam arazilerinin yaklaşık yüzde 3’ünü kullanmaları gerekecek. Ancak İngiltere ve Almanya, uygun maliyetli depolama ve iletim teknolojilerini kullanarak diğer ülkelerde güneş ve rüzgâr enerjisi ile üretilen enerjiyi ithal edebilir, tıpkı Amerika Birleşik Devletleri’nde Iowa’da üretilen rüzgâr enerjisinin New York’a iletilebilmesi gibi. Bu tür ithalat gereksinimlerinin mütevazı olması muhtemeldir.
Peki ya Yunanistan ne olacak? Ortak yazarlarla birlikte, şu anda Yunanistan’da 2050 yılına kadar sıfır emisyonlu bir ekonomiye ulaşma çerçevesinde arazi kullanım meselelerini ele alan bir çalışma üzerinde çalışıyorum. Yakın zamanda sonuçlarımız hakkında daha fazla ayrıntı verebilmeyi umuyorum. Şimdilik Yunanistan’ın el değmemiş alanlara rüzgâr santralleri kurmasına gerek olmadığını söylemek yeterli. ABD’de olduğu gibi, Yunanistan’da da yüksek verimliliğe yatırım yapılması ve çatılar, otoparklar, otoyollar ve ticari yerleşim birimleri gibi yapay yüzeylerde ve de nispeten mütevazı bir ölçüde tarım arazilerinde yenilenebilir bir altyapı inşa edilmesi yoluyla ülkenin enerji talebinin yüzde 100’ünü karşılamak için yeterli olandan da fazla arazi alanı var.
Noam, daha yüksek bir zekaya evrimleşen tek tür biziz ama iklim ve çevre konusunda doğru kararlar vermiyoruz. Bunun nedeni uygulanan politikalar ve dünya ekonomisinin işleyiş biçimi mi, yoksa belki de küresel ısınma sorununun çok bunaltıcı olmasından kaynaklı korkular mı? Öyle ki bu korkular yüzünden aynı zamanda eski hamam eski tas devam edebiliyor, yol alırken bazı değişiklikler yapabiliyor ve sadece en iyisini umut edebiliyoruz.
Chomsky: Yüksek zekânın evrimi ilgi çekici bir bilimsel problemdir. Erişilebilir evrende yüksek zekâ dediğimiz şeyi evrimleştiren ya da en azından kendi kendini yok etmeden sürdüren tek tür olmamız bile mümkündür. Şimdilik.
Yakında Dünya’da sürdürülebilir yaşamı sona erdirebilecek olan varoluşsal krizlerin neden çok az dikkat çektiğine gelince, birçok olası sebep düşünülebilir. Çok uzak olmayan arka planda daha derin bir soru cevap bekliyor. Soru, 77 yıl önce, 6 Ağustos 1945’te dramatik bir yoğunlukla ve birden bire bilince çıktı. Ya da çıkmalıydı.
O vahim kader gününde, insan zekâsının büyük bir başarı kaydettiğini öğrendik. Her şeyi yok etmek için araçlar tasarlamıştı. Henüz değil aslında, ama daha ileri teknolojik gelişmenin çok yakında bu noktaya ulaşacağı açıktı. 1952’de ABD ilk termonükleer silahı patlattığında bu gerçekleşti ve Kıyamet Günü Saati gece yarısına iki dakika kalaya ilerledi. Kıyamet Günü Saati, Trump dönemine kadar ölümcül felakete tekrar bu kadar yaklaşmadı, ardından analistlerin dakikaları terk etmesiyle saniyelere geçti.
77 yıl önce keskin bir netlikle ortaya çıkan soru, insanın ahlâki zekâsının yıkım dürtüsünü kontrol edebileceği seviyeye yükselip yükselemeyeceğiydi. Aradaki mesafe kapatılabilir mi? Şu ana kadar kaydedilen mesafe umut verici değil.
Biz bitirmeyi tercih etmedikçe oyun bitmez. Bir seçimde bulunmaz kaçınılmazdır. Ne yönde karar vereceğimiz, insan türünün şu Dünya’daki geçici ikametinde ortaya çıkan açık ara en önemli sorudur. Cevabı yakında vereceğiz.
[1] “Del, bebeğim, del!” İlk kez ABD’de 2008 Cumhuriyetçi Ulusal Kongresi’nde daha sonra Cumhuriyetçi Ulusal Komite Başkanı seçilen Michael Steele tarafından kullanılan bir seçim kampanyası sloganı. Slogan, ek enerji kaynakları olarak petrol ve gaz için sondajın artırılmasına desteği ifade etti ve Cumhuriyetçi Başkan Yardımcısı adayı Sarah Palin tarafından başkan yardımcılığı münazarası sırasında kullanılmasından sonra daha fazla önem kazandı. (ç.n.)
[2] https://www.utopyayayinevi.com.tr/new-page-42_clone_clone/
[3] Alaska’nın en büyük ham petrol üreticisi ve en büyük keşif kapasitesine sahip şirketi.
[4] Permafrost: kutuplarda bulunan donmuş kara parçaları