Şubat ayı içinde üst üste açıklanan ekonomik veriler, Türkiye ekonomisinde krizin hızlanarak derinleştiğini teyit etti. Bu yazıda, öncelikle ekonomik verileri ele alarak krizin boyutunu sergilemeye çalışacağız. Daha sonra bu durumun, AKP hükümetlerinin büyük ölçüde mega projeler, devlet ihaleleri, vs. gibi mekanizmalarla klientalist ağlar yaratma ve bu ağlar üzerinden siyasi iktidarını sağlama alma politikası açısından ne anlama geldiğini tartışmaya çalışacağız.

Tüketici harcamalarının yapıldığı mal ve hizmet fiyatlarını ölçen Tüketici Fiyatları Endeksi’ndeki (TÜFE) artış Ocak ayında yüzde 1,06 olurken, yıllık artış yüzde 20,05’i gösteriyor. Ocak ayında gıda fiyatlarındaki artış yüzde 6,89 olurken, yıllık artış da yüzde 31,98 oldu. Gıda içinde de sebze grubundaki fiyat artışı Ocak’ta yüzde 29,7 olurken, yıllık artış yüzde 80,5’e ulaştı.

Türkiye İstatistik Kurumunun (TÜİK) açıkladığı 2018 yılı geçici dış ticaret rakamlarına göre, ihracat bir önceki yıla oranla yüzde 7 artarken, ithalat yüzde 4.6 geriledi. Açıklanan bu veriler ile birlikte dış ticaret açığı bir önceki yıla göre yüzde 28.4 düşüşle 76 milyar 807 milyon dolardan 55 milyar 16 milyon dolara indi.

TÜİK’in açıkladığı verilerde açığa çıkan bir diğer durum ise, yatırım malı ithalatındaki düşüş oldu. Üretimin gerçekleşmesi için ya ara mal ya da hammadde ithal etme zorunluluğu olan Türkiye’nin 2018 ithalatında yatırım mallarının payı yalnızca yüzde 13 olarak gerçekleşti. Bu oran, 2001 yılında yüzde 16.8 idi. Cari açıktaki düşüş olumlu olarak yorumlansa da yatırım mallarının toplam ithalattaki payının düşüyor olması, üretime yönelik yatırımların azaldığı ve üretimin azalacağı ve ekonominin önümüzdeki yıl daha da daralacağı anlamına geliyor.

Sanayi üretimi 2018 yılının aralık ayında, önceki yılın aynı ayına göre yüzde 9,8; imalat sanayi üretimi ise yüzde 10,8 azaldı. Aynı dönemde ara malı üretimi yüzde 14,9, sermaye malı üretimi ise yüzde 8,6 daraldı. Özellikle aramalı ve sermaye malı üretimindeki sert düşüş üretimin gelecek aylarda düşmeye devam edeceğini gösteriyor.

Bütçe açığı hızla büyümeye devam ediyor. Devlet yetkilileri tarafından bütçenin fazla verdiği iddia edilse de aslında durumun hiç de böyle olmadığını anlamak için bütçe dengesini gösteren Tablo 1’e bakalım.

Tablo 1. 2018 yılı bütçe dengesi (Kaynak: Hazine ve Maliye Bakanlığı, https://www.hmb.gov.tr/duyuru/2019-ocak-ayi-butce-gerceklesme-raporu)

 (Rakamlar milyar TLcinsindendir)

BÜTÇE

2018 Ocak

2019 Ocak

Değişim (%)

Gelirler

58,4

95,6

64

   Vergi Gelirleri

52,0

55,7

7

   Diğer Gelirler

6,4

39,9

523

      Teşebbüs ve Mülkiyet Gelirleri

1,0

35,1

3.410

Giderler

56,5

91,9

63

   Faiz Dışı Giderler

50,5

84,6

68

   Faiz Giderleri

6,0

7,3

22

Bütçe Dengesi

1,7

3,7

118

  

Tablodan görüleceği gibi 2019 Ocak ayında bütçe giderleri geçen yılın Ocak ayına göre yüzde 63 oranında artarak 95.6 milyar TL olarak gerçekleşmiş. Buna karşılık devletin temel geliri olan vergi gelirleri yüzde 7 artarak 55.7 milyar lira olmuş. Aradaki açık ise Merkez Bankası’nın 33 milyar TL tutarındaki kârının Hazine’ye her yıl olduğu gibi Nİsan ayında değil Ocak ayında aktarılmasıyla karşılanmış. Vergi gelirlerinin enflasyon oranının çok altında artış göstermesi, dolayısıyla reel olarak azalması, vergilendirilebilen ekonomik faaliyetlerin azalmasından kaynaklanıyor.

2018 Kasım ayı işsizlik verilerine göre işsizlik hızla artarak yüzde 12,3’e yükselmiş bulunuyor.  (Kaynak: TÜİK İşgücü İstatistikleri, Kasım 2018.) Son bir yılda işgücü yüzde 1,6 artarken istihdam yüzde 0,7 azalmış ve işsiz sayısı önceki yıla göre yüzde 21,6 artmış. Anketin yapıldığı son 4 hafta içinde işsiz olarak başvuranların oranı (resmi işsizlik oranı) yüzde 12,3, başvurmayanlarla birlikte işsizlerin oranı (geniş işsizlik oranı) yüzde 17,8 olmuş bulunuyor. 

Öte yandan pek çok şirket de ardarda konkordato ilan ediyor ya da üretimi durduruyor. Bu firmaların özellikle inşaat, enerji ve gıda sektörlerinde yoğunlaştığı görülüyor. En son Yüksel Holding’e ait Yüksel Enerji konkordato ilan etti. Alarko ve Aksa’dan sonra ENKA da doğalgaz çevrim santrallerinde üretimi durdurdu. Bu kararların, firmaların doğalgazı dolar üzerinden aldıkları, ancak dolardaki artıştan kaynaklanan maliyet artışını devletin elektrik fiyatını baskılaması nedeniyle elektrik fiyatlarına yansıtamadıkları için zarar etmelerinden kaynaklandığı söyleniyor.

2019 yılı başından beri belirginleşen başka bir trend ise gelir garantisi ile ihale edilen mega projelerin ortaklarının mali durumunun bozulması nedeniyle ortaklıktan çıkışların ve hisse devirlerinin yoğunlaşması oldu. İstanbul havalimanını yapan ve 25 yıl işletecek olan İGA’nın beş ortağından biri olan Kolin, 9 Ocak 2019 günü elindeki yüzde 20 hisseyi Kalyon’a devrettiğini açıkladı. İki şirketin daha havalimanı ortaklığından çekileceğine dair beklentiler var. 3. havalimanının yüzde 70’ini kullanacak olan THY’nin havalimanı işletmesine yüzde 20 ortak olmasının ve Kolin’in çekilmesinin ardından ise THY’nin yüzde 40 hisse almasının planlandığı ileri sürülüyor. Havalimanı işletmesinin yüzde 60’ının Kalyon’a, yüzde 40’ının da THY’ye geçmesi planlanıyor. Hisse devirleri borç devirlerini de kapsadığı için, THY 6 milyar Euro’luk kredinin bir kısmını üstlenmiş olacak. Bu arada inşaatın bitmesi için gerekli 4.5 milyar Euro’luk yeni yatırımı da THY üstleneceği söyleniyor.

Tüm bu gelişmelere, özellikle reel ekonominin daralması ve durgunluğa girmesi, art arda gelen konkordato ilanları ve mega projelerde yaşanan tıkanıklığa, geri dönüşü olmayan kredilerin oranının da hızla artması eşlik ediyor. Nitekim Standard & Poor’s Türkiye’ye ilişkin yeni raporunda kredi notu değiştirilmezken şu uyarılara yer veriliyordu:

“İktidarın, geriye kalan az sayıdaki denge ve kontrol mekanizmasını da bundan böyle kenara itmesini bekliyoruz. Bu durum, bütçe dışı harcamalarda potansiyel artışa yol açacaktır. […] Geçtiğimiz yıl yaşanan kur şokuna karşı bugüne kadar verilen tepkileri koordineli ve tutarlı değil anlık ve olaya özel (ad hoc) olarak değerlendiriyoruz. Odak, ekonomik problemlerin altındaki nedenlere değil semptomlara yönelik. […] Yetkililer bugüne kadar bankaların varlık kalitesindeki bozulmayla ne şekilde mücadele edeceklerine dair hiçbir somut plan ortaya koymadılar. […] 2018 Eylülü’nde açıklanan Yeni Ekonomi Programı bankacılık sektörünün sorunlarının nasıl çözüleceğine ilişkin spesifisik detaylar içermiyor, ama bankaların varlık kalitesinin inceleneceği belirtiliyordu. Bu inceleme Aralık ayında BDDK tarafından yapıldı ama detayları kamuya açıklanmadı. Donuk kredilerin toplam kredilerin yüzde 4.5’i ile sınırlı olduğunu söyleyen resmi açıklamanın kredi riskini doğru biçimde yansıtmadığına inanıyoruz. Önümüzdeki iki yıl içinde problemli kredilerin artmaya devam ederek iki haneli seviyeye çıkacağını tahmin ediyoruz.”[1]

Standard & Poor’s, bankaların batık kredileri konusunda resmi olarak açıklanan oranının gerçeği yansıtmadığını, bu oranın giderek bozulmaya devam edeceğini belirtiyor. Batık kredilerin oranındaki hızlı artışa paralel olarak finans sektöründe de önemli bir kredi daralması yaşandığı görülüyor. Kredi faizleri çok yüksek seyrederken, firmaların riski arttığı için kredi alabilecek mali yapıya sahip firmaların sayısı da giderek azalıyor. Gerçekten de, TÜSİAD Yüksek İstişare Kurulu (YİK) Başkanı Tuncay Özilhan, TÜSİAD’ın 47. Olağan genel kurul toplantısından sonra şu açıklamalarda bulunuyor:

“Reel sektör, yüksek enflasyon ve TL’deki dalgalanma nedeniyle önünü göremiyor. Yüksek faiz oranları kredi kullanımını sınırlıyor. Eğer iflaslar başlarsa, durum daha da kötüye gider. Dalga dalga KOBİ’lere, esnafa ve vatandaşa yayılır. İşsizlik bugünkü seviyelerinin üstüne çıkar. Yüksek işsizlik ve enflasyon halkın satın alma gücünü düşürür. Düşen talep şirketler kesimini daha da zora sokar. Bankaların bilançolarında sorunlu alacaklar artar ve kredi kapasitesi hepten daralır. Bu ihtimalin önüne geçilmesi için finans sektörünün doğru araçlarla desteklenmesi mutlaka gündeme alınmalı. Reel sektör ve bankacılık sektörünün bir sarmal halinde aşağı çekilmesi önlenmeli. Belli bir süre için büyüme hızında sert bir düşüş kaçınılmaz görünüyor. Önemli olan bundan sonra ekonominin sağlıklı bir büyüme patikasına girmesi. Sağlıklı büyüme üretimden geçer. Üretimde yaratılan katma değeri artırmadan istikrarlı bir büyüme sürecine giremeyiz.”[2]

Özilhan, hükümetin ekonomi politikasını da ağır bir şekilde eleştiriyor:

“Hükümet ekonomik zorluklarla mücadele için paket üzerine paket açıyor; oysa yapısal sorunlar kısa vadeli adımlarla çözülmez. Hal denetimleri, KDV indirimleri ve futbol kulübü borçlarının yeniden yapılandırılması gibi alınan önlemlerin ortak hedefi kısa sürede sonuç almak. Reel sektörün kredi sorunu çözülmezse sorun bankacılık ve finans sektörüne sıçrar, derin sorunlar böyle çıkar. Kredi yeniden yapılandırmaları ve sektörlere yayılan konkordato ciddi sorunların tezahürleri. Yapısal önlem alınmadan yapılanlar, sorunların derinleşerek tekrarlamasına yol açar.”

Ancak hükümetin yapısal önlemler almama konusundaki ısrarı sadece seçim öncesi popülist politikalarla açıklanamaz. AKP hükümetlerinin üzerinde yükseldiği sosyo-ekonomik taban, büyük ölçüde mega projeler, devlet ihalaleri, vs. gibi mekanizmalarla klientalist ağlar yaratma ve bu ağlar üzerinden siyasi iktidarını sağlama politikasına dayanmaktadır. Bu politikanın sürdürülmesi de büyük ölçüde 2008 ekonomik krizi sonrası küresel finans sisteminde yaratılan nakit bolluğu nedeniyle oluşan ucuz kredi balonuna bağlı idi. Bu dönemde yurtdışından büyük bölümü devlet garantisi ile özel sektörün aldığı krediler, otoyollar, köprüler, havalanları, büyük konut projeleri gibi geri dönüşü olmayan mega projelere yatırıldı. İnşaat sektörü odaklı ekonomik büyüme, ABD Merkez Bankası’nın faiz arttırımları ve Türk lirasında yaşanan büyük değer kaybı nedeniyle faizler artmaya başlayınca sona erdi.

Türkiye’nin kendi sorunlarının üstüne bir de küresel ekonomide yaşanan durgunluk eklenince kriz katmerleşiyor. Türkiye’nin en büyük dış ticaret ortaklarından Almanya 2018’in üçüncü çeyreğinde küçüldü, son çeyrekte ise sıfır büyüme kaydetti. Alman ekonomisinin yavaşlaması, zaten ekonomik durgunluk içindeki diğer Avrupa ülkelerininde durgunluğun derinleşmesine neden olabilir. Bu nedenle, Türkiye’de kriz nedeniyle iç pazarın daralmasına ek olarak ihracata çalışan firmalarda da sorunların artması beklenebilir. Çin ekonomisinde yaşanan gerileme, İngiltere ile Avrupa Birliği arasında yaşanan Brexit sorunu, Fransa’daki toplumsal hareketler, İtalya’daki siyasal ve ekonomik sıkıntılar, Güney Amerika’da Arjantin ve Venezuela kökenli sosyoekonomik kargaşa küresel ekonomiyi resesyon beklentisine sokmuş bulunuyor. Nitekim Uluslararası Para Fonu (IMF) Başkanı Christine Lagarde, küresel ekonominin beklentilerin üstünde bir hızla yavaşladığına dikkat çekiyor ve küresel ekonomiyi etkileyen “dört bulutun” , yani “ticari gerginlikler ve ek gümrük vergileri artırımı, finansal sıkılaşma, Brexit süreci belirsizliği ve Çin ekonomisindeki artan gerilemenin” olası bir “fırtına” yaratabileceğini uyarısı yapıyor ve ülke yönetimlerinden, olası bir fırtınaya karşı hazırlıklı olmalarını istiyor.

Tüm bunlar gözönüne alındığında AKP hükümetlerinin ekonomik politikalarının sürdürülebilir olmadığını öne sürebiliriz. Bu durumda hükümetin önünde iki seçenek kalıyor: Ya IMF’ye gidecek, ya da politikalarını sürdürmek için yeni kaynaklar arayacak. IMF’ye gitmek rasyonel bir seçenek olsa da IMF verdiği kredileri geri alabilmeyi garanti altına alabilmek için kamu harcamalarında ve finans sektöründe sıkı bir disiplin ve denetimi, çalışanların ücretlerinde ciddi bir baskılamayı şart koşacaktır. Bu şartlar AKP iktidarlarının altını oyacaktır, çünkü yandaş sermaye gruplarına dağıtılan rantlar sona erecek, bu durum yukardan aşağı doğru yaratılan klientalist ağları zora sokacak, ücretlerin düşmesi AKP iktidarının siyasi tabanını zayıflacaktır.

İkinci seçenek ise yeni kaynaklar bulmaktır. Gerçekten de İş Bankası’ndaki CHP hisselerinin Hazine’ye devredilmesi ile ilgili yapılan açıklama tam da tüm bunların üzerine geldi. Bilançosu sağlam ve yeterli likiditeye sahip bir banka olan İş Bankası’nın yönetim kurulunda CHP’li üyeler yerine Hazine temsilcileri olarak AKP’ye yakın üyelerin oturmasının, bankanın verdiği kredilerin yandaş şirketlere yönlendirilemesinde etkili olabileceği düşünülüyor. Öte yandan kamu bankalarına baktığımızda, bu bankalar sürekli görev zararı açıklıyor. Ziraat Bankası ile Halkbank’ın görev zararı son 4 yılda ikiye katlandı. Demirören Grubu’na Doğan Medya’yı satın alması için iki yıl ödemesiz kredi verilmesi, seçim öncesinde düşük faizli konut kredisi dağıtması, futbol kulüplerinin borcunun yeniden yapılandırılması için emir tebliği edilmesi, kredi kartı borçlarının yeniden yapılandırılması için düşük faizli tüketici kredisi dağıtması kamu bankalarının bilançolarını çok bozdu. Bunun üzerine iktidar gözünü İş Bankası’na dikti. Buna benzer uygulamalar, yani sermayenin büyük ölçüde el değiştirerek yandaş kesimlere geçmesi, aslında bir süredir Fettullahçı sermayeye el konulması ile başladı. Bu sürecin devamının gelmeyeceğinin ve bu sermaye gaspının seküler sermayeye de yayılmayacağının bir garantisi yok.

Bir ay sonra gerçekleşecek yerel seçimlerden sonra, ertlenen zamların yapılacağı, seçim öncesi kamu bankaları üzerinden dağıtılan ucuz kredilerin kapanacağı, şirket iflaslarının yoğunlaşacağı, büyük ölçekli işten çıkarmaların yaygınlaşacağı bir döneme gireceğiz. Bu dönemde iktidarın bekasını sağlama almak için baskı dozunu arttırmaya devam edeceğini öngörmek hiç de zor değil. Ancak mevcut politikaları sürdürmeye ne kadar devam edeceği belli değil. Göreceğiz.

[1] https://t24.com.tr/yazarlar/baris-soydan/standard-poor-s-raporunun-yazilamayan-bolumu,21725

[2] https://www.memurlar.net/haber/810836/tusiad-yik-baskani-ozilhan-cozum-tanzimde-degil-yapisal-reformda.html