Ağustos ayında Türkiye’de doğaya dönük sistemli saldırının arttığına tanık oluyoruz. Kaz Dağları eteklerinde Kirazlı Köyü’ndeki altın madenciliği talanı bunlar içinde en göze batanı olmakla birlikte, vicdanları yaralayan doğa tahribatının ardı arkası kesilmedi. Bu vakaların üzerine ayrıca, iklim değişikliğinin şiddetlendirdiği aşırı sıcak ve kurak havalarda kolaylaşan orman yangıları ve bu yangılar karşısındaki kurumsal sorumsuzluk ve vurdumduymazlık eklendi.
AKP’li yılların sırtını yasladığı ekonomik büyüme modeli, kısa vadeli kâr ve rant dağıtımına odaklanan, yıkıcı finansman mekanizmalarını devreye sokarak inşaat-altyapı ve madencilik-enerji sektörlerine kayıtsız ayrıcalık tanıyan bir modeldi. 2009 Dünya küresel ekonomik krizinin ardından Batı merkezli yürütülen mali genişleme politikaları, beraberinde Türkiye’ye sıcak para girişi ve döviz üzerinden artan yurtdışı borçlanma imkanlarıyla beslenen bu sektörler aynı zamanda kamu-özel işbirliği (KÖİ) modelleri ve Hazine garantileriyle de güvence altına alınmıştı. Bu sektörlerin büyümesi için teknolojik gelişme ve yapısal dönüşüme ihtiyaç yoktu, yüksek beceri gerektirmiyordu. İktidar içinde ve periferisinde bir rant dağıtım ağı kurmak ve istihdam sorununa geçici çare olmak, etrafında büyüme-kalkınma mitleri örerek siyasi propaganda yapmak için elverişliydi. Ucuz işgücü ve doğal varlıkların adeta bedelsiz kullanımından beslenen bu sektörler etrafında sadece bugüne odaklı ve siyasi iktidara ideolojik ve politik açıdan çok boyutlu kullanım olanakları sunan akıl dışı bir ekonomik sistem örgütlendi.
Bu sistemin adı, doğa ve yaşam savunucuları için ‘talan ekonomisidir’. İstanbul üçüncü köprüsü, yeni havaalanı, sırada bekleyen kanal, Kaz Dağları’nda madencilik faaliyetleri, Doğu Karadeniz’in derelerindeki HES’ler, Ilısu Barajı ve daha niceleri, bu talan ekonomisinin barbarlık abideleridir. Çünkü doğanın sağ kalması halinde evrimsel süreç boyunca sürekli sağlayacağı sayısız faydayı yok etmektedir. Ayrıca, kamu ekonomisi üzerinde yarattığı özel ve kamu borcu ve sürekli devalüasyon baskısıyla gelecek kuşakları bir kez daha cezalandırmaktadır. Yeni havaalanında uçarak, üçüncü köprüden geçerek ödüllendirilen faniler, fakir bir doğa ve hiçbir zaman ödeyemeyecekleri bir borç yüküyle cezalandırılmaktadır. Serinkanlı çevreciler için örneğin kentsel sıhhi hizmetler (hava-su-çöp kirliliğinin kontrolü), kısmen müzakere edilebilir bir alan olarak varlığını korurken, talan ekonomisinin radarına giren her türlü faaliyet, olağan çevre yönetiminin/idaresinin konusu olmaktan çıkalı en az on yıl olmuştur.
Yukarıdaki özet kısa da olsa yakın geçmişten hareketle günceli tartışabilmek içindi. AKP yukarıdaki modele sırtını yaslamış, özellikle Gezi ve sonrasında toplumun yarısını onarılmaz ve ihtilafa açık bir şekilde küstürmüş olsa da her şeyin bir sınırı vardır. Madem ki seçimler (son gelişmelere bakacak olursak sadece Türkiye’nin Batısı’nda) hâlâ bir siyasi ölçü ve AKP’nin tek varoluş imkânı bu tartıda ağır basmak, kamuoyunda yıllardır doygunluk ve bıkkınlık yaratan projeci kalkınma söylemine bir son verilebilir! Temmuz 2018’deki şiddetli devalüasyon ve kırılmayla yükselen ekonomik kriz koşullarının bizatihi kendisi, kamu kaynaklarının talan ekonomisinin çıkarları uğruna bol keseden harcanmasına izin vermeyebilir! 2018 Cumhurbaşkanlığı seçimlerinden beri dillendirilen “yatay şehirleşme”, “millet bahçeleri”, Ayder Yaylası’nda “görüntü kirliliği” yaratan salıncakların büyük bir cesaretle, girişimci bölge halkının hilafına sökülmeye kalkılması, first lady himayelerinde ülkemizi bir sıfır atık cennetine dönüştürme toplantıları, daha ileri ve samimi çevreci adımların habercisi olabilir! Otoriter bir rejim, eğer gerçekten güçlüyse, doğa korumayı öncelikli kılıp bu önceliğini halka dayatabilir! Ahmet Davutoğlu’nun ağzından duyduğumuz gibi “Kaz Dağları hepimizin hassasiyet göstermesi gereken bir konu” diyerek frene basabilir!
Bu fantastik argümanların cevabının olumsuz olduğunu geriye dönük olarak biliyoruz. Ekonomik ve politik açıdan içerde ve dışarıda kuşatılmış olan iktidar, ekonomi ve dış politikada olduğu gibi, çevre politikalarında da bugüne kadar bellediği ezberinde ısrar ediyor. Bunu görmek için Ağustos ayının birinci yarısında basına yansıyan gelişmelere bakalım.
Kazdağları eteklerinde, Kirazlı-Balaban’da dört ay gibi kısa bir süre içerisinde 195 bin ağacın kesildiği, küresel planda adı kötüye çıkmış, Meksika’dan sabıkalı Kanadalı Alamos Gold ve yerli taşeronu Doğu Biga madenciliğin madeni aktif hale getirmek üzere hazırlıklara başladığı anlaşıldı.[1] Hafriyat işlerini de AKP Ankara Milletvekili Asuman Erdoğan’ın eşi Rizeli Fatih Erdoğan’a ait Pasifik İnşaat’ın ortağı olduğu Çiftay yapıyormuş! İşletme’nin, ÇED raporu şartlarını ihlal ettiği gerekçesiyle İDA Dayanışma Derneği tarafından yapılan suç duyurusunun ardından binlerce vatandaş Çanakkale’ye akın ederek ‘Su ve Vicdan Nöbetine’ katıldı. Hükümet sözcüsü Ömer Çelik ve Alamos Gold’un CEO’su John McCluskey kamuoyuna yansıyan bilgileri yalanlayarak protestoları “manipülasyon” ve “siyasi propaganda amaçlı” bulduklarını söylediler. Cumhurbaşkanı Erdoğan ise konunun AKP hükümetleriyle ilgisini anlayamadığını ifade etti!
Eskişehir’de, yüzbinlerce ardıç, sedir, karaçam ve meşe ağacını barındıran 31 bin hektarlık bir alanda manyezit, nikel, demir madeni arama ve kırma alanı için ÇED olumlu kararı verildiği öğrenildi. Ordu’nun Fatsa ve Ünye ilçeleri arasındaki ormanlık bölgede de siyanürlü altın faaliyetlerinin yürütüldüğü duyuruldu. Salda Gölü kıyısına “Millet Bahçesi” ihalesinin ardından Fethiye’deki Kelebekler Vadisi’nin birinci derece doğal sit alanı statüsünün düşürüldüğü, imara açılabileceği basına yansıdı. Bodrum, Milas, Ödemiş, İzmir, Aydın, Kütahya, Balıkesir (Ege ve İç Ege’de), Çanakkale, Gelibolu, Burgazada ve Marmara Adası’nda (Marmara’da) orman yangınları yaşanırken, küresel iklim değişikliğiyle beraber daha beklenir olan yangınların kontrolünde Türkiye’nin kurumsal olarak yetersiz ve hazırlıksız olduğu görüldüğü.
İktidarın talan politikalarında hız kesmeyen ısrarını nasıl açıklayabiliriz? Birincisi, talancı sektörler için geçmişte tanınmış olan imtiyazların bir süredurumu var. Verilmiş olan işletme lisansları, imzalanmış olan ÇED raporları geçerliliğini koruyor. İkincisi, ülkenin doğa koruma yasal altyapısı, ormanları, sulak alanları, mera ve kıyı şeritlerini koruyan kanunlar, maden ve enerji faaliyetlerini sınırlandıran yasalar delik deşik edilmiş vaziyette. Doğal varlıkları vatandaşlar ve gelecek kuşaklar için korumakla görevli kurumlar (ör: Orman İşletmeleri GM, Devlet Su İşleri GM vb.) bu görevlerini yerine getiremiyorlar. Devlet, doğaya kaşı toplum adına üstlendiği koruyuculuk görev ve sorumluluğunu adeta terk etmiş durumda. Üçüncüsü, müteahhit şebekelerine örgütsel bağımlılık, iktidarın elini kolunu bağlayacak boyutlarda. Bu koşullar altında, ekonomik genişleme dönemlerinde bir istihdam ve tüketim modeli olarak yararlanılan sektörlerden daralma döneminde vazgeçilmesi mümkün değil; firmalar açısından sorun, hangilerinin eleneceği, hangilerinin kredi teşvikleri ve Hazine ortaklıklarından yararlandırılarak ayakta kalacağı.
Kısa vadeci bakış açısının, kısa vadede elde edilebilecek kârları her türlü stratejik yönelimin üzerinde gören anlayışın tepeden aşağıya sirayet eden temel kültürel norma dönüştüğü Türkiye’de, bu sürecin tersine çevrilmesi de hiç kolay olmayacak. Mevcut habis sözleşmelerin yırtılması, doğa lehine güçlü yasal kazanımlar, müteahhit firmalar lehine oluşmuş siyasi dengenin ortadan kalkması ancak temel bir iktidar değişimiyle mümkün. Diğer taraftan, kısa vadede böyle bir iktidar değişimi beklemek veya siyasi iktidarın el değiştirmesi halinde bu yönde temel bir dönüşüm beklemek için fazla bir neden yok.
Bu koşullar altında, bugün Kirazlı’daki ‘Su ve Vicdan Nöbetine’ de yakıştırılması mümkün olan ‘yaşam savunuculuğu’, ‘çevre adaleti’, ‘özgürlük ekolojisi’, ‘yoksulların çevreciliği’ gibi bakış açılarının, bunlardan beslenen doğrudan eylem ve sivil itaatsizlik pratiklerinin devreye girmesi elzem. Diğer bir ifadeyle, müzakere alanının kapalı olduğu koşullarda karşılaşmayı göze almak bir zorunluluk. Toplumun olan bitenler karşısında farkındalığı ve duyarlılığı, özellikle tahribata coğrafi olarak yakın olan bölgelerde çok yüksek. Bu duyarlığın büyüyerek tahribat karşısında bir blokaja nasıl dönüşeceği konusunda içinde yaşamadan ve mevcut baskı rejimi altındaki riskleri bilfiil göğüslemeden ahkam kesmek ise ahlaki-politik açıdan doğru değil.
[1] Alamos Gold’un Türkiye ve Meksika’da siyanürle altın çıkarma faaliyetleri var. Bu faaliyetler ejatlas.org sitesi üzerinden takip edilebilir. Meksika’daki iki işletmesinde de büyük kazalar yaşanmış; hatta kazaların sıklığı o kadar yüksek ki bunlar kazadan ziyade olağan işler demek daha mantıklı. El Chanate madeninde 2016’da büyük bir siyanür sızıntısı olmuş. Mulatos’ta ise 2018 Aralık’ında tüm uyarılara rağmen önlem alınmadığı için bir heyelan yaşanmış. Bkz. http://www.lajornadadeoriente.com.mx/puebla/mexico-y-turquia-la-misma-compania/